31 Aralık 2022 Cumartesi

2022 Biterken...

Yılın son günündeyiz sevgili blog okuru. "2021 Biterken..." adlı yazımı tam bir yıl önce bugün yayınlamıştım, Ingmar Bergman'ın (özenmekten kendimi duvardan duvara döşediğim) çalışma odasının görselleri eşliğinde paylaşmıştım yılın dökümünü; bu yıl çok sevdiğim ressam Edward Hopper'ın Felsefeye Yolculuk (Excursion into Philosophy, 1959) tablosu eşlik ediyor yazıma. Yıl boyunca felsefe, özellikle stoacı felsefe okumaları yapmaya çalıştım, yaşam felsefesi kurma gayretimi ciddi biçimde ilerlettim, bu yüzden aklıma ilk gelen görsel bu tablo oldu. 


Gelelim yılın dökümüne: 2022'nin bahar dönemi klinik psikoloji yüksek lisans eğitimimde süpervizyonla geçti, çok da iyi oldu. Üç hocamdan ayrı ayrı süpervizyon almak beni hem mutlu etti hem de geliştirdi. Bahar döneminin sonunda bitirme tezi için etik kurul başvurusu yaptım, onayımı aldım, çalışmaya başladım. Aralık itibariyle de tez tamamlandı, muhtemelen Şubat 2023 gibi savunmaya çıkıp bu macerayı da geride bırakmış olacağım. 

Ocak 2022'de serbest zamanlı başladığım Gülümse Terapi'deki psikoterapi uygulamalarım tüm hızıyla devam ediyor. Ofiste iyi bir ekip olduğumuzu düşünüyorum, kurumda liseli öğrencilerle çalışırken ofiste yetişkin yaş grubuyla bireysel ve çift terapi seansları yapıyorum, danışanlarla birlikte büyüyorum, öğreniyorum. 

Film/dizi adına yine ölü bir yıl geçirdim desem yeridir. Beğendiğim filmler blogda yazılarına yer verdiğim Son Düello, C'mon C'mon, Macbeth'in Trajedisi ve Dünyanın En Kötü İnsanı oldu. Dizi olarak annemle en baştan başladığımız Person of Interest yolculuğumuz devam ederken, ortalığı toza dumana katan House of the Dragon'u (eleştirdiğim yerleri olsa da) heyecanla izledim. 

Müzik... Spotify hesabıma göre 2022'de en çok Turgut Çıngı, Şebnem Ferah, Gojira, Sertab Erener ve Pentagram dinlemişim. Sertab'la Şebnem'i bu kadar çok dinlediğimi fark etmemiştim, Turgut Çıngı'yı Gidemem şarkısı yüzünden onlarca kez dinlerken favori metal gruplarımdan Gojira'nın özellikle Fortitude albümüne fena sardım. Pentagram ise benim için tüm zamanların favorilerinden, her sene 5. sıradaki yerini alıyor. Bu sene de Makina Elektrika albümleriyle fanlarını memnun ettiler. 

Ve kitaplar... Blogun sıkı takipçilerinin çok iyi bildiği üzere kitaplar vazgeçilmezimdir. Yine çok iyi kitaplar okudum, üzerine düşündüm, taşındım, yazdım, sildim, karaladım, tekrar yazdım. Geçen yılki yazımda kitap fiyatları ve yayıncılık krizinin olduğuna değinmişim. Malumunuz, bu sene yayıncılık daha da büyük krizlerle devam etti, kitap fiyatları sürekli arttı. Buna rağmen indirim yakaladığımda kaçırmadım; alıp henüz okuyamadıklarım da var elbette, ancak okuduklarım bana "vuhu" dedirtti. Okuyup çok sevdiğim kitaplardan bazıları:

1) Marieke Lucas Rijneveld, Akşamlar Rahatsız Edicidir

2) Tea Obreht, Bozkır

3) Evelio Rosero, Öğle Yemekleri

4) Saul Bellow, Günü Yaşa

5) Merce Rodoreda, Ölüm ve Bahar

6) Tim Winton, Dönüş

7) Douglas Stuart, Shuggie Bain

8) Jenny Offill, Hava Durumu

9) William B. Irvine, Güzel Yaşam Kılavuzu: Antik Stoacı Sevinç Sanatı

10) Frederic Lenoir, Spinoza Mucizesi, Öngörülemeyen Bir Dünyada Yaşamak ve Arayanlar İçin Açıklamalı Bilgelik

11) Louis Cozolino, Terapi Neden İşe Yarar?: Zihnimizi Kullanarak Beynimizi Değiştirmek

12) Latife Tekin, Sevgili Arsız Ölüm ve Berci Kristin Çöp Masalları

13) Ari Folman, David Polonsky, Anne Frank’ın Hatıra Defteri (Grafik Uyarlaması)

14) Faruk Duman, Sus Barbatus! 1-2-3

15) Annie Ernaux, Seneler

2021 yılın dökümünde 7 kitap yazmışım, bu sene 15 maddede 20 kitap sığdırmış oldum, demek ki daha isabetli tercihler yapmışım. Bir de geçen yıl yazıyı bitirirken bitirme tezi ve yeni roman projesinden bahsetmişim. Bitirme tezine zaten yukarıda değinmiştim, roman da tamamlandı, kitaplarını okuduğum bazı yayınevlerine gönderdim, bazıları olumsuz dönüş yaptı, bazıları henüz dönüş yapmadı. Olumlu dönüş olur mu olmaz mı şu an için bilemiyorum, beklemedeyim. Ama pek bir umudum yok, çünkü bir editörün gözünden geçmeden bir kitap dosyasının kabul alabilmesi pek mümkün görünmüyor. Yazı dili ve üslûbun yayınevine uygunluğunu da o yayınevinden bir editörle çalışmadan pek bilme durumumuz olmuyor. En azından ben üstüme düşeni şimdilik yaptığımı düşünüyorum. Sırada bir çocuk romanı var, 2023'de bunu bitirmek için mesai harcayacağım gibi görünüyor. 

Ruh ve beden sağlığımızı koruduğumuz, huzurlu ve mutlu olduğumuz, sevdiğimiz işleri yaptığımız ya da yaptığımız işleri sevdiğimiz bir yıl dilerim hepimize. Görüşmek üzere...

- Tuna 

30 Kasım 2022 Çarşamba

Spinoza Mucizesi

Etika'nın üçüncü kitabının 6 numaralı önermesi, Spinoza doktrininin en kilit temalarından biridir: "Her şey, var olma gücü uyarınca, varlığını sürdürmeye gayret eder." Bu gayret (Latincede conatus), hayatın evrensel kanunudur ve modern biyoloji bunu doğrulayacaktır. Nitekim nörolog Antonio Damasio, Spinoza üzerine yazdığı Spinoza Haklıydı başlıklı kitapta şunu ifade eder: "Yaşayan organizma; yapılarının ve işlevlerinin bütünlüğünü, hayattaki muhtelif tehditlere karşı koruyacak şekilde meydana gelmiştir." 


Spinoza da her organizmanın aynı derecede doğal biçimde ilerlemeye, büyümeye, daha kusursuzlaşmaya ve bu yolla gücünü artırmaya çalıştığını söyler. Ancak dış dünya kaynaklı başka pek çok beden ve fikir, bedenimize ve zihnimize etkide bulunur. Bu "duygulanışlar" (Latince affectio), ille de olumsuz değildir: Zarar verip geriletebilecekleri gibi canlandırıp büyütebilirler de. Örneğin güzel bir manzarayı seyretmek bir dış bedenle yaşadığımız, bizi canlandıran türde bir karşılaşmadır. Kendimize dair yaralayıcı bir söz işitmek ise aksine, bize acı veren bir düşünceyle karşılaşmadır. 

Bir dış beden yahut fikirlerle karşılaşma doğamızla uyumlu olduğunda kudretimizi artırır. Doğamızla uyumlu olmayan karşılaşmalar, tam tersine kudretimizi azaltır. Spinoza kudretimizin artmasına sevinçli bir duygunun, kudretimizin azalmasına ise kederin eşlik ettiğini söyler: "Sevinç, daha eksik bir halden daha eksiksiz bir hale geçiş, keder ise eksilmedir." Yani sevinç, eyleme kudretimizdeki her artışa eşlik eden temel duygu, keder de eyleme kudretimizdeki her düşüşe eşlik eden temel duygudur. O halde Spinoza etiğinin hedefi; akıl sayesinde hayatını, kederi azaltacak ve sevinçli ebedi saadete ulaşana dek artıracak şekilde düzenlemektir. 

"Akıl sayesinde" diye özellikle belirtiyorum çünkü Spinoza için; yaşama gücümüzü, eyleme gücümüzü artırma ve böylelikle ondan kaynaklanan sevinci artırma arayışı doğal ve evrenseldir. Cahil kişi bu arayışı muhayyilesi ve şeylerin kısmi, dolayısıyla "uygun olmayan" bilgisiyle sürdürürken bilge insan, kendisine şeylerin "tümüyle uygun" bilgisini veren akıl vasıtasıyla ilerlemeye çalışır. Bu demek oluyor ki Spinoza iki temel bilgi türünü birbirinden ayırır: İlk tür sadece, bedenimize ve ruhumuza tesir eden dışımızdaki fikir ve cisimlerle karşılaşmalardan meydana gelir. Bu karşılaşmalar nesnel hakikate değil o hakikate dair temsilimize denk düşen imgeler üretir. 

Spinoza kendimize dair bilgiyi ve dünyaya dair bunun dolayımında elde ettiğimiz bilgiyi "uygun olmayan" olarak niteler. Bu, ilk bilgi türüdür: Bir şeyin hayali ve kısmi temsilinden yola çıkarak, ona dair oluşturduğumuz kanıdır. Ancak kusursuz olmayan bu safha, "bütün cisimlerin herkes tarafından tümüyle uygun, yani açık ve seçik biçimde algılanabilmesinden ötürü tüm insanlarda ortak olması gereken mefhumlara" dayanan aklı geliştirmek suretiyle aşılabilir. 

Tüm insanlarda ortak olan bu mefhumların yani bu evrensel uygun bilgilerin üzerleri hayali tasavvurlarımız ve kanaatlerimizle örtülü olduğundan, bu ortak mefhumların üstünü açarak onları özgürleştirmek ve sonra bizim için neyin iyi neyin kötü olduğunun ayırdına varmak için aklımıza başvurmamız gerekir. 

- Frederic Lenoir, Spinoza Mucizesi

Görsel.

9 Kasım 2022 Çarşamba

"Düşüncelerime Hakim Olamıyorum"

Günümüzde birçok kişi sıklıkla "düşüncelerime hakim olamıyorum" şikayetiyle bizlere başvuruyor. Ya da başvuru nedenleri arasında o nedenleri etkileyen en önemli gündem maddesi olarak karşımıza "düşünceler" çıkıyor. Gayet insani bir durum bu ancak düşüncelere hakim olamamanın çok ciddi zararları da vardır. Yalnız burada ufak gibi görünen fakat etkisi çok büyük olan bir anlam ayrımına başvurmamız yerinde olur: Düşüncelerinize hakim olmaya çalışmak... belki de asıl sorun budur! 


Milyonlarca, belki de milyarlarca insan düşüncelerini gerçek sanarak hayatına devam ediyor. Şimdi size bir soru: Düşüncelerinizin gerçek olduğunu nereden öğrendiniz? Bunu size kim öğretti? 

Genelde bu tür bir soru duymazsınız, ilk kez duyduğunuzda da önce bir afallarsınız. Bazılarınız şaşırarak "Düşünceler gerçek değil mi?" diye sorarken, bazılarınız da soruyu hemen normalleştirerek "Düşünceler elbette gerçek değil, sadece kafamın içinde olup biten şeyler" cevabını verir. Her iki durumda da şunu anlıyoruz: Cevabınız ne olursa olsun bugün size zorluk çıkaran şey düşünceleri tehditkar bir şekilde algılamaktır. 

