psikanaliz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
psikanaliz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Aralık 2023 Perşembe

Aile İdeali

 


"Her anne babanın çocukları için ideal olan beklentileri vardır. Bu, onları kendi eksikliklerinden ve iğdiş edilmekten korur. Anne için çocuk düşlenen ideal fallusu temsil ederken, baba için soyunun asil değerlerinin sürmesi anlamına gelir. Düşlenen ve idealize edilen çocuk, bir eksikliği doldurur. Aile ideali, bu üst düzey beklentileri birleştiren aile üyeleri arasında paylaştırılır. Her birinin yaralanan narsisizmleri, hatta geçmiş kuşaklarınkiler bile, yeni gelen kuşakta bir avuntu bulmak ister."


• Alberto Eiguer

• Görsel: Ibai Acevedo

6 Aralık 2023 Çarşamba

Çocuk yetişkin olacaksa

 


"Şatonun kralı benim" oyunu, oğlanlardaki ve kızlardaki eril öğeyle bağlantılıdır. Bütün rakiplerin ölümünü ya da hâkimiyet kurulmasını ima eden bir konumdur. Çocuk yetişkin olacaksa, bu hamle bir yetişkinin cesedi üzerinden yapılır. Oğlanların ve kızların bu büyüme evresini, ille de evde isyan etmeden, gerçek ebeveynleriyle sürekli bir uyum ortamı içinde geçebileceklerini biliyorum şüphesiz. Ama isyanın, sizin onu kendi başına var olacak şekilde yetiştirerek çocuğunuza verdiğiniz özgürlükten kaynaklandığını hatırlamak akıllıca olacaktır. Bazı durumlarda 'Bir bebek ekip, bir bomba biçtiğiniz' söylenebilir. Aslında bu her zaman doğrudur, ama her zaman böyle görünmez.

• D. W. Winnicott, Oyun ve Gerçeklik

Görsel.

21 Mayıs 2023 Pazar

Babalar ve Kızları

Bir kız çocuğu babanın bakışında ne denli sevildiğini hissederse, baştan çıkarma potansiyeli de (konuşmaya, süslenmeye ve ilgi çekmeye dair yatırımlar) o derece artar. Bu potansiyel, kadınsı özdeşleşmelerin temelini oluşturacaktır; şüphesiz, babanın bakışının kız çocuğa hem yönelmesi hem de ensest yasağını tanıması şartıyla: Babanın bakışının arzuya değil, sevgiye dair olması gerekir. Bu bakıştaki fazlalık veya eksiklik mutlaka bir iz bırakacaktır. Küçük kız, babasının kendine bakışını kendi düşlemleriyle de dolduracak ve böylece babanın bilinçli veya bilinçdışı konumlarıyla, küçük kızın bilinçli veya bilinçdışı Oidipal düşlemleri arasında oldukça karmaşık bir bağ oluşacaktır.


Oidipal düşlemleri ve baştan çıkarmayı hesaba kattığımızda, yetişkinlerin, oldukça masum, sıradan gözüken bazı tutumlarının çocuk için son derece uyarıcı olabileceğini belirtelim. Anne babadan birinin dışarıda kalması halinde, diğeriyle kurulan baştan çıkarıcı ilişki, çocuğu cinsel olarak uyarıp, aynı zamanda çok da kaygılandırabilir. Yapılandırıcı olan; çocuğun anne babadan biri ile duygusal çift olduğu ve diğer ebeveynin dışarıda kaldığı bir konum değil, aşk birlikteliği içindeki anne/baba karşısında üçüncü olma, dışarıda kalma konumudur. 

Anne baba arasında -kendisinin dışında kaldığı- ayrıcalıklı bir aşk/çift ilişkisi olduğunun farkına varması, çocuğu, yoğun bir kaygı olan iğdiş edilme kaygısından uzaklaştırır. Çok iyi bilindiği gibi, insanoğlunun bilinçdışında iki temel yasak vardır: Ensest ve öldürme yasağı (Freud, 1911). Bu yasaklara yakınlaştıkça, bilinçdışında yoğun bir kaygı, suçluluk ve ceza görme korkusu (iğdiş edilme kaygısı) ortaya çıkar. 

Gerçek bir ensest söz konusu olmasa da bedensel mahremiyet sınırlarının oluşmadığı, diğer ebeveynin ayırıcı işlevinin devreye girmediği ve Oidipal arzuların sonucu olarak anne baba ile çift olma konumuna itilerek "ensestüel" olarak adlandırılan (Racamier, 1995) bir ilişki biçiminin içinde kalan çocuk, kaygı içeren bir uyarılım yaşayarak zaten mevcut olan yoğun cinsel düşlemlerini bastıramaz. Normal gelişimde latans döneminin (6-10 yaş) başlangıcında -altı yaş civarında- bastırmaya uğrayacak bu cinsel düşlemler, aksi durumda aşırı bir uyarılımla benliğin sısnırlarını zorlayıp, klinik semptomlar olarak ortaya çıkarlar: Dürtüsellik, erken ergenlik, hiperaktivite, cinsel meşguliyetlerin devamı, yoğun mastürbasyon, somatik şikayetler, korku, altına kaçırma vb.

Ferenczi (1933) çocuk ve yetişkin dilinin farklılığından bahsetmiştir: Çocuk şefkatin lisanını, yetişkin şehvetin lisanını konuşur. Ferenczi'nin şehvetten kastı cinselliktir ve bu dil karışıklığının çocuğun ilk ruhsal çatışması, ilk travması olduğunu ifade edecektir. 

- Neslihan Zabcı, "Babalar ve Kızları: Bir Bakışın Öyküsü", Psikanaliz Defterleri 4 - Çocuk ve Ergen Cinselliği

31 Mart 2023 Cuma

Dokunan Sözcükler

Hastanın Bütünleşme Arzusunun Güvencesi Olarak Analist

Bazı vakalarda, psikanalist hastanın nevrotik savunmalarını algılamaya hazır haldeyken, ilkel savunmalarını anlamaya değildir. Bu, ilkel savunmalarının varolmadığı anlamına gelmez. Analist hastanın kullandığı ilkel savunmaları tespit etmek ve heterojenliğini fark etmek için kimi zaman kendini zorlamak zorunda kalır -zira bazı hastalar, bilinçdışı olarak analiste kendilerinin yalnızca bir yönünü gösterme eğilimindedirler, bu durumda analist diğer bir yönün varolduğunu fark etmede başarısız olabilir. Böyle bir durumda, hasta bilinçdışı olarak analistin bölmeye kanmasını ister ve aynı zamanda kanmamasını da ister. 


Psikanaliz, hastayı düşlem dünyası ile temasa geçirmekle, psikotik ve nevrotik taraflar arasında salınıp duran hastaya bir seçim ortamı sağlar. Genel bir kural olarak, hasta analistin nasıl dinlediğine bağlı olarak bir tarafı ya da diğerini daha fazla göstermeye başlayacaktır. Hindistanlı bir hasta olan Laure'den bir örnekle bunu açıklayayım. Ön görüşmelerinin ilkine şöyle diyerek başlamıştı: "Altı aylık doğdum." Bu ilk cümle farklı şekillerde duyulabilir: Altı aylıkken kendisini evlat edinen ebeveynlerine bir saygı ifadesi olabilir, ancak eşit derecede yaşamının ilk birkaç ayının varlığının inkarı da olabilirdi -ve bu ihtimallerin hiçbiri, diğerini dışlamıyordu. Varmak istediğim nokta, analistin aynı kesinlikle hastayı nevroz ya da psikoz ya da aynı anda her ikisi bakımından değerlendirebilmesidir. Bununla beraber, heterojen bir hastanın analizden geçmeyi ve yola çıkmayı kabul etmesi için, analistin her iki yanının da varlığının bilincinde olduğunu ve her ikisini de dinlediğini hissetmeye ihtiyacı vardır. Eğer hasta kendinin farklı yanlarını kabul edecek ve geride kalan yanının yeterince büyümesine izin verecekse, diğer yanıyla bağlantı kurabilmesi önemlidir, böylece kendilik yeniden bir araya gelebilir.

Genel anlamda analist, hastanın bütünlük arzusunun emanetçisi ve bütünleşme ihtimalinin güvencesini sağlayan olarak hazır bulunur. Analist daha olgun yanları düzeyinde yorumda bulunmayı seçse dahi, heterojen hastalar, ilkel yanlarının varlığının unutulmadığını hissetmeye ihtiyaç duyarlar ve tam aksi de geçerlidir. Kendilerinin bir yanını seans dışında bırakmış olsalar bile, analistin bu dışarıda bırakılan yanı da dinlediğini hissetmeye ihtiyaç duyarlar. Örneğin, eğer hasta öfkesini dışarı vurduysa, analist bu sebepten başka zamanlarda gösterdiği şefkati unutmayacaktır ya da aksine, dışa vurulan şefkat ise karşıt duyguları ortadan kalkmış olmayacaktır: Analizanın ikisini de analistte bir arada bulmaya ihtiyacı vardır. 

17 Mart 2023 Cuma

Lacan'da Ayrılma Kavramı

Ayrılma kavramını anlamayı kolaylaştırmak için bilgisayar benzetmesinden yararlanabiliriz. İnsanın bilgisayarlar hakkında çok sayıda kurgusal esere konu olmuş, korku dolu bir düşlemi vardır: Onları üretirken eksik (fazla veya yanlış) yapılacak bir şeyin, bir gün onların otonomilerini kazanmalarına yol açabileceği. Böylece, bilgisayarların, kendi arzularına sahip olup insanın (Öteki'nin) yazılımından, onlardan beklenenden ve içinde bulundukları yabancılaşmadan kurtularak bağımsızlaşacaklarını ve sonrasında insan türünü bir felaketin beklediğini kurgulmaktayız.


Böyle bir düşlem-kurgunun var olmasını, insanın belki de kendine yabancılaşmış bir varlık olduğunu az biraz sezdiği ve bu varoluş biçiminden çıkmak (kendi ebeveyninin arzusundan ayrılarak, öznel arzularını oluşturabilmiş, ileri düzeyde özneleşmiş biri haline gelmek) istediğine dair bilinçdışı bir düşleme sahip olduğu ama yine de son kertede durumun değişmesinden korktuğu şeklinde yorumlayabiliriz. Bu kurguda insan, kendini Öteki'nin (anne-ebeveynler-insan toplumu-kültür) yerine koyarken, bilgisayarları ise yabancılaşmayı feshetmiş, özgürlüğüne kavuşmuş (özbilince sahip) özneler yerine koymuş oluyor. Teknolojik ürünler yalnızca zihinlerimize ve bedenlerimize değil, yansıtmalarımızın nesnesi olma rolünü üstlenerek ruhsal meselelerimize de çözüm sunup hizmet verirler. 

Lacancı özne böylece iki hareket aracılığıyla oluşur: İlki, öznenin Öteki'nin diline ve arzusuna tabi olduğu yabancılaşma sürecine ve ikincisi de öznenin ve Öteki'nin arzularının ayrılmasına tekabül eder.

