29 Haziran 2022 Çarşamba

Tekeşlilik, Adam Phillips

1

Herkes tekeşliliğe inanmaz, ama herkes inanıyormuş gibi yaşar. Herkes bağlılık ya da sadakat tehlikeye girdiğinde yalan söylediğinin ya da gerçeği söylemek istediğinin farkındadır. Herkes kendini ihanet ediyormuş ya da ihanete uğruyormuş gibi hisseder. Herkes kıskanır ya da kendini suçlu hisseder ve sonunda tercihinin acısını çeker. Cinsel kıskançlığı hiç yaşamıyormuş gibi görünen mutlu azınlık ise ya bundan ötürü hayrete düşer ya da böbürlenir. Hiç kimse dışarıda bırakılmışlık duygusunun dışında bırakılmamıştır. Herkes kendinden esirgenen şey konusunda saplantılıdır. Başka bir deyişle, tekeşliliğe inanmak, tanrıya inanmaktan pek farklı değildir.


5

Çift olmak bir gösteri sanatıdır. Ama insanlar birlikte ne yapacaklarını nasıl öğrenirler? Nasıl, bir kez daha, umumun içinde sürekli bir arada, birbirlerinin utancının bekçisi olarak rollerini oynarlar? Adımları nereden öğrenirler?

Güzel görünen çiftlerin güven, hatta ilham verici olabilecekleri yer burasıdır işte. Kendilerinin başına da sık sık geldiği gibi, biz de onların güzellikleri tarafından pusuya düşürülürüz, kısacık bir süre için de olsa, onlarla suç ortaklığı yapar, onlar gibi utanmaz oluruz. Saklayacak hiçbir şeyimiz olmaz. Güzel görünüş, depresyona karşı en iyi kültürel ilacımızdır. Gösterinin devam etmesini sağlar.

55

Birbirinden tatmin olan ve birbirine güvenen güvenli çift, iyi hayat kavramımızı oluşturan resimlerden biridir; tıpkı mutsuz çiftin mutluluğun imkânsızlığı duygumuzu temsil etmesi gibi. Çocukken hepimiz ana-babalarımızın dramını gözledik, ne çok şeyin buna bağlı olduğunu gördük.

Çifte -iyi çiftleşmelere- olan inancımız, umut duygumuzun ölçüsüdür. Sonuç olarak, en azından hayata başlamamız tekeşli bir andı; ilk aşk maceramız "evli" biriyle olsa bile. 

58

Güvenin sorunu, sağlanmasının imkânsız olmasındadır. Güven, vaat kılığına girmiş bir risktir. Mesele eşinize güvenip güvenmediğiniz değildir. Mesele eşinizin güveni ne sandığını bilip bilmediğinizdir. Bunu nasıl keşfedeceksiniz? Sizi ona ne inandıracak? İnancınıza güvenmenizi ne sağlayacak?

Güven haddinden fazla güvenmek zorunda olduğumuz bir kelime. 

67

En iyi, en sıcak saklanma yeri, neden saklanmakta olduğunuzu, ya da saklanıyor olduğunuzu unutabildiğiniz yerdir. Çiftin -çoğunlukla birbirlerinden- saklamak zorunda olduğu sır, neden saklanmakta oldukları ve aslında saklanmakta olduklarıdır. Korumak zorunda oldukları inanç ise, aslında aynı korkulara sahip olduklarıdır.

Tek başına saklanmak imkânsız olduğu için vardır çiftler. 

17 Haziran 2022 Cuma

Hissedilen Zaman

İçsel Saatler: Zamana neden "ihtiyaç" duyarız?