Düşünceler nerede üretilir? Zihnimizde. Peki zihnimizde oluşan şeye bizler nasıl oluyor da gerçek diyebiliyoruz? Aslında bunları neredeyse hiçbir zaman aklımıza bile getirmiyoruz. Çünkü zihnimizin kullanma kılavuzu bizlere verilmedi. Deneyimler sayesinde zihnimizi daha doğru bir kullanıma çekmek istiyoruz. Hayatlarımızın tuhaf ironilerinden biri de bu zaten; ortalama 75 yıl boyunca kullanacağımız zihnimizle ilgili neredeyse hiçbir şey bilmezken, ortalama 4 yıl kullanacağımız bir cep telefonunun sayfalarca kullanma kılavuzu oluyor ve biz o aletin neredeyse tüm detaylarını biliyoruz. 

Gelelim bir başka açıya: Düşüncelerimiz zihnimizde oluşuyorsa ve gerçeklikleri tamamen sorgulanmaya açıksa ben düşünceleri hiç üretmem o zaman. Üretmediğim için de sorun yaşamam. Keşke bu kadar kolay olsaydı. Yani biz demek zihnimiz demek olsaydı evet, bu mümkündü. Ancak biz demek zihnimiz demek değildir. Zihinlerimiz bizim birer parçamız ama aynı zamanda bizi ifade etmeyen bir parçamız. Biraz kafa karıştırıcı olduğunu farkındayım, şöyle düşünelim o zaman: Siz gözünüz müsünüz? Bir çift göze sahip olduğunuz doğru ama kendinizi gözünüz olarak tanımlamazsınız muhtemelen. Peki siz böbreğiniz misiniz yoksa bir çift böbreğe sahip misiniz? Şimdi tekrar ele alalım durumu ve soruyu şöyle soralım: Siz zihniniz misiniz yoksa bir zihne sahip misiniz? Evet, bizler birer zihne sahibiz yalnızca. 

Ancak bizler farkında olmadan zihnimize kendimizmiş gibi davranıyoruz. Hatta çoğu zaman zihnimizin ürettiği düşüncelere bile kendimizmiş gibi davranıyoruz. Bizler düşüncelerimiz de değiliz. Düşüncelere sahibiz. 

İşte bu ayrımı yapamamak, yani kişilerin düşüncelerine bu kadar yapışması, kaynaşması aslında patolojilerin de kaynağını oluşturmaktadır. Kişiler durumu böyle algıladıklarında bu sefer ne yapıyorlar? Düşünceler zihinlerine, akıllarına gelmesin diye önlem almaya başlıyorlar. Kişiler, rahatsız oldukları düşünceler gelmesin diye hayatlarını kısıtlamaya başlıyorlar; örneğin bir yerlere gitmemeye başlıyorlar, başka kişi ve olaylarla ilişkilenmekten kaçınıyorlar, kısacası temelde kaçınma davranışlarını aktive ediyorlar. Biraz daha somutlaştırmamız gerekirse, kişiler bir anlamda kakası, çişi gelmesin diye uğraşıyorlar. Peki bu mümkün mü? Yani insanlar fizyolojileriyle, normalleriyle savaşıyorlar aslında diyebilir miyiz? Böylesi durumlarda evet diyebiliriz. 

Kişi kendi düşüncelerinden, duygularından kurtulmak için savaşmaya başladığı anda kendi normaliyle savaşa giriyor, patolojiyi de bu doğuruyor. Tuvaletinizle bir probleminiz var mı? Muhtemelen yoktur. Ama tuvaletinizin gelmesini problem olarak algılamaya başladığınız andan itibaren epey büyük bir probleme sahip olmaya başlarsınız.

Kognitif ve Metakognitif Terapiler sayesinde artık zihnimizi daha iyi tanımaya başlıyoruz. Düşüncelerimize hakim olmak zorunda değiliz, zira bu zaten mümkün de değildir. Ancak bazı durumlarda süper güç yerine geçebilecek bir özelliğimiz var: Zihnimizi daha doğru kullanarak düşüncelere verdiğimiz tepkileri değiştirebiliyoruz. İşte bu da her şeyi değiştirmek demektir. 

Sevgilerimle,

Tuna

2 Kasım 2022 Çarşamba

Hayatta Kalmak

"Biri tarafından yürekten sevilmek güç verir; birini yürekten sevmekse cesaret." Lao Tzu

Yaşamımızın ilk yılları annemizi tanımaya, onun kokusuna, tadına, hissine ve yüzünün nasıl göründüğüne adanmıştır. Zamanla annemizin varlığı güven anlamına geldikçe, onun bize uyum sağlayabildiğini ve sıkıntımızı giderebildiğini deneyimleriz. Büyüdükçe annemiz ve babamız içgüdülerimizle ahenk içinde beynimizi bütünüyle şekillendirirler.


Bir insan yavrusunun hayatta kalması hızlı koşabilmesine, ağaca tırmanabilmesine, yenilebilir mantarı zehirlisinden ayırt edebilmesine bağlı değildir. Bizlerin hayatta kalması, çevremizdekilerin ihtiyaç ve niyetlerini tespit etmede ne kadar yetenekli olduğumuza bağlıdır. İnsanlar için, başlıca çevreyi öteki insanlar oluşturur. Eğer ilişkilerde başarılı isek yiyeceğimiz, barınağımız, korumamız ve çocuklarımız olur. İhtiyaçlarımızı başkaları ile birbirimize bağlı olmamız üzerinden karşılarız ve bu da bir çocuğun zihninde terk edilmenin neden ölümle bir tutulduğunu açıklar.

Günümüz toplumunda yetişkinlerin aynı anda pek çok işi yapması, iş ve aile sorumluluklarını dengede tutması, sonsuz bilgiyi yönetmesi ve stresle başa çıkması gerekir. Kendi bakış açımızı kaybetmememiz, ne için savaşacağımızı özenle seçmemiz ve bitmek bilmeyen talepler içinde kendimizi unutmamamız gerekir. Bizi tüm bunları yapabilmeye en iyi ne hazırlar? Bazı bakımlardan, atalarımızı onların dünyasında hayatta kalmaya hazırlayan her neyse aynısı: Erken dönem fiziksel ve duygusal bakım.

Erken dönem bakım beynimizin çok yönlü sistemlerinin gelişmesinde ve bütünleşmesinde hayati rol oynar. Prefrontal korteksin erken dönem sağlıklı ilişkiler ile ideal biçimde şekillenmesi kendimiz hakkında olumlu düşünmemizi, başkalarına güvenmemizi, duygularımızı düzenlememizi, pozitif beklentiler içinde olmamızı, entelektüel ve duygusal zekamızı anbean problem çözmede kullanmamızı sağlar. Buna göre Darwin'in doğal seçilim teorisine göre bugün yeni bir eklemede bulunabiliriz: En iyi bakımı alanlar, karmaşık sosyal dünyada hayatta kalma ihtimali en yüksek olanlardır.

Ebeveynlerin ihmali, terki ya da çocuklarına duyarsız oluşu çocuğa hayatta kalmaya uygun olmadığı mesajı verir. Bu mesaj kasıtlı verilmese de genç beyinlerin bilgiyi işleyiş şeklinin doğal bir yan ürünüdür. Sonuç olarak, çocuğun beyni onun uzun dönem hayatta kalışını desteklemeyecek biçimde şekillenir. Sevgisiz davranışlar çocuklara dünyanın tehlikeli bir yer olduğu mesajını verir ve onlara "araştırma, keşfetme ve en önemlisi risk alma" der. Çocuk travma geçirir, istismara uğrar ya da ihmal edilirse; büyüdüğü zaman sağlıkla ve uzun süre hayatta kalma ile ters düşen düşünceler, ruh halleri, duygular ve bağışıklık fonksiyonları geliştirirler. Bir diğer deyişle, bizi öldürmeyen şey zayıflatır.

Danışanlarımız eşlerinden şikayet etmeye bayılırlar. Ancak şunu da akılda tutmakta yarar var: Herkes yanlış kişi ile evlidir. Amacım herkesin eş seçerken kötü bir tercihte bulunduğunu söylemek değil. Demek istediğim şu: Herkes eşinden onun veremeyeceği bir şey beklemektedir - o hep istediği anne/babayı... Bu yüzden, sonuçta her zaman beraber olduğumuz kişiye kırgın oluruz. Çünkü onu, istediğimizi verebilecek bir başkası ile kıyaslarız. Bu fantezi, yaşamımızın ilk günlerinden beri var olan duyulmak, görülmek, hissedilmek ve anlaşılmak ihtiyaçlarımız ile iç içe geçmiştir. Eşimize bütün bunları nasıl yapacağı konusunda yardım edebiliriz. Ama hiçbir eş bir fantezi ile yarışamaz.

- Louis Cozolino, Terapi Neden İşe Yarar?

26 Ekim 2022 Çarşamba

Güzel Yaşam Kılavuzu

Stoacı Psikoloji Teknikleri

Dikkatli kişi, başına gelebilecek kötülükler hakkında ara ara düşünür taşınır. Bunu elbette o şeylerin önüne geçebilmek için yapar. Mesela bazıları, hırsızlık amacıyla evine ne şekillerde girebileceğini düşünüp bunların önünü almak için kafa yorar. Kimisi de zihnini, yakalanabileceği hastalıklara yorar ki tedbiri ele alabilsin.




Ama meydana gelmelerini önlemek için ne kadar uğraşırsak uğraşalım, gelip bizi bulan şeyler yine olacaktır. Bu yüzden, başa gelebilecek kötü şeyler üzerine düşünmek için ikinci bir neden daha sunar Seneca. Bu şeyler hakkında düşünürsek tüm çabalarımıza rağmen yine de meydana geldiklerinde, üzerimizde bırakacakları etkiyi azaltmış oluruz: "Felaketi gelmeden gören, onun etki gücünü zayıflatır." Talihsizlikler en çok, der Seneca, "talihinin yaver gideceğine emin olanları bulur." Bu öğüdü Epiktetos da destekler: Unutmayın ki "her şey yok olmaya mahkûmdur." Bunun farkına bir türlü varamayıp değer verdiklerimizin hep var olacağını sanırsak elimizden alındıklarında muhtemelen kahroluruz. 

Başımıza gelebilecek şeyleri düşünmek için yukarıdakiler dışında üçüncü ve belki daha da önemli bir sebep bulunur. İnsanlar olarak doymak nedir bilmediğimizden neredeyse hep mutsuzuzdur. Arzu ettiğimiz şey uğruna onca ter döküp ona ulaşırız ve ardından, ilgimizi her seferinde kaybederiz. Tatmin olacağımız yerde canımız sıkılır ve bu sıkıntı karşısında daha başka, daha büyük şeylere kayar gönlümüz. 

Shane Frederick ve George Loewenstein adında iki psikolog, bu fenomen üzerine çalışmış ve buna bir ad takmışlardır: Hazza alışma (Hedonic adaptation). Alışma sürecini açıklamak üzere piyango talihlilerini inceleyen çalışmaları örnek gösterirler. Genellikle, kendine piyango çıkan kişi, hayallerini süsleyen hayatı yaşamaya başlar. Gel gelelim, baştaki sarhoşluk evresinin ardından bu talihliler, önceki mutluluk seviyelerine dönerler. O sağı solu kir pas içinde kalmış arabalarını ve daracık apartman dairesini nasıl kanıksamışlarsa gıcır gıcır Ferrari'nin ve malikânenin de kıymetini bilmez olurlar. 