Ayrılma, öznede düşlem nesnesinin -nesne a- ortaya çıkmasına yol açar. Lacan'ın en ünlü kavramlarından biri olan ve bu kitapta yer vermediğimiz nesne a (nesne küçük a), anne-çocuk birliği bozulduğunda (ayrılma gerçekleştiğinde), bu birliğin ardında bıraktığı iz olarak tanımlanabilir. Çocuk artık anneyle birlik zamanının tamlık duygusu içinde değildir; düşlem yoluyla nesne a ile temasa geçmeye çalışarak eksikliğini gidermeye çalışan bir varlığa dönüşmüştür. Böylece özne, ayrılmayla düşlem dünyasına giriş yapar ve arzulu-arzulayan bir varlık olarak varlığını sürdürebilir.

Lacan'ın çalışmasının sonraki dönemlerinde ayrılma kavramı gözden kaybolur. Bunun yerine daha ileri bir ayrılma olarak nitelenen yeni bir kavram ortaya çıkar: "Düşlem katetme" (la traversée du fantasme). Öznenin temel düşlemi, varlığının nedenini oluşturan nesne a ile, biraz evvel söz edildiği gibi, düşlem yoluyla temasta kalmaya çalışmaktır. Öznenin temel nesnelerinden ve temel düşleminden daha ileri düzeyde bir ayrılma ancak bir psikanaliz çalışması içerisinde mümkündür.

Lacan'a göre bu amaçla analist "nesne a rolünü oynamalıdır." "Öznenin arzusu Öteki'nin arzusudur," veya "Öznenin arzusu Öteki tarafından arzulanmaktır," der Lacan. Hayatının başında kendi arzusunu annenin arzusuna göre konumlandırarak hayata başlayan özne, analizde aktarım içinde analistiyle bu temel döngüyü tekrar etmek isteyecektir. Onun gibi arzulamaya çalışacak ve analistinin kendisiyle ilgili her yanıta ve hakikatin bilgisine sahip olduğunu düşünecektir. Ancak analist, hem "bildiği varsayılan özne" konumunu işgal etmeyerek hem de analist olarak arzusunun ne olduğu konusunda esrarengiz konumunu daima sürdürerek, analizanın düşleminde bir sarsıntı yaratmanın peşindedir. Böylece analizanın arzusunu kendi arzusuna göre biçimlendirmeye değil, öznenin nesne a ile ilişkisini dönüştürmeye çalışır.

Analistin rolü, analizanı yeniden ve bir kez daha Öteki'nin arzusuna tabi olmaktan yani yabancılaşmaktan uzaklaştırır ve öznenin Öteki'nin arzusuna göre konum alma yönündeki temel düşlemini katetmesini sağlar. İlk Öteki'nin (annenin) diliyle kendine yabancılaşan özne, bu kez yeni bir Öteki'nin (analistin) dili ile aynı süreci tersine çalıştırır. İleri bir ayrılma olarak nitelenen bu dönüşüm, öznenin kendi varlığının nedenini ve sorumluluğunu üstlenmesini mümkün kılmayı amaçlar. Özne kendi eksiği ile karşılaşmış olarak; "Başıma şu geldi," "Bana şunu yaptılar," yerine "Ben yaptım," ve "Bu benim," diyebilir.

- Sezai Halifeoğlu'nun Lacan'ın bazı kavramlarını anlattığı Çocuk ve Ergen Psikanalizi: Kuramcılar ve Kavramlar kitabından alınmıştır.

3 Mart 2023 Cuma

Delilik nedir? "Psikoz"

Öznenin haksızlığa uğradığını hissettiği gerçek bir olayın, çoğu zaman bir kazanın yahut miras mevzusunun peşinden hukuki bir dava, bir adalet arayışı geldiğinde, paranoya daha görünür bir hal alabilir. Otoritelere ve gazetelere mektuplar yazılır. Günümüz toplumunda kendimizi mağdur olarak görmeye teşvik ediliyoruz; insan faaliyetlerinin neredeyse tümü için haklarında şikâyette bulunabiliyor olmamız yasallık ölçütünü oluşturuyor. Dolayısıyla toplumsal kuvvetler, vatandaşlar için şikâyetin son çare değil, tüm alışverişleri tanımlayan temel bir özellik olduğu bir manzara yaratmaktadır. Hatta günümüzde çocuklar, ebeveynleri hakkında resmî şikâyette bulunup, dava açabiliyorlar. Yani modern öznellik ile paranoya arasında, normallik ile delilik arasında bir ahenk mevcut. 

Eski psikiyatride paranoyayı tanımladığı düşünülen özellikler -masumiyet ve adaletsizlik hissi- günümüz modern bireyinin özellikleri haline gelmiş durumdadır. İnsanların kimi zaman çeşitli kurumlardan zulüm ve yanlış muamele gördüğü yadsınamaz elbette. Fakat önemli olan bunun nasıl yorumladığı, nasıl işlendiği, nasıl anlamlandırıldığıdır. Güçlü bir doğruluk-yanlışlık hissi çoğu zaman altta yatan bir psikozun emaresidir. Dış dünyaya atfedilen kabahat ne kadar sıkı ve sabitse, paranoya teşhisi de o kadar muhtemeldir. Zaman zaman uğradıkları tüm haksızlıkları en ince ayrıntısına kadar tarif eden paranoyaklarla karşılaştığımız olur: Arkadaşlarının ona sırt çevirmesi, iş yerinde maruz kaldığı bir mağduriyet, başına gelen korkunç bir kaza veya felaket. Verilen örneklerin hiçbirinde şüpheye mahal olmamasına rağmen, bu şikâyet sağanağı paranoyanın alameti farikası olan katılığı açığa vurmaktadır. Tek tek örnekler sahiden talihsizlik gibidir, diğer insanlar sahiden hatalı gibidir... ama yine de, şikâyetçinin günahsız oluşunun ta kendisi, tanıya uyanmamızı sağlamalıdır. 

Bazı paranoyaklar uysal ve sakin görünürken, bazıları kıpır kıpırdır ve çoğu kez önemli toplumsal değişimlerin failleri olurlar. Nevrotik insanlar fazla mücadeleci değildir, daha ziyade hayatlarını başka birilerinin yoluna koyacağı hayaliyle yaşar, risk almaktan kaçınırlar. Oysa paranoyaklar inandıkları dava uğruna tüm enerjisini seferber eder; toplumumuzda meydana gelen dönüşümlerin en iyilerini ve en kötülerini onlara borçluyuzdur. 

Belli bir hakikati aktarmayı, belli bir yanlışı veya kötülüğü açığa çıkarmayı görev edindikleri için, gayet hayırlı işlerde bulunabilirler; hem daha önce belirttiğimiz gibi, paranoyak bir hezeyan hakikate birebir denk düşebilir. Macar doktor Ignaz Semmelweiss, doğum esnasındaki kötü hijyen koşullarının bebek ölümlerine yol açtığını gözlemleyerek milyonların hayatını kurtarmıştı; gelgelelim, düşüncesinin doğruluğuna duyduğu hezeyanlı inanç, akıl hastanesine kapatılmasına yol açmıştır.

Klinisyenlerin sık sık yanlış anladığı bir şeydir bu; şayet hastanın başına korkunç bir olay gelmişse, hezeyan ihtimali olmadığı sanılır. Oysa gerçek bir olay ile hezeyan arasında herhangi bir uyuşmazlık yoktur. Çocukken suistimal edilmiş birisi de suistimal edildiği hezeyanına kapılabilir: İşin püf noktası, o kişinin belli bir olay etrafında nasıl anlam oluşturduğu, bu olaya hayatında nasıl bir yer atfettiğidir. 

- Darian Leader, Delilik Nedir?

19 Şubat 2023 Pazar

Afacan Bir Psikanalistin Düşünceleri

“Divanı hâlâ kullanıyor musunuz yahu?”

“Birlikte çalışmaya ne dersin? Sen hastalara sorunlarının nereden kaynaklandığını açıklarsın, ben de danışmanlık hizmeti veririm.”

“Doktor Bey, benim bugünden söz etmem gerek, yoksa siz yalnızca geçmişle mi ilgileniyorsunuz?”


Her geçen gün işte ve arkadaşlarımla olduğumda fark ediyorum ki, psikanaliz günümüzde biraz eski moda zihinsel bir hobi gibi, geçmişe özlem duyanların yaşamları hiçbir şey olmamışcasına akıp giderken kendilerini şımartmak (ya da içlerini dökmek) için yıllarca sürdürdükleri bir şıklık gibi görülüyor.

Büyük bir tutkuyla sevdiğim, uğruna yıllarca çalıştığım, emek ve para harcadığım bu disiplin üzerinde artık baskı oluşturan bu ağır önyargılar, bir yanıyla moda yaklaşımlara ayak uydurma kaygısıyla bir yana bırakılmış klasik kurumlara yönelik tahammülsüzlükten kaynaklanıyor elbette, ama psikanaliz dünyasının da sütten çıkmış ak kaşık olduğu söylenemez.

Özellikle burjuva sınıfından son derece namuslu kadınların cinsel dürtülerini dile getirmeleri nedeniyle kültürel bir skandal olarak doğan disiplinimiz, diktatörlüğe dönüşen pek çok devrim gibi, zaman içinde yenilikçi gücünü sürdürmekte zorlandı. Pek çok analist psikanalizin evrilmesine fırsat tanımaktansa, ruhunu kaybedeceğinden korkarak sıkı bir kalıba hapsolmasını göze almayı yeğledi. Bunun sonucunda da zavallı hastası içindeki fırtınaları gözyaşlarına dökerken koltuğunda çıt çıkarmadan oturan, hatta uyuklayan analisti –ama haklı ama haksız yere– alaya alan karikatürler çıktı ortaya.

İçerik ve üslupla ilgili ağır ilerleyen bu kültürel devrimin, meslek camiasının dışında yeterince yayılmamış olması beni müthiş üzüyor. Bunun nedeni, Freud gibi her şeye karışan bir babanın gölgesinden kurtulmanın çocukları açısından zorluğu veya analistlerin medyada yer alarak ya da daha geniş kitlelere hitap edecek nitelikte yazılar yazarak kavramlarını gereğinden fazla yalınlaştırmaktan korkmaları olabilir. Sonuçta pek çoklarının gözünde psikanalizin üstü toz tutmuş bir saçmalık olduğu bir gerçek.

Peki kendi içlerine gitmek isteyen ve bu yolda çok da korkmadan ilerlemelerini sağlayacak birini bulmayı umut eden meraklı insanlar ne olacak? Ya da şu aralar pek geçerli olan bilişsel-davranışçı uygulayımlara başvurmak zorunda kalmadan düşleri dinlemek ve karşısındakini kucaklamak isteyen bugünün ve yarının genç analistleri?

Eğitim ve analiz masraflarını karşılayabilmek için geceleri barlarda çalışan, garsonluk yapan ve haftada ancak birkaç saat terapist gömleğini giyen sağlık ya da üniversite çalışanlarını düşünüyorum. Meslekten olmayanların anlamakta zorlanacağı bir tutkuyla yanıp tutuşan, terapiye başlayıp sonra bir anda gelmeyi bırakan hastalarla özelde çalışan (ve hastalar gelmeyi kestiklerinde ne hata yaptım diye düşünerek içi karalar bağlayan) uzmanlar ne olacak?

Bu kitap işte bu düşe kapılanlara seslenmek için ortaya çıktı.