Zamanı ne zaman "hissederiz"? Hangi durumlarda zamanın geçişinin farkına varırız? Biz zamana dair belirgin bir değerlendirmede bulunamadan saatler geçebilir. Zamanın bilinçli düşüncelerimize girdiği tipik bir durum beklemektir, özellikle arzulanan bir olay için. Örneğin: Okul zamanı, hava güzel, güneş parlıyor, baharın kokusu açık bir pencereden içeri süzülüyor ve öğrenciler matematik dersinde oturuyor. Saate atılan bir bakış, dersin ve okul gününün on beş dakika sonra biteceğini gösteriyor. Az sonra herkes eve gidip yemek yiyecek (açlık, yemek beklentisi); öğle sonrası öğrencileri çağırıyor: arkadaşlarla oynama özgürlüğü. 



Öğle sonrasını düşünmek kısa bir süreliğine öğrencilerin dikkatini dağıtıyor, ardından dikkatleri yine derse yöneliyor; bir kız tahtaya kalkmış, bir denklemi çözmeye çalışıyor. Saate yöneltilen tedirgin bir bakış, dersin sonuna hâlâ on dört dakika olduğunu gösteriyor. Zaman genişliyor: Saate son bakıştan bu yana geçen o bir dakika sonsuz uzunluktaymış gibi görünüyor. Zaman salyangoz hızıyla geçiyor. Öğrenciler geçen zamanı fiziksel olarak hissetmeye başlıyor: Açlık artıyor, değişkenler ve sayılar ilginçlikten giderek daha da uzaklaşıyor; saate yöneltilen bir başka bakış kurtuluşun hâlâ on üç dakika uzakta olduğunu gösteriyor.

Bir diğer örnek: ABD'deki Fransız turistler ve Fransa'daki Amerikalı turistler. Burada başka şeylerin yanı sıra zaman kültürleri de birbirine ters düşer. Los Angeles'taki şık bir restoranda Fransız çift siparişlerini verir ve romantik bir akşam geçirmeyi umar. Ama onlar samimi bir sohbete daha yeni dalmışken garson gelip başlangıç tabaklarını getirir. Fransızların zaman duygusuna göre haddinden hızlıdır bu. Diğer taraftaysa Bordeaux'da Amerikalı bir çift yemek için bir restorana oturur. Siparişlerini vereli çok olmuştur, konuşacak bir şey kalmamıştır ve ekmeklerini yemişlerdir; açlıkları giderek artarken şu duygu da güçlenir: "Bizi unuttular!" Aslında yemek gelecektir, ama Amerikalıların alışık olduğundan epey farklı bir süre sonra. Her iki durumda da restorandaki misafirler zamanın farkına varır. Bu şekilde, zaman algısı bir şeylerin yanlış olduğunu söyleyen bir hata sinyali işlevi görür. 

Asansör beklerken veya kırmızı ışıkta dururken iki dakika çok uzun sürüyormuş gibi görünebilir. Bazen saniyeler bile insanı sinir eder, mesela önümüzdeki araba park yerine girerken fazla aheste davrandığında -bula bula şimdiyi mi buldu?- ve ilerlemenizi engellediğinde. Zaman duygusu hata sinyali verdiğinde hem işlevseldir hem de insanı harekete geçmeye sevk eder. Eğer öğle arasında çok fazla kişi asansör kullanıyorsa ve üstelik asansör sizin katınızda durmuyorsa, merdivenleri kullanmanın vakti gelmiş olabilir. Yine de insanın zamanın içinde kapana kısılmış gibi hissettiği durumlar da vardır: Trafik durduğunda öylece beklemekten kaçmanın yolu yoktur mesela. İçinizde nahoş duygular uyanabilir. Bazı insanlar saldırganlaşmaya başladıklarını hissedebilirler, bu ise bir ölçüde itkisellikle birleştiğinde şiddet eylemlerine yol açabilir. 