Hazza alışmayı ikili ilişkilerde de yaşarız. Rüyalarımızdaki erkekle veya kadınla tanışır, fırtınalı bir flört döneminin ardından nikâhı basıveririz. Başta adanmışlık sevinci içindeyken  çok geçmeden karşı tarafın kusurları kafamızda dönüp durmaya başlar. Derken bir de bakarız, yeni bir ilişkiye başlama hayalleri kurmaktayız. 

Alışma süreci neticesinde insanlar, kendilerini bir tatminsizlik çarkı içinde kısılmış bulurlar. Doyurulmamış bir arzuları olduğunun farkına varıp mutsuz olurlar. Bu arzuyu gerçekleştirmek için, ancak o zaman tatmin olacaklarına inanarak durmadan çalışırlar. Oysa sorun, arzuladıkları şeye eriştiklerinde bu şeyin hayatlarındaki varlığına alışmaları, onu kanıksayıp arzulamaktan vazgeçmeleri veya en azından baştaki kadar arzulamamalarıdır. Sonuçta, arzularını doyurmazdan önce memnuniyetten ne kadar uzaklarsa yine o halde bulurlar kendilerini.

(...) Demek ki alışma sürecinin önünü alacak bir yol bulmak şöyle dursun, bu süreci tersine çevirmek de gerek. Yani, hâlihazırda sahip olduğumuz şeyleri arzulamamızı sağlayacak bir teknik geliştirmeli. Dünyanın dört bir köşesinde binlerce yıldır insanlar, arzunun işleyişi üzerine düşünüp taşınmışlar ve şu sonuca varmışlar: Mutluluğu yakalamanın en kolay yolu, elinizde olanı istemektir. Söylemesi kolay, doğruluğuna da şüphe yok ama marifet, bunu hayata geçirmekte. Sahi, zaten elimizde olanı arzu etmeye kendimizi nasıl ikna ederiz?

19 Ekim 2022 Çarşamba

Zorluklarla Baş Etmek

Esneklik, derin bir travmadan etkilenen bir bireyin kendini yeniden inşa etmesine, bu şoku inkâr etmeden, hayatta ilerlemek için gerekli kaynakları kendi içinde bulmasına imkân veren psikolojik süreci tanımlar. Boris Cyrulnik, esnek bir insanın harika bir örneğidir: Her ikisi de Auschwitz'de ölmeden önce, ebeveyni, sınır dışı edilmekten kurtulabilsin diye onu 5 yaşındayken bir yatılı okula yerleştirmiştir. Devlet gözetiminde ve birçok koruyucu ailenin yanında yaşadıktan sonra, savaşın bitiminde teyzelerinden biri tarafından evlat edinilmiştir. Bu travmatik çocukluk, onu bir psikiyatrist olmaya ve bu korkunç sınavın üstesinden gelmek için kendi iç kaynaklarına güvenmeye teşvik edecektir. 


Mevcut kriz karşısında, esneklik ya da zorluklarla baş etme gücü hem bireysel hem kolektif olmalıdır. Kolektif olmalıdır, çünkü kriz, şiddetli bir şok yaşayan tüm insanlığı etkiliyor; bireysel olmalıdır, çünkü bu krizden güçlü bir şekilde etkilenen ve dolayısıyla psikolojik travma yaşayan herkes için bir ihtiyaçtır. Zorluklarla baş etme süreci pek çok araştırma ve teorinin konusudur, ancak şematik olarak travmadan sonra üç ana aşamadan söz edebiliriz: Direnç, intibak ve gelişme. 

İstikrarımız bozulduğunda veya ıstırap çektiğimizde, bizi etkileyen şeylerden kaçınmak için önce direnmekle, kendimizi korumakla başlarız. Bu ilk adım, kaygıyla ve travmanın yıkıcı etkileriyle mücadele etmek çoğunlukla gerekli olduğu için kurtarıcı olabilir. Ancak kişinin iyileşmesine yardımcı olmayacak savunma mekanizmalarına (inkâra, bölmeye, koruyucu ruhsal bir balona sığınmaya) yol açabilir. İlerlemek için gerçekle yüzleşmek ve duruma elimizden geldiğince uyum sağlamaya çalışmak gerekecektir. Büyüme ve gelişme ise bizi daha da ileriye götürür: Mesele artık sadece daha az acı çekmek değil, büyümek, dönüşmek, daha ileri gitmek için bu travmaya yaslanmaktır. 

Zorluklarla baş etme sürecini sonuna kadar götüren bir kişi, sadece yaşadığı travmayı kabul edip ona sırtını dayamakla kalmamıştır. Bu şoku, kendini geliştirmek ve büyümek için bir sıçrama tahtası olarak kullanmak yolunda gerekli kaynakları kendi içinde nasıl bulacağını bilmiştir. Birdenbire, maruz kaldığı travma ona, bu şok olmadan yapabileceğinden daha fazla gelişmesine imkân tanıyan bir fırsat olarak görünebilir. Boris Cyrulnik'in kitabının başlığı da bunu çok iyi ifade eder: Harika bir talihsizlik.

Kendi hayatımda da aynı şeyi tecrübe etmişimdir. Fiziksel olarak terk edilmek veya şiddetli taciz görmek gibi travmalar yaşamasam da ağır ailevi nevrotik sorunlar nedeniyle oldukça mutsuz bir çocukluk ve ergenlik geçirdim. Bu durum beni psikoloji, felsefe ve maneviyatla ilgilenmeye ve uzun yıllar sürecek terapiye başlamaya sevk etti. Aldığım çeşitli destekler sayesinde yavaş yavaş bu içsel ıstıraptan kurtuldum ve birçok başarısızlıktan sonra mesleki ve duygusal açıdan gelişebildim. 40 yaşıma doğru, sonunda kendi kendime, hem dengesiz -ki uzun bir iyileşme ve içsel gelişim yolculuğuna çıkmamı sağlayan buydu- hem de her şeye rağmen toparlanma yolunda kaynaklar sağlayabilecek kadar sevgi dolu bir ailede doğduğum için şanslı olduğumu söyleyecek noktaya geldim.

- Frederic Lenoir, Öngörülemeyen Bir Dünyada Yaşamak

12 Ekim 2022 Çarşamba

Sonsuz Öpüşme, Aşk Üzerine Kısa Dersler

"Ayrılma/Bölünme"

Peki ayrılık ne anlama geliyor? Ayrılmak birinden kopmaktan, iki kişinin aralarına mesafe koymasından, birbirini bir daha görmemekten ibaret değildir. Ayrılık hiçbir zaman dışsal bir hareket tanımlamaz; bir kimseden veya şeyden kopmak değildir. Mesafe koymaktan, uzaklaşmaktan, kendini farklı bir konuma taşımaktan ibaret değildir.


Lacan'ın ifadesiyle, ayrılık her zaman bir ayrılma/bölünmedir [sépartition]. Bu da birinden ayrıldığımızda her şeyden önce kendimize ait bir parçadan, kaybettiğimiz kişiye yaslanan o parçadan da ayrıldığımız anlamına gelir. Âşık olduğum insanı kaybedersem kendi kendimi de kaybederim. Elimizi buz tutmuş bir metal parçasından çekmeye benzer bu; bizden bir parça, derimizin bir parçası o kayıp nesneye, artık bizimle olmayan o insana takılı kalır. Dolayısıyla ayrılmak hem ayrılmak hem de kendini bölmektir: Yalnızca artık bizimle olmayan Öteki'yi değil, kendi kendimizin bir parçasını da yitirmektir.

Ayrılıkların bu kadar acı vermesinin nedeni budur - çünkü bizden bir parçayı da koparıp götürürler. Çünkü Öteki gittiğinde benden de bir parça götürür beraberinde. Öteki beni böler, parçalar, yaralar. Her ayrılığa eşlik eden o bunalım halinin nedeni budur. Freud bunu bir boşalıma, libidinal kayba benzetir. Sevilen Öteki gittiğinde, beraberinde benim libidomu, arzumu da götürür. Terk edilen özne -ayrılık yaşayan özne- libidinal olarak zayıflamış, içi boşalmış, bir köşeye atılmış, değersizleştirilmiş bir öznedir. 

Dünya anlamını yitirmemiştir sadece: Bizzat öznenin kendisi de nasıl mahrum bırakıldığını, edilgen bir savunmasızlık haline düştüğünü kavrar, zira dünyanın ölümü öznenin asli bir parçasının ölümüyle çakışır. Hayatın bir çığlığa indirgenmesidir söz konusu olan; kimsenin duymadığı, yanıt veremediği bir çığlığa. Terk edilenlerin genelde yaşadığı bir duygudur bu; hayatları o asli haline dönmüş gibidir - dünyada yitip gitmiş savunmasız, zavallı, önemsiz, lüzumsuz bir şeye. Daha doğrusu, hayatım anlamını yitirir çünkü artık Öteki'nin eksikliğini duyduğu kişi olamam, o benim eksikliğimi duymaz, çünkü artık düşünmez beni, artık özlemez.

Aşk ayrılığının acısı sağır, psikolojik açıdan hazmı güç bir acıdır. Sevilenin varlığı olmazsa, söylediklerime kulak vermezse, özleminin verdiği armağandan yoksun kalırsam, savunmasız bir hayata gerçi çekilirim. Gecenin karanlığında atılan, kimsenin karşılık vermediği bir çığlıktan ibaret kalırım; kimse çağrımı duymaz. 

Sevilenin sessizliğinin katlanılmaz gelmesinin nedeni, sevilenin mevcudiyetinin kaçınılmaz olarak namevcudiyete dönüştüğüne güçlü bir şekilde işaret etmesidir. Verebileceğim sevgiye kimse karşılık veremez. İlanı aşkımın ("Seni seviyorum") herhangi bir muhatabı yoktur artık. Hayalet gemi misali, hiçlik içinde süzülürüm yeniden. Artık değerim yoktur çünkü hiç kimse özlememektedir beni, çünkü beni düşünen kimse yoktur. Aşkın bitişi beni düşünen bir düşüncenin, bana yanıt vermek için kulak veren birinin sona ermesidir. Onun eksikliğini duyduğu şey değilimdir artık. Öteki bensiz de yaşayabilir. Öteki'nin mevcudiyeti gitmiş, yerine namevcudiyetinin gölgesi düşmüştür.

10 Ekim 2022 Pazartesi

Bekleyecek Vaktim Kalmadı Artık

Anne tarafından dedemin adı Camille'di ve kendisi bir makinistti. 

Buharlı trenler çağıydı. Hani şu Magritte'in tablosu Hançerlenmiş Zaman'daki şömineden fırlayan, İçimizdeki Hayvan'daki Jean Gabin'in kullandığı tren gibi. 

O zamanlar trenler saatte 50 km hızla gidiyordu. Bugün ise son yapılan denemelerde tren saatte 600 km hıza ulaşıyor. Böylesi daha mı iyi acaba?


Eskiden Paris-Arras arasını dört saatte alırdık. Çok daha uzak bir yere gittiğimizi sanır, heyecanlanırdık. 

Şimdiyse 45 dakikada gidebiliyoruz ve ineklerin bizi görecek zamanı dahi olmuyor. Çok daha kısa sürüyor. Bir romanın tamamını okumak için, yan koltuklarda oturanlarla tanışmak ya da öğle yemeği yemek için vakit kalmadı.

Eskiden yemekli vagon vardı. Modası geçmiş ama samimi bir yerdi. Oturur, güzel tabaklarda, gümüş yemek takımlarıyla öğle yemeğinizi yerdiniz.

Şimdiyse hızlı servis var, sıcak yemeğiniz karton tabakta servis edilsin diye ayakta bekliyorsunuz. Yemekten sonra filtre kahve alır, kahve damlalarının çiçek desenli bir porselen fincana yavaşça düşüşünü duyardık ve filtrenin gümüş renkteki metalinden manzara yansırdı.