- Antonino Ferro, Luca Nicoli, Afacan Bir Psikanalistin Düşünceleri

5 Şubat 2023 Pazar

Henry Miller'dan Psikanalist Arkadaşlarına Üç Kart

Unutulmaz yazar Henry Miller, Marousi’nin Devi adlı harika kitabında üç psikanalist arkadaşına birer kart attığını yazar:

Amfi tiyatronun basamaklarında güneşlenirken aklıma arkadaşlarıma birkaç sevinç sözcüğü yazma düşüncesi geldi, özellikle psikanalist arkadaşlarıma. Üç kart yazdım; biri Fransa’ya, biri İngiltere’ye, biri de Amerika’ya. Kendilerini şifacı sanan bu yorgun beygirlere kibarca işlerini bir an önce bırakıp tedavi için Epidauros’a gelmelerini önerdim. Üçünün de şifa sanatına fena halde ihtiyacı vardı - kendilerini kurtarmaktan aciz kurtarıcılar. 


Biri kartım ona ulaşmadan intihar etti, öteki kartımı aldıktan kısa bir süre sonra kahrından öldü, üçüncüsü ise kısaca beni kıskandığını ve işini bırakacak cesarete sahip olmayı dilediğini yazdı.

Psikanalistler dünyanın her yerinde umutsuz bir savaş sürdürmekte. Tekrar hayat akışına kazandırdıkları, kendi deyimleriyle, “adapte ettikleri” her hastaya karşılık bir düzine insanı aciz kılıyorlar. Hiçbir zaman herkese yetecek sayıda psikanalist olmayacak, onları ne kadar hızlı mezun edersek edelim. Kısa süren bir savaş yüzyılların emeğini yok etmeye yetiyor. 

Cerrahide yeni ilerlemeler kaydedilecek elbette, ancak bu ilerlemelerin ne kadar yarar sağlayacağını görmek zor. Bütün yaşam biçimimizin değişmesi gerekiyor. Daha iyi ameliyat gereçleri istemiyoruz, daha iyi bir hayat istiyoruz biz. Bütün cerrahlar, bütün psikanalistler, bütün hekimler işlerinden uzaklaştırılıp Epidauros’un koca çanağında bir süre bir araya getirilmeli; toplumun genelinin ivedi, zorlayıcı gereksinimlerini sükunetle tartışsalar yanıt hızla gelecektir, hem de oy birliğiyle: DEVRİM. 

Dünya çapında bir devrim; her ülkede, her sınıfta, bilincin her alanında. Savaş hastalıklara karşı değil; hastalıklar yan ürün sadece. Düşman mikroplar değil, insanın kendisi; gururu, önyargıları, aptallığı, kibri. Hiçbir sınıf bundan muaf değil, hiçbir sistem her derde deva ilaca sahip değil. Her birey kendine ait olmayan yaşam biçimine başkaldırmalı. Bu başkaldırı ancak sürekli ve kesintisiz olduğu takdirde başarıya ulaşabilir. 

Hükümetleri, efendileri, tiranları devirmek yetmez; kişinin doğruya ve yanlışa, iyiye ve kötüye, adalete ve adaletsizliğe dair kendi önyargılarını da devirmesi gerekir. Kazıp da içine kendimizi gömdüğümüz savaş siperlerini terk ederek açığa çıkmalıyız; kollarımızı açıp silahlarımızı, sahip olduğumuz şeyleri, bireysel haklarımızı, sınıflarımızı, ülkelerimizi, halklarımızı teslim etmeliyiz. Barış arayan milyarca insan köleleştirilemez. Dar, sınırlı hayat görüşümüzle köleleştirdik biz kendimizi. 

İnsanın hayatını bir davaya adaması olağanüstüdür, fakat ölüler hiçbir işe yaramaz. Hayat daha fazlasını talep eder - şevk, gönül, zekâ, iyi niyet. Doğa ölümün açtığı boşlukları onarmaya her zaman hazırdır, fakat zekâyı, iyi niyeti ve ölümün gücünü yenmek için gerekli hayal gücünü sağlayamaz. Doğa onarır ve yeniler, o kadar. Sonsuz biçimlerde dallanıp budaklanan öldürme içgüdüsünü içinden söküp atmak insanın işidir. Güce güçle karşılık vermek ne kadar anlamsızsa Tanrı’ya bel bağlamak da o kadar yararsızdır. Her savaş insan ruhu için bir yenilgidir. Savaş, sözde barış dönemlerinde bile, her gün her yerde olagelen çatışmaların dramatik biçimde muazzam bir göstergesidir sadece. Her insan kıyımın sürmesi yolunda kendi küçük katkısını yapar, ilgisiz gibi görünenler bile. Hepimiz içindeyiz, hepimiz katılıyoruz, zoraki olarak. Dünya bizim eserimiz ve eserimizin meyvelerini kabullenmek zorundayız. 

Dünyanın iyiliğini, düzenini, huzurunu düşünmeyi reddettiğimiz sürece birbirimizi öldürmeye, birbirimize ihanet etmeye devam edeceğiz.

2 Şubat 2023 Perşembe

Arzular ve Sınırlar

Sanayi sonrası kapitalist ideoloji bireyi, keyif alma kapasitesi sınırsız biri olarak görüyor. Birey, sürekli artan arzularını devamlı tatmin ederek hazzın sınırlarını sonsuza dek öteleyebilen biri olarak resmediliyor. Gelgelelim, paradoksal bir şekilde, sınırları yokmuş gibi görünen bir toplumda birçok insan tatmin bulamıyor ve çoğu kez kendi kendine zarar verme yoluna sapıyor. Dizginsiz tüketim insanları kendilerini tüketmeye itme eğiliminde.


Kriz tam da kontrolü kaybettiğimiz an olarak tanımlanabilir - bildiğimiz dünyanın yok olduğu ve bilinmeyenle yüz yüze geldiğimiz an. Toplum için sonuçları ne olursa olsun, birey için böyle bir kriz, neyin gerçekten önemli olduğunu yeniden değerlendirme ânı olabilir. Bir ekonomik kriz insanları tasarrufa zorladığında, aynı zamanda arzularını gözden geçirmeye mecbur bırakır. Tasarruf yapmak arzuyu feda etmektir - ya da en azından ertelemektir. Seçim toplumu yakın zamana kadar, ânında tatmini teşvik etmiş, bize hiçbir şeyi ertelememeyi öğretmişti.

Ancak bu sürecin ortasındayken bile insanlar arzularını canlı tutmak için sürekli yeni sınırlar oluşturuyordu: İçinde bulundukları toplumun keyif itkisini frenlemek için kendilerine özgü yeni yasaklar icat ediyorlardı. Sınırları olmayan bir toplumda yaşadığımı söyleyen teorilere bu yüzden katılmıyorum. Sınırların var olmadığı bir toplum ile sınırları olmayan bir toplum resmi çizen bir ideoloji arasında fark vardır. Medyada temsil edildiği haliyle günümüz ideolojisi keyfin sınırsızlığı fikriyle oynarken, birey hâlâ kendi yasaklarıyla boğuşuyor.

Psikanaliz insan arzularını incelerken, arzuyu daima yasakla ilişkilendirmiştir. İstediğini elde edemediği için acı çeken birisi söz konusu olduğunda çözüm, istediğini elde etmesinin önündeki engelden kurtulmak değil, o insana bir şekilde o sınırın ta kendisini "kucaklamayı" öğretmek ve arzu nesnesinin tam da erişilmez olduğu için çekici olduğunu görmesini sağlamaktır. 

Arzular daima belli yasaklar içerir. Eski engeller ortadan kaybolduğunda hemen yenilerini icat ediveririz. Bunu gayet iyi bilen Londra'daki Conran mağazasının sahibi şöyle diyor: "İnsanlar ne istediklerini bilmez, ta ki siz onu verene kadar." 11 Eylül'den sonra Slovenya'da acayip bir turist patlaması yaşandığında (insanlar burayı güvenli bir yer olarak algılıyordu), Slovenya turizm komisyonu arzuyu artırmak amacıyla birtakım yasaklar koymaya karar vermişti. Reklamlarda "Slovenya'ya gitmeyin!" sloganı kullanılmıştı. 

Sınır arzusu küçük çocuklarda da görülebilir. Mevcut seçeneklerin sayısı çok fazla olduğunda huzursuzlanıp anne babalarından rehberlik istemeye başlarlar. Anne babalarının önerdiğinin tam aksini seçecek olsalar bile, sınırsız seçimle uğraşmaktan kurtulmanın rahatlığını yaşarlar.

- Seçme İkilemi, Renata Salecl

25 Eylül 2022 Pazar

Yas ve Melankoli

Freud, "Narsisizm Üzerine" (1915) adlı makalesinde, iki uçlu bozukluk (bipolar) tanısında sık gözlenen bir özellik olan megalomani ve grandiyozite üzerine düşünmüştür. İki uçlu bozukluk tanısı ve altında yatan dinamiklere dair kapsamlı bir düşünme girişmesi ise ancak 1917 yılında yayımlanan "Yas ve Melankoli" metniyle olur. 


Aslında hem Karl Abraham'ın hem de Freud'un bakışı kendisinden önceki pek çok klinisyenle aynı çizgidedir; manik atakları ve melankolik ataklar farklı görünümlerine karşın ortak dinamiklerle tetiklenmektedir. Bu temel anlayışın, yani melankoli ve maninin aynı madalyonun iki farklı yüzü olduğu fikri, psikanalizin o güne değin melankoli üzerine geliştirdiği anlayışı mani için de kullanmasını olanaklı kılar. Freud, mani hecmelere (ataklara) ilişkin bu ilk kuramsallaştırma çabasında oldukça ihtiyatlıdır, bu adımı geliştirilmeye muhtaç bir ilk deneme olarak görür. Tutarlıymış gibi duran bir açıklama önermiş olsa da kendi önerisinin yeterince açıklayıcı olmadığını düşünür ve yanıtlanması gereken pek çok soruyu okuyucularına hatırlatır. Bu sorulardan en önemlisi, neden her depresif bireyin manik bir döneme geçmediğidir. Bu soruya verilebilecek ilk yanıt, aynı makale boyunca tartıştığı melankoli ve yas ayrımı olabilirdi: Melankoli bir anlamda yas süreçlerinin sağlıklı işleyemediği ağır çökkünlük dönemleridir ve yas süreçlerine kıyasla daha ağır bir tablodur. Yas süreçleri, kişinin ruhsal gelişimine katkılar sağlarken, melankolik süreçler çoğu kez kısır ve yıkıcı süreçlerdir. 

Bu bağlamda, melankolinin yarattığı ruhsal ıstırabın daha kesif olduğu ya da melankolik bireylerin ruhsal acıyı yaşama, hüzne yer verebilme kapasitelerinin çok daha sınırlı olduğu söylenebilir ve bu yüzden manik bir kayma yaşamalarının daha olası olduğu öne sürülebilir. Ancak, ne her manik epizot bir melankolik sürece ardıl olarak gelişir ne de melankoli eğilimi olan her birey manik epizotlar yaşar. 

(...)