Zaman algısının dramatik tepkilere yol açabilen güçlü duygularla ne kadar yakından bağlantılı olduğunu gösteriyor. Bu tür olayların kültürel boyutunun da tartışılabileceğini söylemeye gerek bile yok. Kaliforniyalıların tepkileri Japonlara tuhaf görünecektir. Aslına bakılırsa, kültürlerarası karşılaştırmalar ABD'deki öğrencilerin daha sonraya ertelenen ödüllere Japonya'daki akranlarına göre daha az değer verdiklerine işaret ediyor. Başka bir deyişle, Japonlar genel olarak ABD'deki insanlara kıyasla daha sabırlı bir şekilde bekleyebiliyorlar. 

- Marc Wittmann, Hissedilen Zaman, Zamanı Nasıl Deneyimleriz?

13 Haziran 2022 Pazartesi

Akşamlar Rahatsız Edicidir

Montumun cebinden öğretmenimizin bize Anne Frank'a yazdırdığı buruşturulmuş mektubu çıkartıyorum. Bu ödev bana çok saçma gelmişti. Anne Frank ölmüş birisiydi ve köyümüzdeki posta kutularının sadece iki bölmesi olduğunu biliyordum: Bir tanesi "diğer posta kodları" için, diğeri "8000'den 8617'ye kadar olan posta kodlu gönderiler" için. Aralarında cennete gidecek gönderiler için olanı yok. Bu da zaten çok aptalca olurdu çünkü ölmüş insanlar her zaman yaşayan insanlardan daha fazla özlendiğinden, cennete çok fazla posta giderdi.

"Mesele zaten senin bunu iç dünyanda nasıl hissettiğin ve yaşattığın" demişti öğretmenim. Ona göre ben, fazlasıyla iç dünyamda yaşıyormuşum ve dış dünyamda yaşamayı o kadar beceremiyormuşum. Oysa iç dünyamda kendi başıma yaşamaktan daha kolay olduğu için bazen dış dünyamda gereğinden uzun kaldığım da olur. sandalyemi biraz Belle'ya doğru yanaştırdım. Ortaokul birinci sınıfın ilk haftasından beridir yan yana otururuz. Saman sarısı saçlarının arasından fırlayan kepçe kulakları ve henüz tam bitmeden öylece kuruyup kalan kil bebeklerin yüzündeki gibi biraz eğri duran bir ağzı olduğu için onu hemen sevmiştim. Hasta inekler de her zaman daha iyi olurlar, aniden tepmedikleri için rahatlıkla okşanabilirler. Belle hafifçe bana doğru eğildi ve fısıldayarak: "Üniformandan hiç bıkmayacak mısın?" diye sordu. Göz kalemiyle boyanmış gözlerini -alta ve üste çekmiş olduğu çizgiler sayı doğrularında bir an evvel cevaba ulaşabilmek için büyükçe çizilen yaylara benziyordu- montuma yöneltişini takip ettim. Kapüşonumun tükürükten kuruyarak sertleşmiş bağcıkları göğsüme uzanıyordu. Rüzgârda bazen birer göbek bağı gibi boynuma dolanıyorlardı. 

Başımı hayır anlamında sağa sola salladım.

"Okul bahçesinde senin hakkında konuşuyorlar."

"Ee, ne diyorlar?"

O esnada sıramın altındaki çekmeceyi hafifçe araladım; sınıfta çekmecesi olan bir tek ben kalmıştım, sıra aslında ortaokulun hemen yanındaki ilkokula ait bir sıraydı. Alüminyum folyolarla kaplanmış paketlerin görüntüsü beni rahatlatıyordu, bebe bisküvilerinden bir toplu mezar görüyordum. Karnım gurulduyordu. Birisi bisküvileri ağzına aldıktan sonra tekrar alüminyum folyoya tükürmüş gibi yumuşamaya başlamıştı bazısı. Yemekler bağırsaklarına gider, bağırsakların da onlardan kaka yapar. Buradaki klozetlerin hepsinin içinde tepsi gibi düzlük bir kısım var - kakamı oraya yaptıktan sonra beyaz bir tabakta bana servis edilecekmiş gibi de ben de buna teşekkür etmek zorundaymışım gibi. Kakamı içimde tutmalıydım.

