mükemmelliyetçilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mükemmelliyetçilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Mayıs 2022 Perşembe

İnsan Psikolojisinin Mithril'i: Psikolojik Sağlamlık

Dünya sinema tarihinin en başarılı filmlerinden biri olan Yüzüklerin Efendisi'nin ilk bölümü Yüzük Kardeşliği'nde bir sahne vardır: Bilbo Baggins daha önce kendisine hediye edilen, cücelerin bir çeşit zırhı olan Mithril'i yeğeni Frodo'ya hediye eder. Hediye ederken de "Ejderha kadar sert, tüy kadar hafif" tabirini kullanır. Sadece cücelere ait olan bir madenden çıkarılan maddeyle yapılabilen Mithril de üretilme amacına hizmet ederek Frodo'yu ölümcül bir darbeden kurtarır. Mithril hem ağırlık olarak kazak giyme etkisi kadar bir ağırlığa sahiptir hem de en ölümcül darbelerden yara alınmamasını sağlar.


Son yıllarda sıkça karşımıza çıkan psikoloji kavramlarından biri Resilience'dır, yani psikolojik sağlamlık - dayanıklılık. Psikolojik sağlamlık kavramını insan psikolojisinin Mithril'i olarak kabul edebiliriz. Psikolojik sağlamlık hem yük olarak hafif-taşıması kolaydır hem de hayatın ara sıra vurduğu darbelerden bizi korur.

Psikolojik sağlamlık her birimizde ayrı ayrı şekillenirken bazı temel ortak noktalarımıza temas eder. Öncelikle düşüncelerimizle "aşırı" uğraştığımız için düşünme kalıplarına bakalım. Ana hatlarıyla dört tür düşünce kalıbının olduğunu söyleyebiliriz: Doğru, Bağımlı, Olumsuz ve Suçluluk. 

Doğru düşünme; hayatın başımıza getirdiği bazı yaşantılarla ilgili olarak başımıza gelen olayları nasıl anlamlandırdığımız, bu olaylardan nasıl etkilendiğimizi belirler. 

Bağımlı düşünme; çocukken yaptığımız, denediğimiz her şeyi başarmamız gerektiğini düşünürüz, etrafımızdaki herkesin bizi sevmesini, hayatın bizim istediğimiz gibi olmasını beklediğimiz düşüncedir.

Olumsuz düşünme; çocukken ruh halimiz bir anda değiştiğinde kuvvetle muhtemel beynimizde stres yaratan, kaygı duygumuzu tetikleyen, nihayetinde de endişeli düşünceleri ortaya çıkaran olaylarla uğraşmamızı ifade eden düşüncedir.

Suçluluk düşüncesi; çocukken somut düşünürüz. Yaşanan herhangi bir olumsuz olayı sanki kendi hatamızmış gibi algılarız, o olaydan tamamen kendimizi sorumlu tutmamız, suçluluk duymamızı ifade eden düşüncedir. 

Bu düşünce türleri şemalarımızın oluşumlarına ciddi katkılarda bulunur. Çocukluk dönemlerinde biz farkında olmadan oluşturduğumuz şemalar da ilerleyen yıllarımızda hayatı nasıl algıladığımızı, başımıza gelen, etrafımızda ve zihnimizde olup biten şeylere ne-nasıl tepki verdiğimizi büyük ölçüde belirler. Peki bu durumların negatif diyebileceğimiz bir gidişatının olması kaçınılmaz kaderimiz midir? Anlayacağınız üzere cevabımız; hayır değildir.


Her olumsuz yaşam olayında, istemediğimiz gibi giden zamanlarda, arzularımıza ulaşamadığımızda bazılarımız kendimizi suçlamıyor farkındaysanız. Bazılarımız da kendi başına gelen talihsizlikleri bırakın, etrafındakilerin yaşadığı olumsuz deneyimlerle ilgili dahi kendini suçlayabiliyor. Peki neler eksik de bu insanlar birtakım psikolojik sıkıntılar çekiyor? Bunun için psikolojik sağlamlık kavramının unsurlarına bakalım. Çünkü bu unsurların bir araya gelmesi bizi dayanıklı kılmaya başlıyor.