R. Rousullian (2016), Freud'un "Yas ve Melankoli" makalesinin ana konusunun duygulanım bozuklukları olmadığını, ana konunun narsisizm olduğunu öne sürer. Ona göre Freud'un yas ve melankoli ayrımına ilişkin önerdiği belirteçler esasında narsisitik bir yapı farkına işaret etmektedir. Freud, bu metninde melankoli için üç temel koşuldan söz eder; "nesne kaybı", "ikirciklilik" ve "libidonun benliğe geri dönmesi". Bunlardan ilk ikisinin melankoliye spesifik olmadığı, yas süreçlerinde de ortaya çıktığı açık olduğuna göre, melankoliyi yastan ayırt eden ana öğenin "libidonun bene geri dönüşü" olarak tanımlanan süreç olduğu açıktır. "Libidonun bene geri dönüşü" ifadesi de zaten Freud'un bakışıyla narsistik problematiğin en kısa tanımıdır; dolayısıyla melankoli narsistik bir problematiktir diyebiliriz. 

- İshak Sayğılı, İki Uçlu Bozukluk Üzerine Psikanalizin Söyledikleri ve Söylemedikleri. Bu yazının tamamı Psikeart Dergisinin Eylül-Ekim 2022 tarihli "Bipolar Bozukluk" sayısında yayımlanmıştır. 

7 Eylül 2022 Çarşamba

Hastadan Öğrenmek, Bir Psikanalistin Danışma Odası

Yorumlama Seçimi: Bazı Örnekler

Bu malzemeye elbette çok sayıda olası yanıt bulunur. İç denetim çalışmalarının bir kısmı, hastanın ve iyileşme sürecinin çıkarlarına neyin en iyi şekilde hizmet edebileceğini değerlendirmektir. Müdahale etmeden önce kendime bir "tereddüt dönemi" (Winnicott, 1958: Bölüm 4) tanımış olsam aklımdan geçebilecek seçenekleri genişleterek farklı olasılıklar sunacağım.

Terapistlerin düşünmek için zamana ihtiyacı vardır ancak terapistin kendisi bir hastanın söylediği şeyin miktarı (veya etkisi) yüzünden boğulmuş hissetmediği sürece, insan zihni, aynı boğulan bir kişininki gibi, çok hızlı çalışabilir. Kendini bunalmış hissederse, ayrıntılı içeriğinde kaybolma riskine girmeden önce iletişimin biçimine (tüm ağırlığı veya hacmine) dikkat kesilmesi daha yararlı olacaktır.


Ayrıntıları Terapi ile İlişkilendirmek

Bunu terapiyle ilişkilendirerek hastanın sözlerindeki detayları ona tekrarlamak, terapist tarafından epey yaygın yapılan bir yorumdur lakin bu, çok yoğun biçimde uygulandığında, bir yorum değil bir ders haline gelir. Örneğin bir hastaya şöyle yanıtlar verildiğini duydum:

"Bence siz, gelecekteki işlerin sizin için nasıl olacağını  öngörerek kaygınızı azaltabilmem için benim bir kahin olmamı isterdiniz. Ayrıca, daha yeni okumaya başladığınız kitapta olduğu gibi, terapinizi erken bırakarak neyin 'okunmamış' kaldığını merak ediyor olabilirsiniz. Artık geçmiş yaşamınızı ya da geleceğinizi daha derinlemesine inceleyecek vaktimiz yok; öyleyse, rüyanızda boğulan kişi siz olabilirsiniz, bu da benim sizi kurtarmak için dalmaya tereddüt eden kişi olarak temsil edildiğimi gösterir. Daha fazla terapi almak yerine, Proust'u kendi kendinize okumayı planlıyorsunuz, bu kendi kendinizin terapisti olmak, geçmiş yaşamınızdan kurtarabileceğiniz kadarını kurtarmak ve bunu kendi başınıza yapmak için bir girişim olabilir."

Bu, hastanın söylediklerinin çoğunu kapsar ve terapi etrafında epey düzgün bir şekilde bir araya getirir. Hatta hepsi doğru da olabilir. Oysa iç denetim, buradaki odak noksanlığının farkına varmamıza yardımcı olur. Deneme özdeşleşimini kullanırsak bu daha da netleşir. Bir hastanın buna tepkisi ne olurdu? Farz edin ki bu uzun yoruma "Evet" diye karşılık verdi, neye "Evet" demiş olacak?

Ayrıca, bu kuşatıcı yorumla hastanın bombardımana tutulduğu hissine de kapılabiliriz. Hasta ya terapistin her şeyi (eğer uyuyorsa) bu şekilde bir araya getirme becerisinden etkilenir ya da sanki öyle olmak zorundaymış gibi her şeyin terapistle ilişkili olduğu temel varsayımından rahatsız olabilir. 

Bu tarz yorumlamanın tedavi sürecini geliştirmesi olası değildir. Hastaya, seansın bu noktasında, aktardıklarının hangi kısmının en acil olduğunu ayırt etmeye yönelik yol göstermesi için izin verilmez. 

- Patrick J. Casement, Hastadan Öğrenmek 

9 Temmuz 2022 Cumartesi

Dünyanın En Kötü İnsanı

Özellikle Louder Than Bombs'dan bildiğim ve sevdiğim yönetmen Joachim Trier'in son harikası Dünyanın En Kötü İnsanı (The Worst Person in the World) resmen aklımı başımdan aldı. Bunun birkaç nedeni var, kısaca değinmek de istiyorum ama öncelikle şunu söylemeliyim: Yönetmenin 2006'da Tekrar (Reprise) ile başlayan, 2011'de Oslo, 31 Ağustos'la devam eden serisine son film Dünyanın En Kötü İnsanı ile başlamak tam benlik hareket. Sanırım uzun aralıklı bekleyişler çekmiyor canım. Bu yüzden sondan başa gideceğim bir seri olacak bu. Şimdi filme geçeyim. (Biraz uzun olacak yazı, filmi anlatacağım, spoiler olacak, ona göre oku sevgili blog okuru.)


İliklerimize kadar modern Norveç yaşantısına battığımız bu filmde Norveççe'nin ne kadar da Almanca tınladığını yeni fark ettim, sanırım bazı kelimeleri de ortak kullanıyorlar. Kulağım İngilizceye o kadar alışmış ki, Fransızca ya da Germen dillerinden birini duyduğumda ister istemez yadırgıyorum. Filmimiz yakında 30 yaşına basacak karakterimiz Julie'yi merkeze alıyor. Julie'yi öncelikle Tıp Fakültesinde öğrenci olarak tanıyoruz, dış sesle birlikte hikâyesini ve tarzını öğrenmeye başlıyoruz. En yüksek hedef tıp olduğu için burada olduğunu söyleyerek asıl ilgi alanını keşfetmeye başlıyor; burada hem kendisine hem de annesine insan bedeni değil, insan zihni daha ilgi çekici diyor ve Psikoloji okumaya başlıyor. Bir süre sonra hayır diyor dış ses yine, asıl ilgi alanım insan fotoğrafları çekmek! Fotoğrafçılık derslerine girmeye başlıyor, çekimlere gidiyor, günübirlik ilişkiler yaşıyor bu çekimler sayesinde, nihayetinde kendisini bir kitapçıda rafları düzenlerken buluyoruz. 

Karikatürler çizen, çizimlerini kitaplaştırabilen bir çizer olan Aksel'le tanışıyor bir davette. Aralarındaki 15 yaş farka aldırmadan hızlıca bir ilişki yaşamaya başlıyorlar. Birbirlerini gerçekten de seviyorlar, ancak doğru zamanda mı buldular birbirlerini, bundan emin değiliz. Sallantılar yaşamaya başlıyorlar, Aksel ile Julie hayata farklı açılardan bakıyorlar, bu yüzden hayattan beklentileri de farklı. Yakında 45 yaşına basacak Aksel çocuk istiyor, Julie de istiyor ama şu an değil. Aksel'in yeni kitabının lansmanının yapıldığı bir davette kişisel başarısızlığıyla yüzleşen Julie kokteyli erkenden terk ederek kendini Oslo'nun sokaklarına vuruyor. Yürürken başka bir davete denk gelen Julie bu partiye sızıyor. Yiyor, içiyor, insanlarla tanışıyor, bir ara ikinci çocuğunu bekleyen bir kadına anne-çocuk ilişkisi üzerine yalan-yanlış biyolojik açıklamalar yapıyor, kendini doktor olarak tanıtıyor. Julie'nin bu konuşmayı yaparken sarhoşluğun ileri safhalarına geçtiğini anlıyoruz. Derken kalabalıktan uzakta duran bir erkekle bakışıyor ve tanışıyorlar. Bu tanışıklık ikisinin hayatlarında çok önemli bir yere sahip olacak. İkisinin de ciddi ilişkisi var, ilişkide oldukları kişileri aldatmak istemiyorlar. Bu yüzden aldatmanın sınırlarında gezinerek geceyi sabah edip ayrılıyorlar. Ancak bekleneceği üzere kader ağlarını örecek ve tekrar karşılaşacaklar. 


Karşılaşıyorlar da. Hatta aşk yaşamaya dair dayanılmaz bir istek de duyuyorlar. Kendi sevgililerini terk ediyorlar. Erkeği bilmiyoruz ama Julie'nin Aksel'i terk ediş sahnesi üzerine ayrıca bir yazı yazılabilir. Joachim Trier o kadar önem vermiş ki bu sahnelere ben hayranlığımı gizleyemedim. Çünkü yönetmenimiz zamanı durduruyor. Julie'nin mutfak lambasını açmasıyla duran bir zamandan, gerçeküstücü bir anlatım tarzından bahsediyorum. Julie, Aksel'i terk edip etmeyeceğini düşünürken zaman duruyor, Julie ve yeni aşığı Oslo'da zaman durmuşken ve kimse hareket dahi edemiyorken bir araya gelmeye karar veriyorlar. Zamanın tekrar akması için Julie o sabah yaşadığı bedene geri dönüyor, mutfak lambasını kapatıyor ve zaman tekrar akmaya başlıyor. Kararını bildiriyor ve saatlerce sürecek bir tartışma başlıyor. İki favori sahnemden birincisi bu oluyor. Ayrılıklar zordur, birbirini çok seven ve son derece ciddi bir ilişki yürüten insanların ayrılığı daha da zordur, yönetmenimiz bu zorluğu saniye saniye bize de geçiriyor. 

Julie yeni sevgilisi Eivind'le yaşamaya başlıyor. Herkesi özendirecek kadar güzel bir ilişkileri oluyor. Arkadaşlarının geldiği bir gece ikinci favori sahnemle karşılaştım. Eivind'in arkadaşı Eivind'in zulasını buluyor. Julie ve biz seyirciler Eivind'in bir zamanlar keş olduğunu böylece anlıyoruz. Paketin içindeki kurumuş mantarları yiyorlar ve etkisini beklemeye başlıyorlar. İlk başta göremediğimiz etki kendisini kafası sonradan geldi anlayışıyla gösteriyor ve Julie'nin dağılışını görüyoruz. 


(Bu arada pek değinmedim ama filmde bol miktarda psikanaliz bilgisi var. Aksel, entelektüel tartışmalarında bol bol psikanaliz kullanıyor, Julie'nin bu seviyede psikanaliz tartışacak ilgisi pek olmuyor. Julie'nin psikanalitik açıdan da tartışılabilecek tek ilgisini #MeToo hareketi bağlamında kaleme aldığı bir yazıda ve baba sevgisizliğinde görüyoruz. Julie, annesinden ayrılıp başka bir yere yerleşen babasının sevgisini o kadar arzuluyor ki, asla sevgi göstermeyen babasından bir zaman sonra nefret ediyor, doğal olarak.)