"Memelerin çıkmadığı için hep mont giydiğini ve onu da hiç yıkamadığını söylüyorlar. İnek gibi kokuyorsun."

Belle sayfasındaki başlığın sonuna dolma kalemiyle bir nokta koydu. Bir anlığına bile olsa o mavi noktanın yerinde olmak istedim. Ve benden sonra hiçbir şeyin gelmemesini. Hiçbir özetin, hiçbir düşüncenin, hiçbir özlemin olmamasını. Hiç ama hiçbir şeyin. 

Belle beklentiyle bana baktı. "Tıpkı Anne Frank gibisin, saklanıyorsun." Kurşun kalemimi çantamdan çıkardığım değirmen şeklindeki kalem açacağıma soktum, ucu sivrilene kadar kolunu çevirdim. Sonra ucu iki sefer daha kırılana kadar çevirmeye devam ettim.

- Marieke Lucas Rijneveld, Akşamlar Rahatsız Edicidir

8 Haziran 2022 Çarşamba

Hamnet, Maggie O’Farrell

Evin kapısına üç kez sertçe vuruluyor: güm, güm, güm.

Kapıya, en yakın duran Hamnet bakıyor. Kapı açılırken, Hamnet ufak bir çığlık atarak kamburunu çıkarıyor: Basamakta duran korkunç bir şey, kâbuslardan, cehennemden fırlamış, şeytanın elçisi bir yaratık var. Upuzun, siyah pelerinli, yüzüne gudubet, insan yüzüne benzemeyen, dev bir kuşun gagası gibi sipsivri uzayan bir maske takmış.

"Hayır," diye haykırıyor Hamnet, "git buradan." Kapıyı çarpmaya yelteniyor ama yaratık tek elini uzatıp ürkünç, doğaüstü bir güçle tutarak kapamasını engelliyor. "Git buradan," diye bağırıyor Hamnet bir kez daha, bir tekme savurarak.

Derken babaannesi gelip onu yana iterek durumda hiçbir gariplik yokmuş gibi hortlaktan özür diliyor, hastaya bakması için eve buyur ediyor. 

Ağzı olmayan hortlak da konuşarak eve girmeyeceğini, giremeyeceğini, ayrıca evde olanların da o andan itibaren dışarı çıkmaması, sokaklarda dolaşmaması gerektiğini, salgın bitene kadar evde kalmak zorunda olduklarını söylüyor.

Hamnet geriye doğru bir adım attıktan sonra bir adım daha atıyor. Caddeye bakan pencereye gidip müşterileriyle görüştüğü bölmeyi açmış olan annesiyle çarpışıyor. Annesi gelene bakmak için dışarı sarkıyor.

Hamnet hemen annesinin yanına fırlayıp yıllardır ilk kez elini tutuyor. Annesi ona bakmadan parmaklarını sıkıyor. "Korkma," diye fısıldıyor. "Doktor gelmiş."

"Doktor mu?" Hamnet gözlerini basamakta durmuş hâlâ babaanesiyle konuşan adama dikiyor. "Peki neden öyle...?" Kendi yüzünü, burnunu gösteriyor.

"Maske takmış çünkü bu sayede korunacağını düşünüyor," diyor annesi.

"Vebadan mı?"

Annesi başını sallıyor.

"Korur mu peki?"

Annesi dudaklarını sarkıtıp başını iki yana sallıyor. "Sanmam. Ama eve girmemek ve hastaya bakmayı reddetmek koruyabilir," diye homurdanıyor.

Hamnet ona dokunarak kendini koruyabilecekmiş gibi, öbür elini de annesinin güçlü, uzun parmaklarının altına sokuyor. Doktorun elini çantasına sokarak çıkardığı bir paketi babaannesine verdiğini görüyor. 