Şimdiyse kahve saatte yüz kilometre hızla, gürültülü bir kahve makinesinde yapılıyor, üstelik tıpkı yangın hortumu gibi gürültü çıkararak. Kahve denize atılacak ve balıkları zehirleyecek plastik bardağa dökülüyor. Her gün, her şey çok daha hızlı ilerliyor. Neyse ki gelişmeler devam ediyor.

Ulaşım süresi kısalıyor. Zaman kazandığımızı sanıyoruz. On beş dakika kazandım diyorum. Kazanılan zaman neye yarar?

"Peki mutlu yolcular bu kadar pahalıya mal olan bu çeyrek saatle ne yapacaklar? Birçoğu saati beklemek için kuyruğa girecek; diğerleriyse kafede bir on beş dakika daha oturacak ve gazeteyi en küçük ilanlarına kadar okuyacaklar" diye yazmış Filozof Alain, Mutluluk Üzerine'de, tam yüz yıl önce. Le Havre ile Paris arasındaki güzergâhtan bahsediyordu, derslerini yolda verirdi.

Bu kazanılan zamanla ne yapılır ki? Altın külçeleri gibi sandığa koyup, artık zamanımız kalmayıp da iş işten geçtikten sonra acil durumda çıkarıp kullanılır mı? Kim bilir belki de zaman zamanla değerlenir. Hatta unvanı bile olabilir. Adı Dönem olur, tıpkı mobilyalar gibi. 

Trenler çok daha hızlı gidiyor. Gideceğimiz yere çok daha çabuk varıyoruz. Bir gün, daha yola çıkmadan varmış olacağız. Yakında yola çıkmamıza bile gerek kalmayacak. 

- Jean-Louis Fournier, Bekleyecek Vaktim Kalmadı Artık 

4 Ekim 2022 Salı

Arzu ile Jouissance

Freud yetişkinlikte ortaya çıkan kaygının suçluluk duygusuyla bağlantılı olduğunu, bundan dolayı kaygıyla üstben arasında önemli bir bağ olduğunu öne sürmüştür. Lacan da bu bağlantının altını çizmiş ve üstbenin, özneye keyif almasını emreden ama aynı zamanda bu keyif uğraşında başarısız olacağını alaycı bir şekilde öngören bir ses olarak işlediğine işaret etmiştir. 


Kaygının üstben buyruğuyla bağlantılı olan bu suçluluk hissine ilişkin olduğu sonucuna varmak kolay olsa da, bu kavrayışı tersine çevirip, kaygıyı doğuran şeyin, paradoksal bir şekilde, başarısızlık seçeneğinden ziyade başarı seçeneği olduğu gibi yeni bir fikir ortaya atmak mümkündür. Bu noktada kaygıyla ilgili gayet iyi bilinen iki Lacancı noktayı hatırlamamız gerekiyor: Birincisi, kaygı nesnenin eksikliğinden değil eksiğin eksilmesinden, yani eksikliğin yerinde bir nesne ortaya çıkmasından doğar; ve ikincisi, kaygı arzu ile jouissance arasında bir refüjdür.

Arzu tatminsizlikle (nesnenin eksikliğiyle) bağlantılıdır daima, oysa jouissance özneyi nesneye yaklaştırır - çoğunlukla da can yakarak. Arzunun eksiklikle bağlantılı olduğunu söylerken şu iki sonuca varmakta acele etmemeliyiz: Arzuyu tatmin edebilecek bir nesne asla yoktur; başarısızlıkta başarı, eriştiği şeyin asla istediği şey olmadığından yakınan arzu öznesine özgü bir stratejidir. 

Arzunun paradoksal özelliği, bir nesneden diğerine giden ve asla tatmin olmayan bir çeşit doymak bilmez ağız olmayışıdır: Arzunun kendisi, ancak özne arzu nesnesiyle, yani Lacancı nesne a -eksikliğin kendisinin bir başka adı- ile karşılaştığında harekete geçer. Ne var ki eksiklik, bir arzu nesnesiyle karşılaştığımızda değil de arzunun yerini jouissance aldığında var olmaya başlar - yani artık arzunun uçucu nesnesi olmayıp çoğunlukla acıyla birlikte belli bir keyif uyandıran, dolayısıyla özne için dehşet verici olan nesneye yaklaştığımızda.

Aşk ilişkilerinde bu, yoğun istek duyduğu bir partnerle nihayet başarılı bir cinsel karşılaşma yaşayan, ama bunun sonucunda bu deneyimden dehşete kapılan ve partnerini anında terk eden bir histerikte meydana gelebilir. Ne var ki mesele sadece öznenin arzusunun tatminsizliğini (yani erişilemeyen nesneye duyduğu özlemi) korumak istemesinden ziyade, jouissance nesnesine fazla yaklaşmakla bağlantılı olabilir. Lacan bu bağlamda şöyle bir yorum yapar: Orgazm, öznenin genelde gayet iyi tahammül ettiği bir kaygı halidir; ne var ki öznenin pekâlâ kaçınmak istediği bir nokta da olabilir.

- Renata Salecl, Kaygı Üzerine

25 Eylül 2022 Pazar

Yas ve Melankoli

Freud, "Narsisizm Üzerine" (1915) adlı makalesinde, iki uçlu bozukluk (bipolar) tanısında sık gözlenen bir özellik olan megalomani ve grandiyozite üzerine düşünmüştür. İki uçlu bozukluk tanısı ve altında yatan dinamiklere dair kapsamlı bir düşünme girişmesi ise ancak 1917 yılında yayımlanan "Yas ve Melankoli" metniyle olur. 


Aslında hem Karl Abraham'ın hem de Freud'un bakışı kendisinden önceki pek çok klinisyenle aynı çizgidedir; manik atakları ve melankolik ataklar farklı görünümlerine karşın ortak dinamiklerle tetiklenmektedir. Bu temel anlayışın, yani melankoli ve maninin aynı madalyonun iki farklı yüzü olduğu fikri, psikanalizin o güne değin melankoli üzerine geliştirdiği anlayışı mani için de kullanmasını olanaklı kılar. Freud, mani hecmelere (ataklara) ilişkin bu ilk kuramsallaştırma çabasında oldukça ihtiyatlıdır, bu adımı geliştirilmeye muhtaç bir ilk deneme olarak görür. Tutarlıymış gibi duran bir açıklama önermiş olsa da kendi önerisinin yeterince açıklayıcı olmadığını düşünür ve yanıtlanması gereken pek çok soruyu okuyucularına hatırlatır. Bu sorulardan en önemlisi, neden her depresif bireyin manik bir döneme geçmediğidir. Bu soruya verilebilecek ilk yanıt, aynı makale boyunca tartıştığı melankoli ve yas ayrımı olabilirdi: Melankoli bir anlamda yas süreçlerinin sağlıklı işleyemediği ağır çökkünlük dönemleridir ve yas süreçlerine kıyasla daha ağır bir tablodur. Yas süreçleri, kişinin ruhsal gelişimine katkılar sağlarken, melankolik süreçler çoğu kez kısır ve yıkıcı süreçlerdir. 

Bu bağlamda, melankolinin yarattığı ruhsal ıstırabın daha kesif olduğu ya da melankolik bireylerin ruhsal acıyı yaşama, hüzne yer verebilme kapasitelerinin çok daha sınırlı olduğu söylenebilir ve bu yüzden manik bir kayma yaşamalarının daha olası olduğu öne sürülebilir. Ancak, ne her manik epizot bir melankolik sürece ardıl olarak gelişir ne de melankoli eğilimi olan her birey manik epizotlar yaşar. 

(...)

R. Rousullian (2016), Freud'un "Yas ve Melankoli" makalesinin ana konusunun duygulanım bozuklukları olmadığını, ana konunun narsisizm olduğunu öne sürer. Ona göre Freud'un yas ve melankoli ayrımına ilişkin önerdiği belirteçler esasında narsisitik bir yapı farkına işaret etmektedir. Freud, bu metninde melankoli için üç temel koşuldan söz eder; "nesne kaybı", "ikirciklilik" ve "libidonun benliğe geri dönmesi". Bunlardan ilk ikisinin melankoliye spesifik olmadığı, yas süreçlerinde de ortaya çıktığı açık olduğuna göre, melankoliyi yastan ayırt eden ana öğenin "libidonun bene geri dönüşü" olarak tanımlanan süreç olduğu açıktır. "Libidonun bene geri dönüşü" ifadesi de zaten Freud'un bakışıyla narsistik problematiğin en kısa tanımıdır; dolayısıyla melankoli narsistik bir problematiktir diyebiliriz. 

- İshak Sayğılı, İki Uçlu Bozukluk Üzerine Psikanalizin Söyledikleri ve Söylemedikleri. Bu yazının tamamı Psikeart Dergisinin Eylül-Ekim 2022 tarihli "Bipolar Bozukluk" sayısında yayımlanmıştır. 

20 Eylül 2022 Salı

Kişisel Otoritenin Kazanılması

Yaşamın ikinci yarısında, iki büyük görev bizi bekler. İlki, kişisel otoritenin kazanılmasıdır. Bu ne anlama gelir? Hepimiz hayata naif ve başkalarına bağımlı olarak başlarız, kendi ihtiyaçlarımızı karşılamak ve hatta bazen hayatta kalmak için çevrenin dayattığı koşullara (aile, sosyoekonomik şartlar, kültürel zorunluluklar vb.) uyum sağlamak zorundayızdır. Her bir adaptasyon, içgüdüsel hakikatlerin, kişisel ihtiyaçların, tercihlerin ve ruhun arzularının feda edilmesini gerektirir. Gerekli adaptasyonların tekrarı, yetkenin kendi dışımızda yerleşmesine yol açar. 


Bununla birlikte, zamanla bu dış otoriteler yer değiştirir ve kompleks olarak içselleştirilerek bizi içeriden yönetmeye başlar. En güçlülerimiz bile, bu içsel tiranlara tabidir. Bilinçli varlıklar olduğumuza inanırız, aslında çoğu zaman, hatta her zaman, kişisel geçmişimizden kaynaklanan otoritelere ve günümüzün hüküm süren çeşitli değerlerine tabiyizdir.

Ruhumuz kişisel otoritemizi geri kazanmamızı ister ve bu günlük olarak bizi bekleyen bir görevdir. Genellikle, en azından acı, kendimiz ya da çevremizdekiler için tahammül edilemez hale gelinceye kadar, ruhun gündemini mümkün olduğu kadar bastırarak, ruhumuzun bu taleplerinden kaçmaya çalışırız, ta ki bu taleplere kulak vermek mecburiyetinde kalıncaya dek. Hepimiz dış otoriteyi benimsemeye koşullandığımız ve bu tür öğütleri, gündemleri ve tepkileri kendi komplekslerimiz olarak içselleştirdiğimiz için kişisel otoritemizi tekrar geri kazanmak zor, hatta korkutucu bir görevdir. Balık suda yüzdüğünün farkında mıdır? Dış otoritelere değil, tümü geçmişimize bağlı olan algılar ve tepkiler denizinde yüzdüğümüzü kavrayabilir miyiz? Beklentiler ve sonuçlar arasındaki tutarsızlık artık inkâr edilemez hale gelinceye kadar bu örtük otoriteleri ve etki alanlarını sorgulamamız çok düşük bir ihtimaldir. 