Julie'nin dağılışı derken buradaki etkileyicilik psikanalize başvurulmasında kendini gösteriyor. Çünkü bir önceki ilişkisinde çocuk doğurma/doğurmama problemi vardı, bu problem (30'una geldin ne zaman anne olmayı düşünüyorsun!) Julie'nin kafası güzelken kendini çok yaşlı bir anne olarak görmesine neden oluyor. Diğer taraftan maddenin halojenik etkisiyle yine babasını görüyor. Asla istediği gibi sevilmediği babasını. Muhteşem sahneler. 

Dünyanın En Kötü İnsanı bu kadar cümleden sonra anlayacağınız üzere tam anlamıyla bir varoluş filmi, varoluş sancılarının dibine kadar yaşandığı bir film. İnsanın kendini nerede arayacağını bilmemesinden tutun da bir yerden başlamaya karar vermesi, sonuçlarıyla yüzleşmesi ve kendi zamanını beklemesinin filmi de. Filmin sonlarına doğru düşünmeye başlıyoruz, "Bu hayattaki yolculuğumuzda kendimizi ararken birçok seçim yapıyoruz, bir şeylere sahip çıkarken bir şeylerden vazgeçiyoruz, peki bu bizi dünyanın en kötü insanı yapar mı?" İçimizden şiddetli bir HAYIR yükseliyor. Çünkü hepimiz yaşadığımız her olayda bir başkası olabiliriz, farklı istek ve beklentilerimiz olabilir, bir başkasını ya da toplumu memnun etmek bir seçim olabildiği gibi kimseyi memnun etmekle ilgilenmemek de bir seçimdir. Doğru zamanda, doğru insanlarla, doğru yerde olmaya çabalıyoruz belki de. Yanlış zamanda karşımıza çıkan doğru kişi sinirlerimizi zıplatabileceği gibi, doğru zamanda karşımıza çıkan yanlış insan ve olaylar da bizi tüketebilir. Peki çok yanlış bir zamanda gelen doğru insan... işte dünyanın en kötü insanı odur. 

10 Mayıs 2022 Salı

Aşk ve Yasak

Tam bir seçme özgürlüğünün ortasında, aşk ve cinsellik mevzuları ilk başta özgürleştirici görünebilir. Cinsellikten keyif almak söz konusu olduğunda, toplumsal yasaklardan tamamen azat olma fikrinden daha iyi ne olabilir ki? Nihayet ebeveynlerin ve toplumun gözünde neyin doğru ve normal olduğunu dert etmemek ne kadar da güzeldir! Cinsel eğilimimizi ve hatta cinsel farkın fiziksel görünümünü bile değiştirmek ne kadar da özgürleştirici!

Psikanaliz insan arzularını incelerken, arzuyu daima yasakla ilişkilendirmiştir. İstediğini elde edemediği için acı çeken birisi söz konusu olduğunda çözüm, istediğini elde etmesinin önündeki engelden kurtulmak değil, o insana bir şekilde o sınırın ta kendisini "kucaklamayı" öğretmek ve arzu nesnesinin tam da erişilmez olduğu için çekici olduğunu görmesini sağlamaktır.

Cinsellik söz konusu olduğunda bugün pedofili, ensest ve tecavüz haricinde yasak bir bölge yok gibi görünüyor. Bunaltıcı bir keyif alma baskısı var. Cinsel ihlaller nihai haz olarak pazarlanıyor. Fikir şu: Cinsel performansımızı geliştirmeye çalışır, yeni numaralar öğrenip alıştırma yaparsak, erişebileceğimiz tatminin sınırı yoktur. Cosmopolitan dergisi, en son haz tekniklerinde henüz ustalaşmamış olanları seks okuluna kaydolmaya teşvik ediyor. Gelgelelim popüler medyada, keyif almanın pazarlanmasının yanında, oturmuş birçok ilişkide cinsel heyecanın kaybolduğundan da bahsediliyor. Erkekler Mars'tan Kadınlar Venüs'ten kitabının yazarı John Gray'in, "Niye anneannem benden daha çok sevişiyormuş gibi görünüyor?" konulu bir yazısı var. Gray'in bu soruya yanıtı yine bir sürü tavsiye içeriyor: Gevşeyin ve arzuyu uyandırmak için şöyle veya böyle bir strateji uygulayın vs. Yasaklar her daim hayatımızdaydı ve hâlâ da öyleler, ama kalıpları değişti. Geçmişte yasaklar, toplumsal ritüeller yoluyla aktarılırken, bugün birey kendi sınırlarını kendisi koyuyor. Birey artık hem kendi kendini yaratan, hem de kendine yasaklar koyan bir özne.

Toplumsal yasaklar beraberinde her zaman bir tür tatminsizlik getirir. Tatminimizin önünde engeller olduğunda genelde yakınırız: mesela paramızın yetmediği bir nesneye sahip olmak istediğimizde veya karşılık vermeyen birine âşık olduğumuzda. Ama tuhaftır, tatminimizin önündeki engeller ortadan kalkar da istediğimizi alacak olursak, istediğimiz şeyin hiç de bu olmadığı hissine kapılıp başka bir şey aramaya başlayabiliriz. Bu tür tatminsizlik belirtileri arzunun işleyişinin ayrılmaz bir parçasıdır.

Sınırsız tatmin ve kendini gerçekleştirme vadeden ama yine de tatminsizlikten beslenen bir toplumda (aksi halde böylesine tutkulu tüketiciler olmazdık!), hüsran hissi yeni sorunlar doğurur. Hüsran çoğu zaman birey için tatminsizlikten daha sancılıdır. Tatminsizlik arzuyla iç içe olabilir, oysa hüsran, jouissance -keyif alma şeklimizin ta kendisi- ile ilgili sorunlarımıza ilişkindir. Jean-Pierre Lebrun şöyle yazar: "Jouissance istemi toplumsal alana hâkim olduğunda, proleterler arası kardeşçe dayanışmanın yerini çekişme ve rekabet alır. Toplumsal öfkenin azdığı yer burasıdır."

Mesela günümüz ırkçılığının nadiren tartışılan yönlerinden biri, insanların başkalarının keyif alma biçimlerine yönelik itirazıyla ilgilidir. İnsanlar kimi zaman diğer ulusların veya ırkların fazla gürültücü olduğundan veya yemeklerinin kokusundan şikâyet eder ya da aşırı olduğunu farz ettikleri cinsel faaliyetleriyle dalga geçer. Bu yakınmaların arkasında, kendi erişimleri dışında olan sınırsız bir hazzın, bir tür jouissance'ın başkaları için erişilebilir olduğu korkusu yatar. Bu da belli bir hüsran veya haset doğurur. Burada bizi rahatsız eden, bizim istediğimiz bir şeye başkalarının sahip olduğu gerçeği değildir sadece: Onların keyif alma şeklinin kendisine itiraz ederiz. Başkalarının aldığı farz edilen bu keyif konusundaki hüsran çabucak şiddete dönüşebilir. İstediğimiz belli bir arzu nesnesini başkalarının elinden kapmak değildir; onların farz edilen keyfini bozmak ve onları insan olarak küçük düşürmektir. 

Kişisel ilişkilerde hayali haz doruklarına ulaşma girişimlerimiz çoğunlukla başarısız olur. Biz de partnerimizden kurtulmayı tercih ederiz. Hüsran devreye girer ve jouissance bulma aczimiz başkasına dönük bir şiddete yol açar. Sonrasında kimi zaman bu kayıp jouissance'ı, bağımlılık yapan maddeler yoluyla bulmayı dener veya bir partnerden diğerine geçerek eksiğimizi kapatmaya çalışırız. 


- Renata Salecl, Seçme İkilemi 

9 Nisan 2022 Cumartesi

Freud'dan Lacan'a Psikanaliz

Kelt kökenli genç bir Fransız kadın, rüyasında, toprağa gömülmüş eski bir kılıcın topraktan çıkarıldığını görür. Bu bir Kelt kılıcıdr; süslü, tam sanat eseri bir kılıç. Kılıcı topraktan çıkaran tanımadığı bir adam, onu genç Fransız kadına hediye eder. 


Jung'un bu rüya üzerine uyguladığı Freudcu serbest çağrışım şu sonuçları verir: Fransız kadın kaybettiği babasının askeri kılıcını anımsar, bu kılıcı küçük bir kızken babası ona gösterdiğinde, güneşte parlayan kılıç karşısında duyduğu heyecanı anlatır. Babası enerjik, erkeksi özellikleri ön planda, yiğit, gözü kara bir adamdır. Cesur oldukları söylenen Kelt kökenlerine bağlıdır. 

Freudcu analiz şöyle özetlenebilir: Hasta, babası karşısında ambivalan (çift değerli) bir tutum içindedir. Bir yandan ona hayran, hatta ona erotik fantezilerle bağlı iken, öte yandan da babasının saldırgan tavırlarından acı çeken annesi ile özdeşleşmektedir (bu özdeşleşmeden dolayı da erkeksi özellikleri ön planda erkeklerden kaçmakta, daha çok kadınsı, zayıf, nevrotik erkeklerle ilgilenmekte, ancak bu ilişkilerine de pek değer vermemektedir. Zaten analiz süresince de erkek analist karşısında şiddetli dirençler geliştirmiştir.) Rüyası, babasının fallusuna sahip olma arzusunu dile getirmektedir. Rüyada kılıcı almakla bu çocuksu arzusu sanrısal bir şekilde tatmin edilmiştir. 

Aynı rüyanın Jung tarafından yapılan, kendi teorisine uygun yorumu ise şöyle özetlenebilir: Hasta, babasının silahını almakla onun enerjisine, karar verme gücüne, sorunların üzerine gitmedeki yeteneğine, kendinden daha emin olmaya duyduğu ihtiyacı dile getirmiştir. Bir bölümüyle mirasçısı olduğu bu silah, potansiyel halinde bilinçdışında mevcuttur. Onu topraktan, gizli olduğu derinlikten çıkaran analizdir. Hasta böylece babasına daha çok benzeyecek, şimdiye kadar kullanmadığı gizli silahını kullanacaktır. Yaşamını eski atalarından kalma değerler üzerine inşa edecek, daha güçlü ve kararlı olacaktır. Onu nevrotik kılan korkular, kaçınmalar, boyun eğmeler bu yol ile son bulacaktır.

Şimdi bu iki analiz arasındaki fark nedir? İlki rüyanın görülmesini sağlayan bilinçdışı nedenleri araştırırken, diğeri bu rüyanın hastanın yaşamına nasıl bir yön verdiğini incelemektedir. Jung'a göre Freudcu analiz hastaya bir şey vermez, ama aksine, kendi analizi hastaya izlemeyi arzuladığı yolu, uzun zamandır kullanmadığı, görmediği gizli ruhsal (psişik) güçlerini gösterir. Kompleksinin altını çizmek yerine, olması gereken ve olabileceği kişiliği gösterir. 