Koşulsuz sevgi: Ruh sağlığı uzmanlarının hep vurguladığı gibi sevginin fazlası olmaz. Büyüme aşamasındayken fazla sevgi görmek problem yaratmaz. "Çocuk şımarık olmasın" diye sevgi göstermemek, çocuk uyuduktan sonra sevgi göstermek ya da biraz sevince -çocuk güvende, rahat bir ortamda olduğunu anlayınca- bir anda sevgiyi kesip çocuğu göndermek açıkçası doğru değildir. Şımarıklık denilen durum tüm dikkatin, ilginin tek bir çocuğun üstünde toplanması, çocuğa hiçbir şekilde sınır konulmamasından kaynaklanır. 

Yeterlilik: Zor, katlanılması güç yaşam olaylarında kişinin yeterli olduğunun bilinciyle, olayların gerektirdiği şekilde davranabilmesidir. Yeterlilik, çocukken edindiğimiz kazanımların birikmesi ayrıca yaşımız ilerledikçe elde edeceğimiz tecrübeler sayesinde kazanılır. İnsanların yeterli olduğunu bilebilmesi için aldığı kararlara güvenmesi, yaptığı seçimlerin sorumluluklarını alabilmesi, aştığı her zorluktan sonra başka zorlukların da yaşanabileceğinin farkında olması, bundan korkmamasıdır. 

Özgüven: Kendi kapasitemize, gücümüze, becerilerimize inanıp bunlara yatırım yapmamızdır. Yetişkinler, anne-babalar, bakımverenler (genellikle) çocuklarının özgüven gelişimini hiç hesaba katmadan daha çok onların yaptığı yanlışlara, aldıkları risklere, tercih edilmeyen davranış kalıplarına odaklanırlar. Çocuğun yaptığı hatalardan, yaşadığı acılardan ders almasını görmesini sağlamak, özgüvenini desteklemek yerine sürekli olarak çocuğun yanlışlarına odaklanmak, bu yanlışları çocuğun suratına vurmak, ona kendisini "yetersiz" hissettirmek çocuğun utanmasına, kendini güçsüz-aciz, yeteneksiz hissetmesine neden olur, bu da bir zaman sonra kısırdöngüye girer. Çocuk buradan neyi öğrenir? Denemeye bile gerek yok, ne de olsa başarılı olamayacağım!

Gerçek başarı: Bakımveren yetişkinler çocuklarından başarılı olmalarını aralıksız ister. Ancak bu kavramı "mutluluk" kavramıyla beraber anmadıkça çocuk için başarı asla gelmeyecektir, gelse bile geçici zaferler ve tatmini olmayan kazanımlar elde edecektir. Yaratıcı olmaları beklenen çocuklara yaratıcı olabileceği bir ortam hazırlamak şöyle dursun, herhangi bir konuda sıradışı bir şey yapan, ezber bozan, çizginin dışına çıkan çocuklar azarlanarak, hakaret edilerek, aşağılanarak cezalandırılır. 

Koşulsuz kabullenme: Çocukların kabullenilmesi için bir şey yapmalarına, bir şey başarmalarına, dört dörtlük olmalarına gerek yoktur. Bu durum yetişkinler için de geçerlidir elbette; çocuklar ebeveynlerini koşulsuz severler! Koşula dayalı sevgiden, saygıdan, anlayıştan vs. bahsetmek mümkün değildir. Ancak gelin görün ki hayatlarında hataya yer bırakmayan büyütülme tarzları sürekli olarak "mükemmelliyetçi" çocukları yetiştirir. Mükemmel derecede olmayan bir işin altındaki seviyede kazanım elde eden çocuklar, bu kazanımlar sayesinde sevilmeyeceklerini, kabul görmeyeceklerini kısa zamanda anlar ve stres geliştirmeye başlarlar. Çocuklara yüksek hedefler konulabilir, bu, çocuğun kendi sınırlarını öğrenebilmesi, yeni deneyimler elde edebilmesi için kendini zorlaması anlamına gelir ki oldukça sağlıklı bir şeydir. Ancak tek bir şartla: Yüksek hedefler "gerçekçi" ve "ulaşılabilir" olmalıdır. Çocuğun bu hedefe ulaşamaması durumunda da çocuğu koşulsuz seven, koşulsuz kabullenen bir yetişkinin varlığı çocuğun ekosisteminde hayati öneme sahiptir. Bu konuda ikna olmayan bakımverenler ise bir süre sonra neden oldukları durumun farkına dahi varmadan şikayet etmeye başlarlar. Çünkü bakımverenlerle konuşmanın, onlarla iletişim kurmanın bir faydasını göremediklerinde, çocuklar yalan söylemeye başlar. 