"Kişisel otorite" nelerden oluşur? En basit ifadeyle, kişinin kendisi için doğru olanı bulması ve bu dünyada onu yaşamasıdır. Eğer yaşanmazsa, bizim için henüz gerçek değildir ve Sartre'ın "kötü inanç", teoloğun "günah", terapistin "nevroz" ve varoluşsal filozofun "otantik olmayan varlık" olarak adlandırdığı duruma katlanmak zorunda kalırız. Başkalarının haklarına ve bakış açılarına saygılı olan kişisel otorite, narsisist veya yayılımcı değildir. Var etmek istediklerimizin akçakgönüllü bir kabulüdür. Eğer ego içimizden çıkıp yaşamak isteyen bu enerjinin önünden çekilmezse, bu enerji patolojik patlamalara dönüşerek bizi çiğner ya da bedenlerimiz senelerce varolmaya devam etse de, içimizdeki çok hayati bir şey ölür. 

Hepimiz, bundan kaçsak bile, esasında bu çağrının bize her gün yapıldığını biliriz: Sizin için doğru olanı bulun ve onu yaşama cesareti gösterin, başta başkalarını şaşırtabilir ve korkutabilirsiniz, ancak zamanla dünya size saygı gösterecektir.

7 Eylül 2022 Çarşamba

Hastadan Öğrenmek, Bir Psikanalistin Danışma Odası

Yorumlama Seçimi: Bazı Örnekler

Bu malzemeye elbette çok sayıda olası yanıt bulunur. İç denetim çalışmalarının bir kısmı, hastanın ve iyileşme sürecinin çıkarlarına neyin en iyi şekilde hizmet edebileceğini değerlendirmektir. Müdahale etmeden önce kendime bir "tereddüt dönemi" (Winnicott, 1958: Bölüm 4) tanımış olsam aklımdan geçebilecek seçenekleri genişleterek farklı olasılıklar sunacağım.

Terapistlerin düşünmek için zamana ihtiyacı vardır ancak terapistin kendisi bir hastanın söylediği şeyin miktarı (veya etkisi) yüzünden boğulmuş hissetmediği sürece, insan zihni, aynı boğulan bir kişininki gibi, çok hızlı çalışabilir. Kendini bunalmış hissederse, ayrıntılı içeriğinde kaybolma riskine girmeden önce iletişimin biçimine (tüm ağırlığı veya hacmine) dikkat kesilmesi daha yararlı olacaktır.


Ayrıntıları Terapi ile İlişkilendirmek

Bunu terapiyle ilişkilendirerek hastanın sözlerindeki detayları ona tekrarlamak, terapist tarafından epey yaygın yapılan bir yorumdur lakin bu, çok yoğun biçimde uygulandığında, bir yorum değil bir ders haline gelir. Örneğin bir hastaya şöyle yanıtlar verildiğini duydum:

"Bence siz, gelecekteki işlerin sizin için nasıl olacağını  öngörerek kaygınızı azaltabilmem için benim bir kahin olmamı isterdiniz. Ayrıca, daha yeni okumaya başladığınız kitapta olduğu gibi, terapinizi erken bırakarak neyin 'okunmamış' kaldığını merak ediyor olabilirsiniz. Artık geçmiş yaşamınızı ya da geleceğinizi daha derinlemesine inceleyecek vaktimiz yok; öyleyse, rüyanızda boğulan kişi siz olabilirsiniz, bu da benim sizi kurtarmak için dalmaya tereddüt eden kişi olarak temsil edildiğimi gösterir. Daha fazla terapi almak yerine, Proust'u kendi kendinize okumayı planlıyorsunuz, bu kendi kendinizin terapisti olmak, geçmiş yaşamınızdan kurtarabileceğiniz kadarını kurtarmak ve bunu kendi başınıza yapmak için bir girişim olabilir."

Bu, hastanın söylediklerinin çoğunu kapsar ve terapi etrafında epey düzgün bir şekilde bir araya getirir. Hatta hepsi doğru da olabilir. Oysa iç denetim, buradaki odak noksanlığının farkına varmamıza yardımcı olur. Deneme özdeşleşimini kullanırsak bu daha da netleşir. Bir hastanın buna tepkisi ne olurdu? Farz edin ki bu uzun yoruma "Evet" diye karşılık verdi, neye "Evet" demiş olacak?

Ayrıca, bu kuşatıcı yorumla hastanın bombardımana tutulduğu hissine de kapılabiliriz. Hasta ya terapistin her şeyi (eğer uyuyorsa) bu şekilde bir araya getirme becerisinden etkilenir ya da sanki öyle olmak zorundaymış gibi her şeyin terapistle ilişkili olduğu temel varsayımından rahatsız olabilir. 

Bu tarz yorumlamanın tedavi sürecini geliştirmesi olası değildir. Hastaya, seansın bu noktasında, aktardıklarının hangi kısmının en acil olduğunu ayırt etmeye yönelik yol göstermesi için izin verilmez. 

- Patrick J. Casement, Hastadan Öğrenmek 

18 Ağustos 2022 Perşembe

Kapağı Kaybolmuş Tükenmez Kalemlerin İntikamı

“Fermuarların Çalışma Prensibi” adlı hikâyesini yazmak için tüm notlarını gözden geçirdi. Daktiloya takacağı kâğıtları ayarladı, daktilosu tabii ki Remington markaydı. Yıllar önce Ağaçkakan’ı okurken nasıl da heveslenmişti Remington kullanmaya. İnsanlık için küçük kendisi için büyük bir mutluluktu elbette. Kendisiyle çok gurur duymazdı, esasen biraz düşününce Remington daktilo kullanmanın da pek gurur duyulacak bir yanı olmadığını kendine söylemişti. Kendine hep böyle davranıyordu.


Bir fincan Amerikan kahvesi yapmak için mutfağa gitti. Ropdöşambırını giymişti. Pahalı bir şey değildi. Az önce yaktığı Marlboro dudaklarının arasında beklerken iki yıldır oturduğu bu dairenin mutfak camlarını hiç sildirmediğini fark etti. Bunu fark edecek zaman değildi aslında ancak gel gör ki aklından geçen adamlar Raymond Carver, Tom Robbins, John Cheever gibi edebiyat devleriydi. Bu yüzden, işte sırf bu yüzden iki yıldır oturduğu dairenin camlarını sildirmemesine ayrıca dikkat etmesi çok iyi bir gelişmeydi. Çünkü iki yıldır doğru düzgün hiçbir şey yazmamıştı. Daha doğrusu yazamamıştı. Bu çok can sıkıcı durumu bertaraf etmeye çalıştıysa da pek becerikli davranamamıştı anlaşılan. Çünkü geliri iyiydi, çünkü oturduğu bu daire babasının varlıklı bir arkadaşına aitti ve kira vermiyordu, çünkü faturaları düzenli olarak çalıştığı şirket tarafından ödeniyordu. Çünkü hiç kadın derdi olmuyor, istemediği kadar kız ona kur yapıyordu. Hayatında neredeyse hiçbir zorluk yoktu. Carver’ın, Cheever’ın hayatları ise zorluklarla mücadele etmekle geçmişti. 

Sonunda fermuarların çalışma prensibi diye bir şey bulmuş ve heyecanlanmıştı. Üniversite döneminde adı sanı duyulmayan birkaç fanzinde hikâyeleri yayımlanmıştı. O fanzinleri hâlâ saklıyordu. Devamı gelmemişti ne yazık ki. Yüksek lisans eğitimi için Georgia State’e gitmek zorunda kalmış, dönünce mecburi vatan hizmetini tamamlamış, abisinin bir bağlantısı sonucu iyi bir teknoloji firmasında yazılım geliştirme bölümünde işe başlamıştı. Maddi anlamda bu kadar yüksek standartlara sahipken, babasının varlıklı arkadaşının artık unuttuğu bu dairesine yerleşmişti. 

Saat geceyarısını geçmişti ve nihayet mahallenin sesleri kesilmişti. İkâmet ettiği bu yerde mahalle sesleri aralıksız on sekiz saat yayın yapıyordu. Onun yazmak ve düşünmek ve hatta yaşamak için çokça sessizliğe ihtiyacı vardı. Bu yüzden kahveyi fincana doldurdu, buzdolabının fişini çekti, masasının başına dönerken salonun ışığını kapattı, masa ışığı olan soluk yeşil lambayı yaktı. Biten sigarasını küllüğe gömdü, cep telefonu kapattı, bir yudum kahve alacakken fincanı mutfakta bıraktığını anladı. Pofladı. Söylenerek yerinden kalktı, mutfağa gitti, geçen gün bir anlık öfkeyle duvara fırlattığı porselen fincanın yerine dolaplardan birinde bulduğu cam fincanı kullanıyordu artık. Tezgâhın üstündeki cam fincanın çatlayarak içindeki kahveyi kan sızarmış gibi dışarı bırakışını gördü. Söylenmesi sertleşti. Su bardağında da kahve içilebilir, ki yeniden kahve yapması gerekirdi ama makinede kahve kalmamıştı. 

Bununla uğraşmak yerine masasına dönerek Marlboro paketini arandı. Yığılı kâğıtların altında can cekişen paketin içi tam takır kuru bakırdı. Bu deyişi sigara paketine yaptığına o an inanamadı. Mahallenin bakkalı yaklaşık bir saat önce kapanmıştı. Alnından ve şakaklarından sızan terleri avuçlarının içiyle sildi ve ellerini ropdöşambırına pat patladı. Daktilosunda takılı duran bembeyaz kâğıdı görünce hemen yazmaya karar verdi. Çünkü aklına bir şeyler gelmeye başlamıştı. Aklına gelen şeyler, gelir gelmez hoşuna gitmeye de başlamıştı. Hemen başlığı yazmaya girişti. Fermuarların Çalışma Prensibi’ni oluşturacak harflere sırayla bastı ve gözünü kâğıda çevirince ıssız bir boşluk gördü. Daktilonun mürekkebi yoktu. Ne zamandır kullanılmayan daktiloyu mürekkepsiz bırakmıştı ve üst üste gelen minik krizler boynunu kütletmesine yol açmıştı. 

Aklına sürekli yeni cümleler geliyordu. Hatta aklına cümle yağıyordu. Ucu kırıldığı için kullanılmayan bir kurşum kalem fark etti, sigara niyetine dudaklarının arasına aldı, bu girişimi sonuçsuz kaldı. Kalem çok uzun ve ağırdı. Sigara içer gibi düşünemiyordu kendini. Yedi saniye kaleme baktıktan sonra kalemi ortasına yakın bir yerden çat diye kırdı. Kâfi miktardaki kısmını dudaklarının arasına yerleştirdi ve biraz da olsa havaya girdi. 

O an kahve içme isteğini unutmuştu. Hemen boş bir kâğıt alarak başlığı yazdı. Yazısı epey çirkindi. Hele bir hikâyeyi yazsın, sonra elbet temize çekilirdi. Kim bilir Carver ve Cheever gibi dev yazarların hikâyelerini yazarlarken yaşadıkları ne garip olaylar vardı. Muhtemelen ileride –en nihayetinde– bir yazar olup kitabı çıktığında, bu yazmaya çalıştığı hikâyenin hikâyesini de kahkahalar atarak anlatacaktı. 

Hikâyede ilk paragrafın sonuna geldiğinde kalem daha zor yazmaya başladı. Yoğun mavi mürekkep üçüncü satırda soluklaşmaya başlamışken, dördüncü satırda artık hiç yazmaz oldu. Kalemi hemen fırlatıp kalemlikten yeni bir tane ucu açık bırakılmış tükenmezkalem aldı. Az önce kâğıdı hırpalayan ve izleri hâlâ belli olan harflerin üstünden bu sefer siyah boyayla geçti. 