Şimdi kanımca Freud ve Jung birbirinden çok farklı yorumlar yapmıyorlar. Söz konusu yorumları karşıt, uzlaşmaz yorumlar olarak görmek gereksiz. Farklılık, tedavi edici faktörün ne olduğu konusundaki anlaşmazlıkta düğümleniyor; ilki bilinçdışı kompleksi bilinç düzeyine çıkarmakla nevrozun tedavi edileceğini düşünürken, diğeri bilinçdışının kendisini tedavi edici bir potansiyel olarak görüyor. Bu bilinçdışı faktörleri güçlendirmeyi hedef alıyor. Bu nedenle, Slater'ın yukarıda sözünü ettiğimiz iddiası karşısında daha dikkatli düşünmemiz gerek. Söz konusu teoriler gerçekten uzlaşmaz, çelişik, dolayısıyla birinin yanlışlanması gereken teoriler mi, yoksa bir şekilde bütünleştirilebilir yaklaşımlar mı? Bana bu ikinci varsayım daha kuvvetli gibi görünüyor. Sözgelimi Adler de aslında Oidipus kompleksini reddetmez, ancak bu kompleksi Freud'dan farklı bir şekilde yorumlar: Şiddetli aşağılık kompleksi olan ve sosyal duygusu gelişmemiş çocuk, dış dünyaya açılmak yerine aile içine kapanır ve arzularına, bu arada cinsel arzularına da aile içinde nesneler arar; Oidipus kompleksinin nedeni budur Adler'e göre. Freud ise şiddetli Oidipus kompleksi nedeniyle nesne libidosunun karşı cinsten ebeveyne bağlı kalacağını, nesne libidosunun bu saplantısının toplumsal nesnelere yönelmeyi, toplum duygusunun gelişimini engellediğini söyleyecektir. Bu biraz tavuk-yumurta hikâyesini andırırsa da, her iki teorinin aynı anda doğru olması, yani bu iki sürecin birbirini pekiştiren faktörler olması da mümkündür. Yani bunları mantıken zorunlu olarak karşıt olmaktan çıkaracak bir yorum mümkündür. Bu durumda da bir seçim yapma zorunluluğu ortadan kaldırılabilir pekâlâ. 

- Saffet Murat Tura, Freud'dan Lacan'a Psikanaliz

4 Nisan 2022 Pazartesi

Kusursuz Kadının Peşinde

Fowler: Hamilton'u kadın bağımlısı şeklinde tanımlıyorsunuz. Ayrıca bize onun kadınların her biriyle tuhaf bir ilişki kurduğundan söz ediyorsunuz. Onun öykülerini işittiğinizde aklı­nıza ne geliyor? Onun birçok belirtisini ve yakınmasını nasıl bir elekten geçirip Hamilton'un yaşadığı zorluklar içinde hangisinin merkezi önem taşıdığına nasıl karar veriyorsunuz?

Volkan: "Merak" kediyi öldürür derler. Ben, ofisimde sağlamaya çalıştığım güvenli ortamda analizi iyi bir analiz yapanın "merak" olduğunu düşünüyorum. Hastayı dinlerken belirtilerinin, yakınmalarının ve diğer öykülerinin anlamlarını merak ederim. Aklıma gelenlerin çoğu psikanaliz eğitimim ve çocuk geliş­mesi ile insan zihninin evrimi üzerine bilgilerimle bağlantılıdır.


Örneğin, Hamilton her gece bir kadına duyduğu tuhaf gereksinimden, yanında bir kadın olmadığında kaygılı, hatta "paranoid" hale geldiğinden söz ettiğinde, küçük bir çocukken annesiyle olan etkileşimlerinde çektiği zorluklar yüzünden iyi bir anne arayışı­na saplanıp kalmış mı acaba diye merak ederim. Aynı kadınla üst üste iki gece yatamadığını söylediğinde ya da evliliği sırasında Mary ile paylaştığı yataktan çıkıp Della'nın küllerinin yanındaki divana geçtiğini anlattığında, çocukluğundaki annesinin ya da onun bakımını üstlenen kişinin zihinsel imgesini bütünleştiremediği olasılığını aklıma getiririm. Bu soruların yanıtlarını merak ederim, ama Hamilton'a bunu söylemem. 

Analize daha yeni başladık. Aklıma gelen her şeyi hemen hastaya söylemem gerekmiyor. Hastanın bilmesi gereken, onu etkin biçimde dinliyor olduğum. Bu yüzden zaman zaman "Hımm! Hımm!" gibi sesler çıkarırım. Popüler basında karikatüristler ve komedyenler bu tür ibarelerle dalga geçerler ama hastanın onu dikkatle dinliyor olduğumu bilmesi açısından bunlar önemli. Analitik süreçte bu zorlu işin büyük kısmı Hamilton'a düşecek. Bir yandan ben onun yaşamıyla ilgili bilgi toplamayı sürdürürken, bir yandan da onun divanda söylediklerinin anlamlarını merak etmesine yardımcı olacak yollar ararım.

Fowler: Hamilton'un zihninde "kız arkadaşları birbirinin yerine geçebiliyordu" derken, bu dinamik bir formülasyon mu, yoksa sadece onun davranışlarına dair bir gözlemden mi ibaret?

Volkan: Öncelikle, bu ilk görüşme sırasında (analizine başlamazdan önce onu yüz yüze gördüğüm ilk seansta) ve divandaki ilk seanslarında yaptığı tanımlamaları ve adres defterindeki bunca kadına dair öykülerini temel alarak yapmış olduğum bir gözlem. Sonra, birçok kadını birbirinin yerine konabilir gibi algılamasının daha derin anlamını bulmak üzere olası bir formülasyon yaptım: 

Aklıma gelen, çocukluğunda annesi ve onun vekilleriyle yaşadığı zorluklara saplanıp kalmış olmasıydı. Bu yüzden, yetişkin yaşamındaki kadınlar (tabii ki onların birbirinden farklı insanlar olduklarını biliyordu) henüz onlarla psikolojik hesapları kapatamadığı, çocukluğunun "iyi” ve "kötü" annelerini temsil ediyordu. Bu hesabı kapatmak istiyordu; ama ne yazık ki bu örüntüyü tekrarlamaya saplanıp kalmıştı. 

Kısa bir süre sonra, çok renkli kuşların olduğu maskeli balo düşünü getirdi: bu düş, içsel olarak kadınlar arasında ayrım yapmadığının bir "kanıtı" oldu. Hamilton düşünü anlatırken aklı karışmıştı. "Bütün kuş­lar aynı, çok sayıdalar, ama hepsi birbirinin aynı." Gündelik ya­şamında kadınlar gelip geçiyorlardı, sayıları o kadar çoktu ki bazen önceki gece kiminle yattığını bile anımsayamıyordu! 

İşte bu noktada ben onun çok sayıda kadını birbirinin yerine kullanıyor olduğuna dair bir "kanıt" buldum. Uygulamada, ilk görüşmede ve ilk seanslarda yapılan gözlemlerin doğru olup olmadıklarını anlamak için daima beklemeniz gerekir. Beklersiniz ve ortaya çı­kan verilere kulak verirsiniz (belki gözlemleriniz doğrulanacak ve önemli olacaklardır, belki de anlamsız oldukları anlaşılacaktır): hastalar, çatışmaları açısından elzem olan temalara tekrar tekrar dönerek size bunu söylerler.

- Vamık D. Volkan, Kusursuz Kadının Peşinde

31 Mart 2022 Perşembe

Yaşamın İkinci Yarısında Anlam Arayışı

Bazen bir başkasının hayatını yaşadığımızı, seçimlerimizi onun değerlerinin yönlendirdiğini dehşet içinde fark ederiz. Sürdürdüğümüz yaşamla ilgili bize ters gelen bir şeyler olsa da, tek seçeneğimiz buymuş gibi görünür. Başkaları tarafından alkışlandığımızda bile, içten içe kendimizi sahtekâr gibi hissederiz. 

Şu gerçek hikâye üzerine biraz düşünün: Adam tüm hayatını aklın hizmetinde, akademik çevrelerde geçirmiştir. Sonunda emekli olur ama depresyona girer, zira ruhsal enerjisini taşıyabileceği bir yapıdan ve hizmet edeceği tutarlı bir değerler bütününden yoksun, mensup olduğu kurullar ve öğretmenlik rolü dışında kim olduğuna dair kavrayıştan mahrum kalmıştır. Bir gün, bir saatlik bir terapi seansı sonrası eve dönerken ağlamaya başlar ve anlaşılmaz bir şekilde gözyaşı dökse de, bilincinde bunu açıklayacak hiçbir görüntü veya mantık izi bulamaz. Oldukça başarılı bir hayatı olan bu adam, sadece bedeninin içine çaresizce çekilmenin ne kadar aşağılayıcı olduğunu itiraf eder.


Aynı akşam rüyasında, üniversiteye döndüğünü, hazırlanmadan bir sınava girdiğini ve herkesin sınavda onun çok önüne geçtiğini görür. Kadın öğretim üyesi ona doğru yürüyerek “Bu dersten kalmana izin vermeyeceğim,” der. Çocukluğunda faaliyetlerini her zaman annesinin yönlendirdiğini, kendi hedeflerini onun hedefleri olarak belirlediğini ve kadın öğretim üyesiyle aynı tonu kullanarak onun adına müdahalelerde bulunduğunu hatırlar. Tüm çocuklar gibi güçsüz olduğundan, annesinin isteklerinin kendi istekleri olarak kabul etmiş ve bu yüzden kendi yaşamında onun ihtiraslarını gerçekleştirmiştir. Ancak rüyası şöyle devam eder: “Birdenbire, bu dersi almak zorunda olmadığımı hissettim. ‘Bu sınav bana hiçbir şey ifade etmiyor! Artık bu şekilde sınanmayı aştım ben!’ diye düşündüm. Müthiş bir rahatlama yaşadım. Önümdeki mavi sınav kitapçığını yırtıp sınıftan çıktım.” Ve işte böylece, farklı bir yaşama -kendi yaşamına- başlar.

Ya da kendine ait tıbbi malzeme şirketinde satıştan sorumlu başkan yardımcılığı görevine yükselen otuz sekiz yaşındaki bir kadının hikâyesine göz atın. New York’tan Denver’a giden uçakta kitap okurken, Nebraska’nın üzerinde bir yerlerden geçtiği sırada, zihninde şaşırtıcı bir düşünce beliriverir: “Hayatımdan nefret ediyorum.” Yaşamını mesleki hedeflerine ulaşmakla özdeşleştirmiştir, ama o an, on bin metre yükseklikte, ne zamandır depresyonun belirsiz sularında yüzdüğünü fark eder.

Hayatımın ortalarında, Zürih’te psikanalize başlamak üzereyken gördüğüm ilk rüyaya kulak verin. Bir Ortaçağ kalesinin surlarında şövalyeyim ve tepeme oklar yağmur gibi yağıyor. Ormanın kenarında, saldırıyı yöneten, cadıya benzer birini gördüm. Müthiş bir kaygı duydum çünkü kalenin düşmesinden korkuyordum, zaten rüyanın sonunda da akıbeti muamma olarak kaldı. Psikanalistim, artık kalemin asma köprüsünü indirmemin ve dışarı çıkıp cadıyla karşılaşmamın ve neden bana bu kadar öfkeli olduğunu anlamamın zamanı geldiğini söyledi. Doğal olarak bu karşılaşmadan çok korkuyordum, hangimiz kendi isteğiyle, korunaklı kalesinden çıkıp savunmasız bir şekilde korktuğu şeyin karşısına çıkar ki? Ama analistimin tavsiyesinin yerinde bir tavsiye olduğunu biliyordum. Karanlık bir orman yolculuğunun başındaydım; bu orman, bilinç düzeyime çıkmadan önce uzun yıllar yaşamış olduğum bir ormandı.