Yukarıda açıklamaya çalıştığım maddeleri kurallar bütünü olarak değil de, günlük hayatımızın doğal akışı şeklinde uyguladığımızda yaşamlarımız ne kadar az stresli olur farkında mısınız? Sadece çocukların değil, hepimizin bu unsurlara çok, hem de çok ihtiyacı var. 

Psikolojik sağlamlık geliştirilirken gün içinde kullandığımız dil gözardı edilemez. Çocukları (yetişkinleri de) daha dayanıklı olabilecekleri konusunda teşvik etmemiz önemlidir. Oldukça katı tutumlar yerine daha esnek olmayı denemek, en ufak bir olayda dağılmak yerine toparlanabilmeyi tercih etmek bize zaman kazandıracağı gibi ileriki günler için özgüvenimizi de tazeler. Bu becerilere sahip ailelerin çocuklarının istek ve ihtiyaçlarına dair olumlu bir dil ve olumlu bir tutum kullandıkları biliniyor. 

Ve cesaret... hayatta öyle bir an gelir ki, bazen çocuğumuz için yapabileceğimiz hiçbir şey yok diye düşünürüz. Gücümüzün yetmeyeceğini, bilgimizin eksik kalacağını düşünür, kendimizi çaresiz hissederiz. İşte tam da böyle bir anda bir yetişkinin çocuk için yapabileceği en önemli şey çocuğu cesaretlendirmektir. Bu cesareti vermek çok ama çok önemlidir. 

Bizler terapi odasında kimi zaman ihtiyaç analizleri yapıyor, kimi zaman davranışsal analizler çıkarıyor, kimi zaman exposure dediğimiz egzersizleri planlıyoruz. Ancak işimizin çok mühim bir kısmı danışanlarımızı cesaretlendirmektir. 

Rahmetli büyüğümüz, duayen terapist Engin Geçtan bir kitabında ruh sağlığı uzmanlarına hitaben yaklaşık şöyle bir şey yazmıştı: Hastanız sizden daha zengin, daha zeki, daha akıllı olabilir; ama siz daha cesur olmalısınız."

"İnsan psikolojisinin Mithril'i: Psikolojik Sağlamlık" başlığıyla kaleme aldığım bu yazıdaki bazı bilgileri Çocukta Rezilyans kitabından edindim. Okuduğunuz için teşekkürler, umarım faydalı olmuştur. 

Sevgiler,

Tuna

10 Nisan 2022 Pazar

Neden iyi olamıyorum?

Neden iyi olamıyorum? 

İyilik hâli dediğimiz kavram oldukça geniş bir kümeyi kapsıyor. Genel kullanımda iyilik hâlini; sağlık, mutluluk, rahatlık, huzur, ekonomik esenlik bağlamında yeterli standartlara ulaşmak ve bunu korumak anlamında algılıyorum ben. 

“Yeterli standartlar” kavramını önemsiyorum. Çünkü yettiğinden fazlasını talep ettiğimizde çoğu zaman fizyolojik ya da psikolojik (ya da ikisi birden) hastalanmaya başlıyoruz.