İkinci paragrafta kahvesizliğini, sigarasızlığını, yorgunluğunu, uykusuzluğunu, daktilosuzluğunu ve diğer her şeyi unuttu. Artık tüm dikkati yazmakta olduğu satırlardaydı. Derken siyah boya da patinaj çekmeye başladı. O an odada kimden çıktığı belirlenemeyen bir hırlama duyuldu. Galiba kendisinden çıkmıştı bu ve hemen elindeki kalemin ucunu “o harfi” yaptığı ağzına yaklaştırarak kalemin ucuna hoh’lamaya başladı. Üç hoh’tan sonra yazmaya çalıştı, iki harf sonra tekrar hoh gerekiyordu ve bu şekilde dört kelime yazabildi. Nefesinin daraldığını ve yorulduğunu hissettiği ilk anda kendine “vazgeçme” dese de faydası olmadı, bu sefer az önce gerçekleştirdiği fırlatıştan daha iyisini yaptı ve elindeki kalemi iki yüz yetmiş santim uzaklığındaki duvara yapıştırdı. 

Kalemin duvara değmesini bile beklemeden yerinden kalkmıştı, masanın üzerindeki kalemlikten, kâğıt yığınlarının arasından kalem çıkmayacağını anlayınca yerdeki kutuları, rafları, dolapları karıştırmaya başladı. Sehpanın üstünde duran ucu açık tükenmezkalemi görünce bir an sevindi, hemen sonra kaşlarını şüpheli bir şekilde kaldırarak “acaba” diye düşündü, gazetenin açık duran sayfasındaki kare bulmacanın üstünün yazmayan bir tükenmezkalemle defalarca çizilmeye çalışıldığını ve gazetenin o sayfasının yırtıldığını fark etti. 

Harika! Evde kalem yoktu. Aslında vardı da hepsinin ucu açık bırakılmıştı. Titreyen elleriyle çakmağı kalemlere yaklaştırıp, kalemlerin içindeki tüpte kalan mürekkepleri ısıtıp akmasını sağlamaya çalışırken eli mürekkep oldu ve kalemlerin plastik tutacakları eridi. 

Sabah ezanı okunurken karanlık koridorda sırtını duvara yaslamış bir halde oturuyordu. Hırlamaları ve histerik şekilde bir anda beliriveren titremeleri geçmişti, öfkesi ise bakiydi. Ezanın bitimine doğru aklına yeni bir hikâye fikri geldi.


İstanbul, 2012

11 Ağustos 2022 Perşembe

Korkunç Ağlama Dürtüsü

Bir sinir krizi yaşadığının farkındaydı, bu farkındalık sırasında kendine başka bir soru sormayı ihmal etmedi: İki sinir krizi yaşasaydı durumu şu an ne olurdu?

Yaşadığı kriz geçmeden bir hikâye yazmak istedi. O sinirle kendisinden neler çıkacağını merak etmiyor değildi. Hikâyenin ne hakkında olacağını bile bilmiyordu. Ona göre bilmesine de gerek yoktu. Ağlamak istiyor, ancak yirmi sekiz yaşında olduğu için ağlamayı kendine yediremiyordu. Belki de krizi bu yüzden geçmek bilmiyordu.


Görsel: Mark Smith, TIME


Dizüstü bilgisayarını açtı, ekranda dijital harfler belirmeye başladı. Her zamanki gibi Times New Roman ve 12 puntoluk harfler. Çok tanıdık gelen bu görüntü karşısında mutlu oldu. Hemen sonra hikâyesinin yirmi sekiz yaşında, reklam ajansında metin yazarlığı yapan, kız arkadaşıyla aynı evde kalan bir adam hakkında olduğunu fark etti. Kendisi metin yazarı değildi, kız arkadaşıyla aynı evde de kalmıyordu, zaten kız arkadaşı da yoktu, bu hikâye nereden çıkmıştı? Kasmaya lüzum görmedi, zaten neyi kasacağını bilemedi.

Hikâyedeki metin yazarı kirada oturuyordu, o sıralarda işinden kovulmuş olan kız arkadaşı da onun evinde kalıyordu, kiraya ve diğer hiçbir şeye ortak olmuyordu. Metin Yazarı da evle ilgili işleri kızın üzerine yıkmak istemişti, madem öyleydi. Kızla açık açık konuştu; evin temizliği (banyo dahil), mutfak alışverişi, su-elektrik-doğal gaz faturaları, kredi kartları ekstreleri, internet ücreti. Metin Yazarı parayı hesaplayıp kıza verecek, kız da gidip gerekli yerlere bu paraları yatıracaktı. 

Kız ilk hafta limon ve pulbiber yerine kendine ucuzundan bir rimel aldı. Metin Yazarı buna ses çıkarmadı, çünkü kız rimel aldığını sevgilisine çarşafları ter içinde buruştururken söylemişti. O an içinde birikmeye başlayan milyonlarca zıpırı zıpkın gibi fışkırtmanın derdinde olan Metin Yazarı “hı hı” diyebilmişti sadece.

Bir sonraki hamlede internet ücretini yatırmak yerine kendine ucuzundan bir ayakkabı almayı tercih etmişti kız. İş görüşmelerine gidebilmesi için yeni bir ayakkabı gerekiyordu, hem, demişti kız sevgilisine, o sırada sevgilisinin üstünde rodeo yaparken, cep tellerimizde net var – gerek yok net ücreti ödemeye.

Metin Yazarı akıllı adamdı, boşuna metin yazarı olmamıştı. (Hemen ne harika sloganlar bulduğunu düşündü, kendiyle gurur duydu, birkaçını konuşmasına eklemek istedi, yalnız bir tanesi bile aklına gelmedi.)

Neyse, akıllı adamdı bu Metin Yazarı. Kızın ikinci savurganlığından sonraki sabah kahvaltıda kızla konuştu. Bak, dedi, bu böyle olmaz. Benim gerekli harcamalarımı kendine yontamazsın. (Yontamazsın?) Kız şaşırmış bir ifadeyle bakakaldı oğlanın suratına, ama, dedi, bana harcamak için para vermiyorsun ki. Yoksa ben niye fatura paranı kendime harcayayım?

Metin Yazarı, hani derler ya, dumur deryası diye, işte o deryanın içinde çırpınıp durdu bir süre. On saniye falan. On birinci saniyede, ben sana para vermek zorunda değilim ki, dedi. Kız da buna karşılık, ben de burada kalmak zorunda değilim, dedi. Metin Yazarı bunun üzerine hızla kalktı masadan ve evden çıktı. Hemen bir plan yaptı, iş yerine gidecek, sabah brief’ine katılacak, HR Director’ın kendisine söyleyeceği şey neymiş toplantıdan sonra onu dinleyecek, tabii bu arada iki fincan kahve içecek, üçüncü fincanı için terasa çıkacak, hemen iki dal arka arkaya sigara yakacak, kızı arayacak ve lütfen ben akşama gelene kadar evimi terk etmiş ol, diyecek. Telefonu kapatınca da kulaklıklarını takıp Disturbed’ün Indestructible albümünü dinleyecek. 

Ajansa geldiğinde brief olmadığını öğrendi, arkadaşlarının çoğunun masası boştu. İlk kahvesinin sonuna doğru HR tarafından çağrıldı ve director’ın odasına girdi. Kel kafalı bok torbasının ilk bakışından kovulduğunu anladı. Sekiz aydır bu ajansta çalışıyordu ve HR Director’ın adını öğrenme gereği bile duymamıştı. Yine de Kel Kafalının konuşmasını sonuna kadar dinledi. Oradan çıkıp muhasebeye gitti, kalan ödemesinin bir sonraki ay yapılacağı kendisine bildirildi. Oradan da çıkıp masasına yöneldi, arkadaşlarının boş masalarına daha önce hiç görmediği birkaç kişi yerleşmeye başlamıştı. Kendi masasına kimin geleceğini sapıkça bir zevkle beklemek istedi, tabii hemen vazgeçti.

Dışarı çıkınca ilk kafeye oturmak istedi ve sadece ama sadece otuz üç adım sonra kafe – çay bahçesi oluşumlu bir yer gördü, daha önce burayı görmemişti, hemen oturdu. Garsona benzeyen birisi geldi, siparişini sordu, filtre kahve istedi. Garson da ona, o da ney abey?, diye sordu. Metin Yazarı neskahve istediğini söyledi, sade olsun

Cep telini çıkardı, reklam ajanslarının iş ilânlarına bakmaya başladı. CV’lerini teker teker gönderdi. İçi rahattı. CV’si bir hayli kabarıktı, onu almayacak bir tane bile reklam ajansı yoktu. Ama işten çıkaran çoktu. 

Aradan yedi gün geçmesine rağmen kimse dönmemişti. Artık ne iş olsa başvuruyordu. Kız da yoktu evde. Çarşaflar kırışmıyordu. Yeni hatun bulamazdı, parası yoktu. Bunun için sosyalist yoldaşlarla takılmayı bile düşündü. Ancak oradaki kızların akıllı tipler olduğunu hatırlayınca niyetinin hemen anlaşılacağından ürktü. 

Önce sular kesildi. Paniklemedi. Barajlar boştu ve koca İstanbul’a su yetmiyordu, bunu herkes biliyordu. Ardından elektrik de gitti. Mutfak camının olduğu apartman boşluğuna, Hatice teyze, diye seslendi. Kadın cama çıkınca kendisinde su ve elektriğin olduğunu söyledi. Metin Yazarı buna çok şaşırdı. Kadın hemen sordu, faturaları yatırmayı ihmal etmiyorsun değil mi? Metin Yazarı işte o an korkunç ağlama dürtüsüne kapıldı.

İşte metin yazarıyla ilgili yazdıkları bu kadar. Aklına başka da bir şey gelmiyordu. Sürekli olarak Ctrl+S tuşlarına basıp, tekrar tekrar sayfayı kaydetmek istiyordu. Bunu nasıl yapabilmişti? Hikâyesindeki metin yazarı korkunç ağlama dürtüsüne kapılınca o nasıl ağlamaya başlamıştı? Histerik bir şekilde sayfayı kaydedip dururken yirmi sekiz yaşında işsiz olduğunu ve onun parasını çar çur eden bir sevgilisinin bile olmadığını kendine tekrar etti durdu.

İstanbul, 2014

4 Ağustos 2022 Perşembe

Terapi Odası

Psikoterapist kadın mı erkek mi olsun? Terapi dünyasında kadınlar ağırlıklıdır, peki neden? Psikoterapi (bence) rant getiren bir alan değil. Psikoterapi yapmak ve hayatımızı bu yolla kazanmak istiyorsak çok uzun yıllar eğitimlerden geçeriz ve iyi bir klinisyen olmayı öğreniriz. Rantın az bulunduğu hatta olmadığı bir yerde doğal olarak erkekler az bulunur. Terapi dünyası kadınlara bırakılan bir alandır. Ayfer Tunç benzer bir ifadeyi edebiyat dünyası için de söyler: Bir alanda kadınlar artıyorsa o alanda değersizleşme vardır, bakın akademik dünya, edebiyat dünyası, terapi dünyası. Bu durumun yarattığı şöyle bir olumlu taraf var, rant olmadığı için nitelik yükseliyor. Terapide bir rant olmadığı için kadınlar bu alanda ciddi bir engellenmeyle de karşılaşmıyorlar.




Cinsiyetleri bir kenara bırakırsak, terapi nerede ve nasıl iş görür? Ne bekleriz? Ne buluruz? 

Terapiye kendimizi yok olmaktan kurtarmak adına da gideriz. Yok olma korkusu bizim toplumumuzda iliklerimize kadar işlemiştir. Kendini hep yok edilme korkusu içinde bulan bir toplumuz. Hem kendimizi bu kadar "büyük" görmemiz hem de bu kadar yüksek bir beka korkusu yaşamamız çok manidar bir durum toplumumuz adına. 

Ben neler yapıyorum/yapmaya çalışıyorum terapi odasında? Öğrendiğim yöntem ve tekniklerin ışığında nasıl en iyi çalışabiliyorsam, kendi pratiğimi bu şekilde oturtmaya gayret ediyorum. Tamamen uygulamalı bir alan olduğu için farklı hayatlardan gelen kişilerle zihinlerimizin aynı frekansta uyumlanmasını sağlamak adına kuramsal zeminler ve rotalar belirlemeye çalışıyorum. 