Birbirinden oldukça farklı bu insanların ortak noktası nedir? Hepsi ruhlarında bir isyan, egolarının benlik ve dünyayı kavrama biçiminde bir altüst oluş yaşamış ve yaşamlarını ikinci yarısını daha bilinçli bir şekilde yaşamaya yönelik oldukça zorlu bir davet almışlardı. Önce bilinçlerinde şaşırtıcı bir karmaşa yaşamışlar ve her biri bulundukları tanıdık ortamlardan daha karanlık bir ormana adım atmış, daha doğrusu oraya çekildiklerini duyumsamışlardı. 

Karanlık bir ormanda yolculuk etme imgesini aşina bulmayacak biri olabilir mi? Şair Dante, hayatının ortasında, yolunu kaybettiğini ve karanlık bir ormanda bulunduğunu fark etmiş, bu bilinçle o meşhur, muhteşem yeraltı dünyasına iniş sürecine başlamıştı. Tüm iyi niyetimize rağmen, biz de kendimizi sık sık karanlık bir ormanda buluruz. 

İyi niyetimiz, dikkatimiz ve zekâmız, öngörülerimiz, planlama becerimiz, dualarımız veya başkalarından aldığımız rehberlik, bizi belirli dönemlerde karşı karşıya kaldığımız kafa karışıklığı, yönelim bozukluğu, can sıkıntısı, depresyon ve kendimize ve başkalarına karşı hissettiğimiz hayal kırıklığı duygularından ve daha önce işe yarar gibi görünen planların ve stratejilerin eriyip gitmesinden koruyamaz. Yaşamlarımızın bilinçli işleyişini yerle bir eden ve özerk gibi görünen bu süreç bizim için ne anlama geliyor olabilir ve karanlıkla bu acı dolu karşılaşmalardan kendimizi geliştirerek nasıl çıkabiliriz? 

Bu kitabın başındaki sorular size hitap ediyorsa, biraz korkutuyorsa, meydan okuyorsa, siz de zaten bir süredir bu sürecin içindesiniz demektir. Güvenli kıyılardan demir almak, oldukça anlaşılır olan rahatlık, emniyet ve öngörülebilirlik arzularınızla çelişse de, ruhumuzun derinliklerinde yatan anlam, şifa ve bütünlük istekleriyle güdülenen bir yönelimdir. 

Psikolojik olarak alt üst olduğumuz bu dönemlerde, sıklıkla kendimizi kurban gibi hisseder ve bu acıların bir gelişme, genişleme amacına hizmet edeceğini hayal edemeyiz. Çoğu kez, çok daha sonra, o dönemlerde kesinlikle öyle hissetmesek de, bir şeylerin bizi bilinçli bir şekilde harekete geçirmiş ve yolculuğumuzun yeni bir evresini başlatmış olduğunu fark ederiz. 

Acı çekmenin bizi büyüttüğünü ve insani açıdan zenginleştirdiğini gönülsüzce itiraf ederiz.

- James Hollis, Yaşamın İkinci Yarısında Anlam Arayışı

26 Aralık 2021 Pazar

Jung ve Kişilik Gelişmesi

Hiçbir zaman hastayı başka birine dönüştürmeye çalışmam. Benim için önemli olan hastanın kendi görüşünü kazanmasıdır. Tedavim altındaki biri bir pagansa pagan, bir hristiyansa hristiyan ve bir yahudiyse yahudi, yani kaderi neyse o kalır.

İnancını yitirmiş yahudi bir kadın hastamı çok iyi anımsıyorum. Olay gördüğüm bir düşle başladı. Düşümde tanımadığım genç bir kadın muayenehaneme geldi. Bana durumunu anlatırken, "Dediğinden hiçbir şey anlamıyorum. Ne demek istiyor?" diye düşünüp dururken ansızın çok güçlü bir baba kompleksi olduğuna karar verdim. İşte düş böyleydi.



Ertesi gün saat dört için bir randevu alınmıştı. Genç bir kadın geldi. Zengin bir yahudi bankacının kızıydı. Çok zeki bir kadındı. Çok şık giyinmişti. Daha önceden de analize gitmiş ama doktoru ona duygularını aktarınca evliliği tehlikeye girmesin diye bir daha gelmemesini rica etmiş.

Kızın yıllardır şiddetli bir anskiyete nevrozu vardı. Özgeçmişiyle başladım ama dikkat çekici bir şey bulamadım. Batılılaşmış bir yahudiydi ve uyum bozukluğu yoktu. İlk önce sorununun ne olduğunu anlayamadım. Birdenbire aklıma gördüğüm düş geldi. "Demek ki gördüğüm küçük kız bu!" diye düşündüm ama genç kadında baba kompleksinin izine rastlamamıştım. Böyle durumlarda yaptığım gibi kadına büyükbabasını sordum. Bir an gözlerini yumdu. O da bana yetti. Sorun burada yatıyordu. Ona, büyükbabasını anlatmasını söyledim. Hahammış ve bir yahudi mezhebindenmiş. "Hasidiklerden miydi? Haham olduğuna göre bir zaddik miydi?" diye sordum. "Evet, öyleymiş. Bir aziz olduğu, sezgisinin de olağanüstü olduğu söylenir. Saçma! Böyle bir şey olamaz," diye yanıtladı.

Kızın özgeçmişini irdelemeyi bıraktım. Nevrozunun nedenini anlamıştım. "Şimdi size kabul etmeyeceğiniz bir şey söyleyeceğim. Büyükbabanız bir zaddikmiş. Babanız yahudi dinine karşı çıkıp gizine ihanet etmiş ve Tanrı'ya sırt çevirmiş. Nevrozunuzun kaynağı Tanrı korkusu," dedim. Yıldırım çarpmışa döndü.

Ertesi akşam bir düş gördüm. Evimde bir davet veriliyordu ve hastam da oradaydı! Yanıma geldi ve bana, "Şemsiyeniz yok mu? Çok yağmur yağıyor," dedi. Bir şemsiye buldum. Tam ona verirken ne yaptım biliyor musunuz? Bir tanrıçaymışçasına dizlerimin üzerine çöktüm ve şemsiyeyi öyle verdim.

Bu düşü ona anlattım. Bir hafta içinde nevrozu geçti. Düş bana yüzeysel görünüşünün altında bir azizede olabilecek niteliklere sahip olduğunu anlatmıştı. Mitolojik düşünceleri yoktu. Bu nedenle, yapısının en önemli niteliği kendini ifade etme olasılığını bulamıyordu. Tüm bilinçli faaliyetleri flört etmeye, giyime ve cinselliğe yönelmişti çünkü başka bir şey bilmiyordu. Yalnızca zihni tanıyor ve anlamsız bir yaşam sürüyordu. Aslında, ruhsallığa dönük yapıları olan Tanrı'nın çocuklarından biriydi. Böylece yaşamı anlam kazandı ve nevrozu geçti.

Bu vakada hiçbir yöntem kullanmadım. Yalnızca numenin varlığını sezmiştim. Ona yaptığım açıklamalar iyileştirici olmuştu. Burada önemli olan yöntem değil korkuydu.

Yaşamın sorunsallarına yanlış yanıtlar bulmuş ve onlarla yetinmiş ve bu nedenle nevrotik olmuş çok insan tanıdım. Mevki, para, evlilik ya da ün peşinde koşarlar; bulunca da mutsuzlukları sürer. Çoğu insan çok kısıtlı ruhsal sınırlar içinde kalır. Yaşamlarında ne yeterince içerik ne de yeterince anlam vardır. Kişiliklerinin gelişmesine yardımcı olunursa nevrozları çoğu zaman yok olur. Bu nedenle, kişilik gelişmesi benim için çok önemlidir. 

Görsel.

22 Aralık 2021 Çarşamba

Tahran'da Psikanaliz Yapmak

Son beş yıldır Tahran'da psikanaliz pratiğimi sürdürüyorum. Bu süre içinde İran'da bir psikanalist olarak yaşadığım deneyimler üzerine birkaç makale yazdım ve bunları uluslararası konferanslarda sundum. Birkaç Batılı radyo istasyonu ve dergi bu konu üzerine benimle röportaj yaptı ve ayrıca şu an okumakta olduğunuz bu kitabı yazdım.


İran’da psikanaliz yapmak üzerine farklı platformlarda konuşmak benim için ilginç bir deneyimdi. Dinleyicilerin anlattıklarıma verdikleri tepkiler gayet şaşırtıcıydı. Ben bu tepkiyi, Julia Kristeva’nın bir ifadesini ödünç alarak, “büyülenmiş bir reddediş” hali olarak yorumluyorum. 

İran'da psikanaliz yapma konusu daha en başından büyüleyici birtakım fantezileri kışkırtıyor; dinleyici çoğunlukla lezzetli, egzotik hikâyelerin beklentisine giriyor. Ancak bu büyülenmeye, İran'da psikanaliz yapmanın imkânsızlığına gönderme yapan bir reddediş eşlik ediyor. Boston’da veya New York’ta yaşayan hastaların hikâyelerine benzeyen vakalar sunarak neredeyse hayal kırıldığına sebep olduğumu hissediyorum.

Bu tepkiler, Edward Said’in kullandığı terminolojiyi ödünç alarak, “oryantalizm”in bir formu olarak da yorumlanabilir. Egzotik (veya oryantal) Öteki, bir Batılı için büyüleyici bir şey, ama bu bakış Öteki’ni aşağı gören bir bakış; genellikle Fransızlara atfedilen türden bir egzotiklik değil. 

Ancak, Said’in kuramsal duruşunun ayrıntılarına girmeden, onun teorisine göre "Oryantal"lerin oryantalizmi yaratma konusunda taşıdıkları sorumluluğa da değinmek isterim. İçinde bulunduğumuz durum için, kaderimiz için Batıyı suçlamaktan vazgeçmeliyiz.

İşin aslı şu ki, şayet bu kitabı oryantalist meraklarınızı doyurmak için okuyorsanız, sizi uyarmam gerekiyor: hayal kırıklığına uğrayacaksınız.

Kara çarşafı erotize etmenin, Ruj Cihadı gibi egzotik başlıklar kullanmanın, İranlı erkeklerin karılarını nasıl dövdüklerinden bahsetmenin, veya elif, be, te gibi harflerle İran kaligrafisini erotize edip, Şehrazad, Siyavaş, Mahmut, Hüseyin gibi egzotik isimler kullanmanın popüler bir akım olduğunu biliyorum. Ben bu fenomen için “Öteki”ni suçlamıyorum, bu bizim kendimize yaptığı­mız bir şey. Bizler Öteki’nin gözlerindeki oryantal yansımamıza bağımlıyız.


Bir Fransız arkadaş geçenlerde “Fransızların da çeşitli şekillerde erotize edildikleri”ni anımsattı bana. Ama ben creme brûlee üzerinden erotize edilmekle, kara çarşaf üzerinden erotize edilmek arasında bir fark olduğuna inanıyorum. İlki efendi-köle zihniyetinin bir tezahürü değil; Fransızlar üstünlükleri üzerinden erotize ediliyorlar, bunun yanında Oryantaller aşağı seviyede sundukları hoşluklar için arzu ediliyorlar.