Adam tekdüze bir sesle, "Bir bezle kızın karnına bağlayın," diyerek, Mary'nin eline tutuşturduğu birkaç bozukluğu kabul ediyor, "ve üç gün çıkarmayın. Sonra bir soğanı alıp-"

"Nedir o?" diyerek adamın sözünü kesiyor Hamnet'in annesi, pencereden dışarı sarkıp. 

Doktor dönüp ona bakınca, o korkunç sivri gagası da onlara dönüyor. Hamnet annesinin yanına siniyor. Adamın ona bakmasını istemiyor; bakışlarının ona değmesini istemiyor. Adamın gözleriyle görülmenin, fark edilip hafızasına kaydedilmenin korkunç bir uğursuzluk getireceği, onun yüzünden korkunç bir kadere mahkûm olacakları gibi çılgınca bir fikre kapılıyor. Koşup kaçmak, annesini de peşinden sürüklemek, adam içeri giremesin, bakışları kimseye değmesin diye kapıyı pencereyi sıkı sıkı kapamak istiyor.

Ama annesi zerre kadar korkmuş değil. Doktorla Hamnet'ın, müşterilerle görüştüğü pencerede duran annesi bir an göz göze geliyor. Hamnet erkekliğe geçiş yapmak üzere olan bir çocuğun keskin berraklığa sahip zihniyle, adamın annesinden hiç hoşlanmadığını anlıyor ve görüyor. Adam Hamnet'ın annesine kızgın: Annesi ilaçlar satıyor; kendi şifalı otlarını yetiştiriyor; yapraklar ve çiçekler, ağaç kabukları ve öz suları toplayıp insanları nasıl iyileştireceğini iyi biliyor. Adamın, annesine beddua ettiğini görüyor Hamnet birden. Annesi hastalarını elinden alıyor, onun pastasından, işinden pay alıyor. Yetişkinlerin dünyası o an Hamnet'a öyle akıl karıştırıcı, karmaşık, öylesine kaypak görünüyor ki. O dünyada kendi yolunu nasıl bulacak? Nasıl becerek?

Doktor gagasını şöyle bir yana yatırıp Hamnet'ın annesini duymamış gibi tekrar babaannesine dönüyor. 

- Maggie O’Farrell, Hamnet

5 Haziran 2022 Pazar

Tea Obreht, Bozkır

Bazen durup George'u düşündüğümde acaba sana sırf bu ölülerle ilgili saçmalıkları anlatmakla büyük haksızlık mı ettim diye soruyorum kendime Burke. George, Maida'nın sırtında yol alırlarken ona şarkılar söylerdi. Gök kubbenin hareketlerini izah ederdi. Tejon'a vardıklarında bahse girerim bizim bilge hatun ta yüze kadar saymayı öğrenmiştir.


Oysa sen benden ne öğrendin - kendi işine bak ve arkanı kolla dışında? Benim kaderim senin hak etmediğin koca felaketindi. Benim tek bildiğim, hayatın sillesini yediğimde toparlanıp ayağa kalkmaktı. Hayatım boyunca Polis Müdürü John Berger'ı bekleyerek arkama baktım durdum. O kanun adamlığından ayrıldıktan sonra bile, geçtiğimiz topraklar entrikalarla, para verip satın alarak tek tek eyalet olduklarında bile, savaşlardan, Kızılderililer kendilerine ayrılan bölgelerde kuşatıldıktan sonra bile. 

Bizi olur da yakalarsa ona ne diyeceğimi düşünerek kim bilir kaç saat harcadım. Her şeyi anlatacaktım ona. Hayatını beni arayarak geçirdiği için alay edecektim onunla. 

Ama o an nihayet geldiğinde -nihayet Red Bear dışındaki kampta ben içerken soframa oturduğunda- ne dedim ona?

Hiçbir şey.