Genel olarak bahsedecek olursam; Uygulandıkça kompaktlaşıyor terapi (sıkı ve yoğun), lafı çok uzatmanıza gerek kalmıyor, daha kristalize oluyor zihninizde uyuma yönelik olmayan düşünce ve davranışlar. İlk aşama tersine mühendislik, yapanlar nasıl yapmış görmeye çalıştığımız bir bölüm. Terapide, tersine mühendislik gerçek hayattan örnekleri kapsayabilir, daha önce benzer sorunlarla başvuran ve onlar nasıl aştı örnekleri olabilir. Bu zamana kadar danışanın sorununu sürdüren düşünceleri-yaşadığı sorunla ilgili sahip olduğu bilgilerini yokluyor ve bir anlamda bunların tozunu alıyoruz. Düşüncelerimizin, bilgilerimizin tozunu alıyoruz, çünkü bilgi kirliliği ve mitler psikolojide çok fazla. Bir anlamda danışanın içinde yaşadığı bağlamı ve oluşturduğu yapıyı görüyorum. 

Sonraki aşama: Yaşanılan sıkıntılar nerelerden besleniyor, bu hikâyeler nereden geliyor? başlığını taşıyor. Terapide sorunlar/sıkıntılar nereden geliyor, diye soruyoruz. Bunları nasıl oluyor da yaşıyoruz? Bize bu sorunu sürdüren, düşünceleri uzatan ve o sorun davranışları sergilememize neden olan uyaranlar-tetikleyiciler nelerdir, danışanla bunları inceliyoruz. Bu aşamada artık biraz daha içerikle ilgileniyoruz. Esasında hiçbir sorunun büsbütün yepyeni bir sorun olmadığını da konuşuyoruz burada. Yaşadığımız durumların emsali görülmemiş olmadığını konuşuyoruz. (Tersi de olabilir elbette.) Çünkü çoğu danışan yaşadığı şeyleri sadece kendisi yaşıyormuş gibi algılayabiliyor. Bir bütünün, akış halindeki bir bütünün parçası olduğumuzu fark etmek ilerlemede önemli yere sahip. Danışanın burada sahip olduğu birikimi anlamaya çalışıyorum. Çünkü hiçbir danışan karşımıza bembeyaz bir sayfayla gelmez. Danışanlar; karalanmış, yazılmış, çizilmiş, yırtılmış, koparılmış, atılmış, tekrar yapıştırılmış sayfalarla gelirler karşımıza. Danışanın karşımıza kadar gelen sürecindeki bütün birikimini önemsiyorum; eleştirmeden, yargılamadan, olduğu gibi kabul ederek, danışanın kendi hakkında uzman olduğunun bilinciyle danışanı tedaviye angaje ediyorum. Yapacağımız yeni deneyler bütün bu birikimin üzerine inşa ediliyor. 

Terapiye gelen danışanlar, terapiye giden başka arkadaşlarıyla konuştuklarında genelde derler ki, "Kafamda öyle bir hareketlilik var ki daha önce yapılmayan bir şeyi yapacakmışız gibi." Böyle bir şey genelde olmaz ama danışan için yepyeni bir şey olabilir. Orijinallik peşinde değil, danışana iyi gelecek egzersizlerin peşinden koşuyoruz. Kanıta dayalı terapilerin büyük sandığından hangi kıyafetler bu danışana uyar, bunları deniyoruz bir anlamda. 10 yüzyıl önce yaşanılan benzer insan düşünceleri ve davranışları günümüzde nasıl tezahür ediyor, o zamanın şifahanelerinde benzer neler yapılmış, günümüzde neler yapılıyor, aradan geçen 10 yüzyılda biz insanların yaşadıkları nasıl birbirine benzer şeyler, bu yaşantılar birbiriyle nasıl konuşuyor? Danışan bunları gördükçe gelişmeye, ilerlemeye, vizyonunu genişletmeye başlıyor. (Bu kısım çoğu meslektaşım için gereksiz gelebilir.)

Bir sonraki aşamada "eyleme geçiyorum" başlıyor. Burada ön sözleşmemiz şu; yöntemi denemeyi istemek. Yöntemi denemeyi isteyenlerle bu süreç keyifli bir şekilde devam eder, in vivo exposure’lar (gerçek hayatta alıştırmalar) sayesinde, davranışçı aktivitelerle danışan kendinin başka ve yeni ve belki de hiç düşünemediği durumlarında bu deneyleri yapabilir mi? Bu uygulamalarda danışan alıştırmaların ve egzersizlerin çalıştıklarını/işe yaradıklarını gördükçe ilk iki aşamada yapılan paylaşımların, verilen psikoeğitimlerin çok katkısı oluyor. 

Terapiye kimler geliyor, nasıl etkileniyorlar? Haftalık egzersizleri düzenli kontrol etme kısmına geldiklerinde deneme-yanılma, deneme-yeniyi öğrenme, deneme-yapabiliyorum demeye başlama-kognitif yapının hızlıca değişime başlaması basamaklarında terapi daha canlı ve aksiyon dolu olmaya başlıyor. Danışanların bir kısmı diyor ki, "Sakın bana yazdırmayın, ben sadece biraz daha dinlemek, konuşmak ve anlaşılmak için geldim." Bir kısım danışan diyor ki, "Bana bunları yaptırtmayın, korktuğum her şey gerçekleşirse?" İşte sorunu sürdüren faktörlerden biri bu zaten: Danışanın bilişsel çarpıtmaları. Biri diyor ki, "Ben sadece denemek istedim." Başka birisi diyor ki, "Ben gidişatımdan memnun değilim, sanki kötü bir şeyler olacak ve hasta olacağım, hasta olmamak adına neler yapabilirim, bunları öğrenmeye geldim." Bu danışan çeşitliği arasında "bana sakın bunları yaptırtmayın" diyen kişilerin, yapacak daha yaratıcı aktiviteler bulup ofisten çıktıklarında ben müthiş mutlu oluyorum. Mekanizmayı anlamış, artık kendinin terapisti olmuş. Terapi gündemlerimiz dışında yaşadığı hayat karşısında da yeni becerileri kendi kendine geliştiriyor, kendinin terapisti olabilmiş, bu harika bir şey danışan adına.

İnsanların terapinin sonunda öğrenmiş, aydınlanmış bir şekilde ayrılmasını bekliyoruz. Mekanizmayı öğrenmiş olması çok önemli. Ama bu şu demek değil, onları poh pohlamak, sen iyisin aslansın kaplansın değil, alâkası yok bunlarla, insanlara yapamayacakları şeyleri yaptırtmıyoruz, böyle bir şey talep bile etmiyoruz zaten. Aslında yapabilecekleri ama bilişsel çarpıtmalar nedeniyle yapmaktan imtina ettikleri davranışları alıştırmalar, egzersizlerle kademe kademe yapıyoruz ve değişim zaten kaçınılmaz olduğu için mekanizmanın nasıl çalıştığını anlayan kişiler öğrenmeye de başlıyor. Sorun davranış öğrenildiği için kalıplaşır, demek ki davranışı sorun olmaktan çıkartan yeni bilişler ve davranışlar da öğrenilebilir. Bu yüzden teknik eğitim önemlidir. Sanat eğitimleri de dahil olmak üzere eğitim dediğimiz şey çoğunlukla tekniktir. Ancak bizler tekniker değil klinisyeniz. Yani birine heykel eğitimi verebilirsiniz ama ne heykeli yapacağını öğretemezsiniz. Danışanlara da sorun davranışlarıyla ilgili teknik eğitimi teorik ve uygulamalı verebilirsiniz ama nasıl bir insan olarak hayatına devam edeceğini belirleyemezsiniz. 

Herkesin hayatında bir merkez vardır. Merkez dediğimiz şey fıstık olsun, hayatımız da çikolata olsun, bunu bir araya getiriyorlar, sonra biz bunu yiyoruz, biri de bize diyor ki neymiş bu söyle hadi: Tadını aldım, bu fıstıklı çikolata ama bana çıkar o fıstığı geri ver dediğinde, ben onu çıkaramam. Ama tadını aldım. Yani sezgisel de öğreniyoruz ama bu sezgiselliğin içinde deneyimsel öğrenme de var. Başkası o merkezi oraya koyduğunda böyle bakmak bizi soyutluyor elbette, başka hayatlara müdahale edemiyoruz, kişi kendi çalışmalarında o merkezi kendisi koyacak oraya, diğer parçaları da merkezin etrafına yaymaya başlayacak. Birbirine doğru çekilmesini bekliyoruz yeniden kurduğumuz/inşa ettiğimiz ya da yoktan var ettiğimiz parçaları bu bütünün içinde, bu sayede manyetik alanı yaratmaya başlamış oluyoruz. 

Bu yazdıklarım belki de çoğu meslektaşım için gereksiz gelebilir. Ancak ben öyle düşünmüyorum. Yaptığımız işin tek bir boyutu ve yapılış şekli yok. Terapilerde asıl önemli noktanın kanıta dayalı bir şekilde çalışmak olduğundan hareket ederek bu sağlam zeminin üstüne kendi klinik pratiğimi böyle bir felsefi anlayışla geliştirmeye çalışıyorum. 

Buraya kadar okuduğunuz için teşekkürler, umarım faydalı olmuştur, sevgilerimle.

Tuna

29 Temmuz 2022 Cuma

Terapinin Aşırısı İyidir

Psikoterapi, bir anlamda denize girmek gibidir. 

Kişi, denize girmeden önce (çok istekli değilse) yavaş yavaş, küçük, kararsız adımlarla kıyıya gelir. Mayosunu giymiştir, biraz şanslıysa yanında sevdiği bir-iki kişi de vardır. Minik dalgaların kıyıya vurduğu yerde ayaklarını sokar, en fazla bileklerine kadar. İlk başta su soğuk gelir, geriye doğru zıplar. Yine de denize girmek istiyordur; yüzmek, ferahlamak, yazın tadını çıkarmak istiyordur, alışmak biraz zaman alıyordur. Suya girdikten sonra suyun belirsizliği, suyun içinde neler olup bittiğinin görünemezliği de kişide belli bir korkuya neden olabilir. Bu kadar sığ sularda bir şey olmayacağı garantisi etraftan verilir. Bu kişi kadar çok düşünmeyenler, pervasız bir şekilde suya “dalıyordur.” Yeniden cesaret ederek ayaklarını suya sokan kişi, yine suyu soğuk algılayacak ama bu sefer beklendik bir soğuk olacaktır bu. Çünkü az önce hissetmiş, deneyimlemiştir o soğuğu. Ve suyun içine adım atmaya başlayacaktır. Her adımda su soğuk olduğu için hızlı ve kesik kesik nefes alıp verecek ama yine de yürümeye devam edecektir. Derken dizlerini geçmeye başlayan suyun içine tüm bedenini sokacaktır. 


Psikoterapi biraz böyledir. Kişi yardım almak, sorunlarını çözmek ve bu sayede hayatın tadını çıkarmak ister. Ancak alışmak biraz zaman alabilir. Terapinin içine girmeden, içinde ne olduğu dışarıdan bakarak anlaşılamaz. Her kişi için her kıyı ve her deniz nasıl ki uygun olmayabilirse, terapide de kişi kendine uygun kıyılar arayabilir. Uygun kıyılar hem uygun terapi yöntemi hem de uygun terapist demektir. Bu süreçte iki kişinin zihninin birleşmesi vardır, bu birleşme güven temasının üzerinde kuruludur. Kişi kendine veya yanındaki kişiye güvenmiyorsa denize girmek istemez. 