Suçlama oyununu oynamıyorum; biz bunu kendimize yapı­yoruz, çünkü süreçten elde edilebilecek birçok nevrotik kazanım söz konusu.

Değişim kendi içimizde başlar. Erotik, egzotik ve acayip görülmenin zevklerinden vazgeçmeliyiz. Kaçınılmaz sıradanlığımızla yüzleşmeliyiz. 

Slavoj Zizek, yakın zamanda verdiği bir röportajda, Abbas Kiarostami’nin filmlerinde en çok hayranlık duyduğu şeyin bu filmlerin seyirciye İran’daki gündelik hayata dair imgeler göstermemeleri, evrensel çelişkileri sunmaları olduğunu söylemiş. Ben de aynı düşünce ekolünden geliyorum. 

Geçenlerde ünlü bir Lacancı psikanaliste “Divan ve Kara Çarşaf” başlıklı bir makalemi, yorum yapması için gönderdim. Şöyle yazdı: 

Burada, bana, sunduğunuz şey... İran’da psikanaliz pratiğini sürdürmenin imkânsızlığından alınabilecek sosyolojik derslerdir -İranlının kendi benliğini yaratma sürecine dair çok güzel bir araştırma. Orada Ödipal kompleks Batı’da olduğundan çok daha farklı parametrelere göre hayata geçiyor... her şey tepetaklak olmuş. Sembolik Düzen - ya da onun yerine geçen şey, yani tutkulu erkekleriyle birlikte baskılanan, o tüm zamanların en büyük uygarlığı üzerine empoze edilmiş ve mekanik bir dayanışmayı hatırlatan eğilmez, bükülmez yapı- annenin her şeye kadir arzusunu düzenleyen şeyin çocuğu için bir arka zemindir... bu yüzden feminenlik ve bedene dair postmodern tanımlamalar, ataerkil düzene yönelik doğrudan bir suçlama olmadığı için, Batılı anlamda olmadığı için, kanımca sorunludur. Her halükârda psikanaliz İran'da işleyemez, çünkü nihayetinde tamamen Batılı bir pratiktir.

Bu analiste göre, İran’da psikanaliz mümkün değildir — ve yalnızca Batılı bir pratik olduğu için değil, İranlılar farklı bir sembolik düzen içinde işlev gördükleri için mümkün değildir. İran’da sembolik düzen tepetaklaktır: çocuk için Oedipus kompleksine bir giriş kapısı bulunmamaktadır, yani burada bir bakıma İran milli psişesinin psikotik özellik gösterdiği ima edilmektedir.

Yakın zamanda Boston’da gerçekleşen bir konferansta ise bir başka psikanalist yazdığım farklı bir makaleye şöyle tepki verdi: “Ama ben sanmıyorum ki İranlılar serbest çağrışım yapabilsinler!” Ben de İranlıların serbest çağrışımdan başka bir şey yapmadıkları ve sorunlarının da bu olduğu şeklindeki kendi görüşümü dile getirerek cevap verdim.

Ayrıca kitabımın ilk taslaklarından birini birçok defalar Tahran'ı ziyaret etmiş ünlü bir gazeteciye gönderdim. İran'ın onu büyülediğini biliyordum. Bana şöyle yazdı:

Yayımcılık şirketi olan bir arkadaşıma konudan bahsettim. En kışkırtıcı birkaç bölümü seçip, ona e- postayla göndermeni istedi. Ancak bu bölümler Amerikan halkına hitap edecek bölümler olmalı. (Bir psikanalistin Manhattan’da yazabileceği türden bir malzeme olmamalı, ağız sulandırıcı olmalı.) 

Bir psikanalistin nasıl olup da İran’da işlev görebileceğini aklım almıyor. Hiçbir ayetullah gelip, yardım istedi mi, merak ediyorum. 

Bölümlere daha zıpır, daha enerjik bir başlık vermelisin. (“İran'da Divana Uzanmak” örneğin, daha iyi: daha zıpır!) Tahran’da hakikaten kaç hastayı tedavi ettiğini merak ediyorum. Tahran dışından gelen hastan da var mı? Psikiyatrik tedavi gören mahkûmlar oluyor mu?

İran otoritelerinin hastalarının sana anlattıklarını öğrenmeye çalışacaklarından endişe duyduğun oluyor mu? Hastaların arasında siyasi hükümlüler oldu mu? 

Hastaların daha çok seksüel sorunları mı oluyor, siyasi sorunları mı? Ya da bazen bunların birbirine karıştığı oluyor mu? [Anlaşılan, bu gazeteciye göre bir Iranlının yaşayabileceği yegâne iki sorun ancak bunlar olabilir!] 

Başlığı “İran’da Çıldırmak” şeklinde değiştirmeye ne dersin?

İşte “büyülenmiş reddediş”ten kastım bu. İranlılar başka bir dünyanın varlıklarıdır. Tuhaf, egzotik yaratıklardır. Kimdir bu yabancılar? Ve neden, kimden yabancılardır?

- Gohar Homayounpour, Tahran'da Psikanaliz Yapmak

13 Aralık 2021 Pazartesi

Bilinçdışının Dili

Psikanaliz tedavisi söze dayanır. Söylemeyi ve dinlemeyi esas alır. Doğal olarak kuram da yıllar içinde, daha da vurgulu bir şekilde, insanın duyularıyla algıladığı dünyayı temsillere ve simgelere, esas itibariyle de dilsel temsillere dönüştürme süreçlerini merkezine almıştır. Psikanalize göre seansta, analistle analizan arasında, bilinçdışından bilinçdışına bir konuşma gerçekleşir. 


Başlangıçta, bilinçdışının diline hâkim olan ve odadaki iletişimin bu yönüne odaklanan kişi analisttir. Analist tutumu, sözel müdahaleleri ve yorumlarıyla, bilinçdışının dile geldiği bu iletişim boyutunu analizanın da fark etmesini ve dikkatinin hep orada asılı kalmasını sağlar. Bu yönüyle düşünüldüğünde, psikanaliz tedavisinde arka planda süregiden bir deneyim alışverişi vardır. Bu alışveriş, tanımlanamayan, adlandırılamayan duygu ve düşünceleri kelimelere dökmenin yollarını bilen birinin, bu bilgiyi o işte henüz acemi olan birine aktarmasını içerir. 

Bu yüzden analist-analizan ilişkisi çoğu zaman bir usta-çırak ilişkisine benzetilir. Hatta analizan daha sonra kendisi de analist olacaksa, gerçek anlamda bir usta-çırak ilişkisine de dönüşür. Psikanaliz sürecinin sonunda analizan da artık bilinçdışının dilinden anlamaktadır ve bu şekilde kendi kendini analiz etme/tedavi etme kapasitesini kazanmıştır. Usta-çırak ilişkisi sanatla ve edebiyatla uğraşanlara hiç de yabancı değildir. Hatta “uğraşmak” terimini okur olarak, dinleyici veya izleyici olarak uğraşmak anlamında da genişletmeliyiz.

Bilinçdışının dili hem evrensel hem de son derece bireysel bir dildir. Dış dünyada da has yazarlar/sanatçılar ve özellikle de şair-ler bize bilinçdışının diliyle konuşurlar. Psikanalizde kişinin ruhsal acısını tanımak ve acı veren ruhsal yapılanmayı dönüştürmek üzere geliştirilen kuramların büyük bir kısmı ve ruhsal işleyişe dair tanımlamaların çoğu, psikanalizden çok önce başka bir amaçla kendi sanatları bağlamında sanatçılar ve edebiyatçılar tarafından dile getirilmiştir. Bu ortak ilgi alanını insan zihninin karanlık kısımlarına olan merak çerçevesinde düşünebiliriz. Psikanalizde “ruhsallık” olarak adlandırdığımız alan sanat ve edebiyatta sanatçının yaratımlarının ve esinlenmesinin kaynağı olan alana denk düşer. Esas itibariyle ele gelmeyen, karanlık, muğlak bir alan olarak tanımlanır. Psikanalistle sanatçı, kendi disiplinlerinin araçlarıyla bu alanı tanımlar ve ona yer yer örtüşen açıklamalar getirirler.

Fransız psikanalist André Green’in tanımıyla edebiyat, dilin ruhsal gerçekliğe göndermede bulunacak şekilde işlenmesidir. Bunun çok güzel bir tanımlama olduğunu ve Green’in bu tanımlamayla iç içe geçmiş iki işleme işaret ettiğini düşünüyorum. Bunlardan biri, dilin ve kelimelerin dönüştürülmesi ve bu dönüşüm sonucunda gidererek daha zengin ve karmaşık sözel ifadelerle yeni anlamlara ulaşılmasıdır. Diğeri ise göndermede bulunulan ruhsal gerçekliğin dile gelmesiyle ortaya çıkan ruhsal işlemdir. Buna psikanaliz dilinde, bazı durumlarda temsil edilemeyen ruhsal içeriklerin temsile kavuşturularak zihinselleştirilmesi, bazı durumlarda da bastırılmış olanın bilinçli hale getirilmesi diyoruz.

Bu çift taraflı işlemin sanatta/edebiyatta ve psikanalizde ele alınış biçimleri her iki alanın kendine özgü amaçlarına göre farklılık gösterse de, sonuçta psikanalizle sanatların ruhsal malzemeyi işleme biçimleri arasındaki yakınlık apaçık ortadadır. Özellikle yazarların ve sanatçıların tanıklıklarından biliyoruz ki, bu kişiler sanatlarını konuşturarak sadece beğenilecek eserler ortaya çıkarmakla kalmıyorlar, aynı zamanda eserin oluşumu sırasında kendi içlerinde de bir dönüşümün gerçekleştiğini fark ediyorlar. 

Sanatları aracılığıyla nasıl esrimeye girdiklerini, nasıl esinlendiklerini, kendi karanlıklarına dalıp, içsel bir yolculuğu tamamlayıp kendi derinliklerinden hakikati nasıl bulup çıkardıklarını anlatan yazarlar öteden beri var olmuştur. Fakat ruhsal süreçleri anlatan bu ifadeleri ait oldukları alana, yani ruhbilimi alanına katmayı akıl eden ilk kişi Freud’dur. 

Freud psikanaliz kuramını geliştirirken en az hastalarına dair gözlemleri kadar, içinde sanatçı ve edebiyatçıların deneyimlerinden örneklerin de bulunduğu “sağlıklı” ya da “normal” durumlara dair gözlemlerden de faydalanmıştır. Ve psikanalizi ayrı bir disiplin olarak yerleştirmek için çalışırken, analistlerin eğitiminin edebiyat ve insan bilimleri alanında da bir eğitimi içermesi gerektiğini söylemiştir. Freud bunu iki yönden teşvik ediyordu. Birincisi edebiyat ve insan bilimlerinin terbiyesinden geçmek analistlerin kendilerinin ve ötekinin bilinçdışını dinleme becerilerini geliştirmesi bakımından önemliydi. İkincisi kuramı ve tekniği geliştirmek için bire bir edebiyattan ve insan bilimlerinden destek alınması gerektiğini düşünüyordu. Psikanalistleri, edebiyatı klinik çalışmalarına katmaları yönünde teşvik ediyordu. Jung ve Rank’ın çalışmaları, Freud’un zamanından buna örnektir.

- Nilüfer Erdem Güngörmüş, Sanatçının Kendine Yolculuğu