Psikoterapide sıklıkla "yeterince iyi" olmanın öneminden bahsederiz. (Winnicott'a selam olsun.) Yeterince iyi olmak varken neden mükemmeli istiyoruz? Ayrıca kime göre, neye göre mükemmelliği elde edeceğimizi sanıyoruz? İyilik hâlini mükemmelliyetçilikle bağlamaya çalışayım.

Farkında olmadan mükemmelliyetçi bir yapıya bürünmüş olabilir misiniz? 

Mükemmelliyetçilik, kişinin kendisine bile bile zarar vermesidir, çünkü gerçekçi değildir. Kişinin aşırı yüksek beklentiler içine girdiği bilişsel bir yapıdır. Bu yapıda kişi, hem en yüksek düzeye erişmeye çalışır hem de bu çalışmaları sırasında asla hata yapmaması gerektiğine inanır. Bir anlamda kişinin asla ulaşamayacağı bir konum için kendisini çaresizce parçalamasıdır. 

Bir mükemmelliyetçinin kendine zarar verdiğini nasıl anlarız? En yüksek hedefleri belirleyip asla hata yapmaması sonucunda sürekli takdir göreceğini düşünüyorsa bunu ilk belirti olarak kabul edebiliriz. Devamında da o beklenilen takdiri görememenin yarattığı hayal kırıklığı, umutsuzluk, çevreyi suçlama, nihayetinde de delicesine arzu ettiği sevilmekten, kabul görmekten mahrum kalma durumu yaşanıyorsa o kişi mükemmelliyetçidir diyebiliriz.

Başarılı, huzurlu, sağlıklı, mutlu bir hayat için iyi olanı yapmak adına atılan adımların inada binmesinde ne gibi bir zarar olabilir, sorusu aklımıza gelebilir. Bu saydıklarım kötü/olumsuz değildir zaten; ancak iyi olanı yapmakla, mükemmelliyetçi olmak arasında dağlar kadar fark vardır. Olaylar burada düğümlenmeye başlar. Düğümlenir, çünkü bir mükemmelliyetçi bütün çabalarının sonucunda rahat bir uykuya dalamaz, insanlara güvenemez, sürekli aklını kemiren şüpheci düşünceleri vardır; sonunda da kaygının karanlık gölgesinde kaybolmaya başlar. Artık sürekli tetiktedir. 

Kişiler “yeterli iyilik hâli” yerine kendilerine yönelik, diğer insanlara yönelik ve çevresine yönelik farklı mükemmelliyetçi tutumlar geliştirebilirler. Kendine yönelik türde kişinin, kendisine acımasız olduğunu görürüz. Kitaplarda okuduğumuz, filmlerde gördüğümüz "en zalim" karakterlerden bile daha zalim olabiliriz kendimize. Gerçeklikten koparılmış yüksek beklentiler, kişinin ilgisini uyuma yönelik olmayan biliş ve davranış kalıplarına sokar: Kendisinden hata beklemediği için kendini inanılmaz bir şekilde suçlar. Diğer insanlara yönelik türünde kişi, kendisi için belirlediği kriterlere başkalarının da harfiyen uymasını bekler. Başkalarının yaptığı işleri beğenmez, sürekli hata ve kusur bulur; hele de bir başkasına asla bir işi emanet etmez, delegasyon yönleri yok denecek kadar zayıftır. Sosyal bağlamda çevreye yönelik türde ise şunu net görürüz: “Bu belirlediğim aşırı yüksek hedefleri gerçekleştirmemi herkes benden bekliyor. Bunları yapamazsam herkese rezil olurum/herkesin gözünde küçük düşerim, bana saygı duymazlar, beni sevmezler” düşüncesi kişiyi ele geçirmiştir.


Oldukça korkutucu değil mi? Yazının tam da bu noktasında kendinizi ya da yakından tanıdığınız birini düşünmeye çoktan başladığınızı fark ettiniz muhtemelen. Peki, o zaman devam edelim.