Tabii iş denize girmekle bitmez. Yüzmek, dalmak, kulaç atmak, eğlenmek de bu işin doğasında vardır. Terapinin içinde de kişiler çabalar. Suya alışırlar. Bazen derinlere dalarlar, tehlikeli oluyorsa terapist kişiyi derinlerden çekip çıkarabilir. Kişi kulaç attıkça, suyun üstünde kaldıkça, bir noktadan başka bir noktaya yüzebildiğini ve yol alabildiğini gördükçe motive olur. Tüm bu aşamalarda terapisti yanında olur. 

Ancak denizde dalga vardır. Terapist denize hükmedemez. Terapist Poseidon’dan rol çalamaz. Denize giren kişiye kılavuzluk edebilir terapist. Denizde dalga, dışarıda rüzgâr çıkabilir. Deniz ve dalgalar yabanileşebilir, saldırganlaşabilir. Bu da esasında zaten gündelik hayatlarımızın bir parçasıdır. Hayatlarımız dalgalı, olaylar zaman zaman saldırgandır. Terapötik düşüncenin aşırısı bu bakımdan iyidir. Geçici bir süreliğine kişi terapide olduğunu ve normalden daha çok çabalamasının uzun dönemde sağlıklı sonuçlar doğurabileceğini hesap edebilirse, terapisine devam ederken terapisiyle ilgili aşırı düşünce ve eylemleri (ses kaydı, not almaları, günlük tutmaları, egzersiz ve görev çizelgelerini ihmal etmemeleri, vb.) kişiyi zihinsel açıdan meşgul eder. Bir sonraki seansın açılışı bir önceki seansla kurulacak bağlantı, kişiye verilen egzersiz ve görevlerin gözden geçirilmesi olacağı için, kişinin aşırı terapi düşüncesi bu zaman dilimi için faydalıdır. Yani yabani ve saldırganlıktan kastımız terapinin kendisiyse. 

Gelin görün ki terapiye giden kişi için de hayat yine olması gerektiği gibi olacaktır. Evren böyledir. Evrenin kendi yasaları vardır, biz faniler, evrenin yasalarına uyarak hayatta kalmaya ve yaşamaya çalışıyoruz. Bu da çok ciddi uğraş demektir. Bu uğraş esnasında terapiye de gerçekçi bir gözle bakmamız ve evrenin yasalarından terapinin ayrı olmadığını bilmemiz yerinde olacaktır. 

Bu bakımdan terapi her zaman keyif vermek zorunda değildir. Derin çalışmalar hiç böyle olmamıştır. Zaman zaman, denizin çarşaf gibi olduğu, bir tehlikenin olmadığı durumlarda su nasıl keyif verir ve bizi ferahlatırsa, terapi de eğlenceli, hoş, komik, yaratıcı, esenlik sağlayan, ferahlık getiren bir alan olabilir. Ama öyle zamanlar gelir ki, terapi korkutucu da olabilir. Gerçekten iyi olan hiçbir terapi naif değildir aslında. 

Terapi bir senfoni gibidir aynı zamanda. Birbirinden farklı enstrümanlar vardır, hepsi sırası gelince devreye girer, ses verirler. Bütün bir ahenk ve düzen vardır senfonide. Orkestra şefini takip eder müzisyenler. Şef, terapisttir. Müzisyenler, danışanların farklı özellikleridir. Hangi durumda hangi enstrümanını kullanacağını öğrenen birer yaşam yolcusudur danışanlar.

Şunu demek psikoterapiler için çok yanlış olmaz sanırım: Aynı anda hem şiddet hem de cazibe vardır. Sudaki dalgalar şiddetli ve denizin rengi enfestir. Şiddet ve cazibeyi birbirinden ayırmak mümkün olmadığı gibi gereksizdir de. Bazen kısa süreli terapiler yumuşak ve sessizdir. Hatta bazen uzun süreli terapiler için de bu söylenebilir - nadir de olsa. Ama genel olarak, gerçekten iyi icra edilen bir terapide huzur ve kavga, dinginlik ve kaos bir aradadır. 

Çoğu kez kişilerin kafası karışır, uzun süreli terapi mi yoksa kısa süreli terapi mi? Bu soruya verilebilecek net bir yanıt olmamakla birlikte genelde kısa süreli terapilerin daha çok suçlandığını görebiliyoruz. Kısa süreli terapilerin sığ, yüzeysel, basit gibi kelimelerle yaftalandığına şahit olabiliyoruz. Ancak durum pek de böyle değildir; kısa süreli terapi uygulayan bir klinisyen yöntem ve teknikleri zamanında, yerinde, uygun biçimde uygulamalıdır, bu da kısa zamanda danışanın iyileşmesi demektir. 

Kısa süreli terapiler uygulayan klinisyen canlı, aksiyon dolu seanslar yapar ve maharetini her an göstermek zorundadır. Ayfer Tunç'un roman ve öykü benzetmesini kullanacak olursam diyebilirim ki; psikoterapi, kimsenin kimseyi dövmediği bir boks maçı gibidir. Uzun süreli terapilerde toplanılan puanlarla maçı kazanabilirsiniz ama kısa süreli terapilerde nakavt etmek zorundasınız. 

Sevgiler,

Tuna

17 Temmuz 2022 Pazar

Şu "Depresyon" Meselesi

Depresyon, mental bozukluklar içerisinde sadece ülkemizde değil tüm dünyada en çok görülen hastalıklardan biridir. Evet, depresyon tıbbi bir hastalıktır. Romantizme edilemez. Özenilecek bir yanı yoktur. Kişilerin depresif modunun açık olduğu günler veya saatler olabilir. Tıbbi anlamda depresyon diyebilmek için başka kriterlerin de karşılanması gerekir. 


İnsanın başına gelen olaylar veya durumlar karşısında hemen herkeste görülebilen üzüntü duygusundan farklı bir tepkidir depresyon. Bazen depresyonun kendiliğinden sonlandığı da olur. Ancak kendi kendine sonlanmasını beklemek durumu kronikleştirebilir. Bu yüzden çevremizden "kendiliğinden geçer", "senin bir şeyin yok, kendi kendine yapıyorsun bunu", "çok eve kapandın dışarı çık biraz" gibi cümleler duyduğumuz olur. Böyle bir yaklaşım depresyonda olan kişi için hem daha üzücü olur hem de "anlaşılmıyorum" tepkisinin gelişmesine neden olur ve kişi daha da içine kapanır, bir şey anlatmayı da bırakır. Bu tür durumlar ruh sağlığı uzmanlarının en istemediği durumlardır, çünkü o kişi sonrasında tedaviye geldiğinde işler artık oldukça güçleşmiştir.

Depresyon için tek bir neden belirleyebilmek oldukça zordur. Değerlendirme görüşmesinde odaklandığımız konular tetiklenmelerin nasıl olduğudur. Yani kişiyi depresyona götüren yolda birçok etkenin etkileşim içerisinde olduğunu varsayarız ve bunları bulmaya çalışırız, tek bir nedene bağlamaya çalışmayız. Kişinin yaşamını dönemlere ayırarak bir bütün ifade edebilecek başlangıç hipotezine ulaşmaya çalışırız. 

Genetik geçişler depresyonda önemli midir? Evet, önemlidir. Ancak yukarıda değindiğim gibi depresyon sadece genetik geçişlerle, kişinin beyninde meydana gelen biyokimyasal değişimlerle açıklanamaz; kişinin yaşam alanları kesinlikle etkilenmiştir, yaşam alanlarında baş edemediği durumları tek tek anlayıp bunlara formülasyonumuzda yer veririz. Kişinin kişilik yapısı, iş çevresi, sosyal çevresi, özel hayatı ve bu alanlardaki işlevsizlikler/bozulmalar kişiye nasıl bir tedavi verileceğinin planlanmasında çok önemlidir.

Depresyonda sıklıkla gözden kaçırılan bir durum da kişinin düşünme şeklidir; düşünceleriyle ne yaptığı, düşüncelerine ne tepkiler verdiğidir. Kişi kendi idrak etme hallerini, olayları ve durumları nasıl algıladığını ve bunlara hangi tepkileri verdiğinde depresyon yaşadığını belirlemeye başladığında düşünme şeklinde değişimler yaratmaya evriliyor, düzenli bir terapi süreciyle de bir zaman sonra gerçekten bilişsel ve davranışsal değişimler o kişinin hayatında kalıcı olmaya başlıyor. 

Belli şartlar altında herkes depresyona girebilir. Bu şartların oluşmasını engellemek, kişilerin idraklerinde bir değişime gitmesi demektir, bu da fark yaratır. Kısacası kişiler Risk Yönetimi yaptığında depresyonu ortadan kaldıracak süreç de başlamış olur. Genelde bizim gibi duygu ve düşüncelerini istediği gibi ifade edemeyen toplumlarda "içine atan" insan sayısının fazla olduğunu görüyoruz. Risk Yönetimi yapmayıp içine kapanmaya başlayan kişilerin depresyona yatkın olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Bu tek başına depresyona neden olamaz, ancak depsreyonun oluşmasında önemli bir etkendir. 

Kişilerin Risk Yönetimi yapmasını ben çok önemli buluyorum. Çünkü bizim ülkemizde genelde Kriz Yönetimi yapılmaya çalışılıyor. Yani olaylar olduktan sonra hemen ve acilen ruh sağlığı uzmanlarından çözümler üretmeleri bekleniyor. Önleyici ve koruyucu ruh sağlığı kavramı da tam olarak burada devreye giriyor. 21. yüzyılda çoğu insan artık ruh sağlığı uzmanlarına daha çok başvurur oldu. Daha 10-15 yıl öncesine kadar başvuru sayıları daha azdı. Başvurular şimdi (pandeminin de etkisiyle) çok arttı, ancak bu sefer de karşımıza oturan kişilerin çok zor durumda olduklarını, sarsıcı bir krizin içinde olduklarını, yaşam alanlarının inanılmaz etkilendiğini görebiliyoruz. Ruh sağlığı uzmanlarına başvurmak için hasta olmayı beklemeyin

Neler yapılabilir? 

İnternetten bulabileceğiniz sağlık kuruluşlarının güvenilir yazılarını okuyabilirsiniz. Depresyon tanı kriterlerini kendinizde sorgulayabilirsiniz. Yine hemen bulabileceğiniz Beck Depresyon Ölçeği'ni doldurabilir, yönergede belirtildiği şekilde puanınızı hesaplayabilir, skalanın neresinde durduğunuzu öğrenebilirsiniz. (Puanınız beklediğinizden yüksek çıkarsa endişe etmeyin, bu ölçeklerin yanılma payları vardır, önemli olan sizin kendinizi nasıl hissettiğinizdir. Ne kadar işlevsel bir şekilde düşünce ve davranışa odaklanabildiğinizdir.) 

Son zamanlarda kendinizde fazladan bir yorgunluk, kronikleşmeye yüz tutan ağrılar, gerginlik, endişeli düşünceler vs. görüyorsanız yukarıda dediğim gibi Risk Yönetiminizi yapmaya başlayın ve hastalanmayı beklemeyin. Ancak klinik tablonuz daha ağırsa mutlaka öncelikle bir psikiyatriste başvurun. Hekim olan psikiyatrislerin kapsayıcı ruhsal durum muayeneleri sonucunda tanı alabilirsiniz. Diğer bütün fiziksel hastalıklar elendikten sonra psikiyatrik tanı konulabilir, bunu da sadece hekimler yapabilir, bunu unutmayın. 

Ağır klinik tablonuz yoksa ancak yaşam alanlarınızın etkilenmeye başladığını fark ediyorsanız bir ruh sağlığı uzmanı aramaya başlamanız yerinde olur. 

Depresyonla ilgili olarak genel bilgiler vermeye çalıştığım bu yazı umarım okuduğunuza değmiştir, sevgilerimle.

Tuna