Neden bir insan kendine bunu yapar? Nasıl olur da kişiler bu yola girer; bu kişilerin motivasyonları nelerdir, nelere inandıkları için kendilerini bu hâlde bulurlar, diye baktığımızda genel profilde şu özellikleri görebiliriz:

- Yaşamlarındaki tüm değerlerini, özsaygılarını, benlik algılarını başarılı olmanın üzerine kurarlar. Aşırı yüksek ve daha önce değindiğimiz gibi gerçekçi olmayan hedefler/beklentiler sonucunda belirledikleri amaçlara ulaşamamayı tam anlamıyla gurur meselesi yaparlar. Bunu da kişisel olarak algılayıp kendilerini değersizleştirmeye başlarlar. 

- Kendilerine hata yapma payını bırakmadıklarını söylemiştik; çünkü en ufak bir hata bile onlar için başarısızlık demektir. Çoğu zaman pire için yorgan yakarlar. Tek bir olaya bakarak bütün hayatlarını kocaman bir başarısızlık, değersizlik olarak görürler. Hatalarından öğrenemezler. Hâlbuki biz neyi biliyoruz, en iyi öğretmenlerimiz yaptığımız hatalardır. 

- “Ya beni onaylamazlarsa?” endişesini yoğun olarak yaşarlar. Özellikle de yetersiz hissettikleri, eksik olduklarını düşündükleri zamanlarda diğer insanlar tarafından kabul edilmeyeceklerine dair güçlü bir inançları vardır. Bu kabul edilmeme, onaylanmama ihtimali de onları mükemmelliyetçiliğe sürükleyip kısır döngünün içine girerler: “Hatalı, eksik iş yapmamalıyım ki önem verdiğim kişiler tarafından onaylanayım.”

- Gereklilikler yakalarını bırakmaz. Sürekli olarak sözel yönergeleri, kuralları vardır. Olumsuzluk eki -me, -ma'yı, gereklilik eki -meli, -malı'ları bolca kullanırlar. Yeni, beklenmeyen durumlar karşısında esneyemez, katı duruşlarını devam ettirirler. 

- Kıyaslama genellikle çocukluk çağlarında öğrendikleri bir kalıptır. Ebeveynleri tarafından akranlarıyla kıyaslanarak buna içerleyen, ebeveyninden "onay almak" için telafi davranışlarına girişen kişiler yetişkinlik çağlarına geldiklerinde bu sefer başkalarıyla, akranlarıyla kıyaslamayı kendi kendilerine yaparlar. Diğer insanların kendileri kadar çabalamadan, çalışmadan "mükemmel" bir biçimde iş yaptıklarını, hayatlarına devam ettiklerini düşünürler. Bu durum da kendilerine yönelik olumsuz benlik algılarını besler. 

Basitçe düşünerek ulaşabildiğimiz sonuçların, göstergelerin bazılarını sıralamaya çalıştım. Genel iyilik hâlinden mükemmelliyetçiliğe uzanan yol oldukça cazip görünebilir. Çünkü bu yolun sonunda herkesten üstün olmak, herkes tarafından onaylanmak, elbette mükemmel bir insan olmak vardır. Anlayacağınız üzere aslında yoktur. İyilik hâli kişinin kendisine yetebilirken, mükemmel olma hâli asla yetmez, yetmeyecektir. 

Genel iyilik hâli için rahatlamak ve ulaşılabilir isteklerde bulunmak makûl görünüyor. Zaten sağlığımız için güçlü bileşimler genellikle güldüğümüz, şimdi ve burada'ya bağlı olduğumuz zamanlardır. Yaşamlarımızdaki herhangi bir zorluğun üstesinden gelebilmek için farkındalığımızı gözden geçirebilir, zorlu yaşam olayları karşında direnç gösterebilmek - zorluklara bağışıklık kazanabilmek için umut etmeyi öğrenebilir, geçmişe tutunarak ilerleyemeyeceğimizi anlayarak öfkemizi sakince bırakabiliriz. 

Baştaki soruya dönelim: Neden iyi olamıyorum? Kendimi buna lâyık görmediğim için. 

Sevgilerimle,

Tuna