"Dışarıda arkadaşını gördüm," dedi bana. "Ve seni nihayet bulduğumu anladım." Beneklerle kaplı eliyle bir kadeh içki itti önüme. Onu son gördüğümde yaşlı bir adamdı zaten, şimdi iyice yıpranmıştı. Ama kurt yaşlansa da kurttur. 

"Kusura bakma, seni tanımıyorum," dedim.

"Tutuklama emri ara sıra tekrar imzalanmazsa geçerli değildir, biliyor musun?" dedi. Biliyordum. "Senin emrini imzalamış olan yargıç iki yaz önce öldü, yenisini imzalayacak adam bulamadım. Katil olarak önemli değilmişsin meğer. Olsun. Ne zamandır yakında olduğunu biliyordum. Geldim işte."

"Sen beni başkası sandın herhalde beyim."

İyice sokuldu. "Seni nerede görsem tanırım - dışarıda seni bekleyen o koca çirkin şey olmasa bile. Ama bunca yıldır geceleri uykumu kaçıran şey senin suratın değildi. Öldürdüğün o oğlandı. Ölmeden önce, hâlâ onu kurtarma umudu varken, senin tekmenle kafasından fırlayan gözünün artıklarını kesip almak zorunda kaldıklarında yanındaydım. Oğlan ateşlendi, altını kirletti, haftalarca uykusunda çığlık attı; sen o arada kah kah gülüyordun, korkaklığından dönüp yaptığınla yüzleşemiyordun. Tanrı yok mu, eli omzunda değil mi? Teslim olmayı Tanrı'ya borçlu değil misin?"

"Kusura bakma beyim," dedim. "Aradığın adam ben değilim."

Bir süre başını aşağı yukarı salladı. "Missouri'de hep seni taşıdım içimde. Teksas'ta. Montana'da, Nevada'da. Kaliforniya'da. Başka şey düşünmedim demeyeceğim. Yoluma çıkan en boktan herif bile değildin. Ama bir dürtüydün benim için. Bütün kanun kaçakları şöyle ya da böyle birilerine itirafta bulunurlar. Ellerinde değildir. Ya da düşman elinde ölecek şekilde kanun kaçakçılığına devam ederler. Ama sen bunu yapmadın. Bazen düşünürdüm, acaba seni hayatta tutan şey benim seni aramam mı diye. Belki seni unutabilsem sen de gidip ölecektin. Neyse. Öyle olmadı. Ama ben senin kim olduğunu biliyorum Lurie Mattie. Belki hayattaki son insanım bilen. Seni mezara götüreceğim ve orada sessizliğimle yok edeceğim."

Hâlâ söyleyebileceğim, onca yıldır söylemeyi düşündüğüm her şey yok oldu gitti. Tek düşünebildiğim şuydu: Benim Hobb'la Donovan'ın kardeşi olduğumu bilip bilecek en son insan karşımda oturuyor. O öldüğünde ben kimin akrabası olacağım? Yaşayanların açlığı ruhuna sinmiş o yaşlı adama baktım ve iki şeyi anladım. Onu asla öldürmemeli, ölürken yakınında olmamalıydım. İnadımdan mı, korkumdan mı bilmem, onu huzura kavuşturmayı da kendime yediremeyecektim.

"Kusura bakma beyim. O adam değilim ben. Sen hâlâ aramaya devam edeceksin onu belli ki."

Bana inanıp inanmadığını asla bilemeyeceğim. Senin sırtına bindim, yola çıktığımızda dönüp son bir kez meyhanenin sefil yıkıntısına baktım. Onu verandada durmuş bize bakarken görmeyi bekliyordum sanki. Ama o cam kenarında oturmuş çorbasına bakıyordu, bütün ihtiyarlar gibi.

- Tea Obreht, Bozkır

3 Haziran 2022 Cuma

Durulmayan Bir Kafa

Karanlık ve kaotik duygudurumlarının yalnızca babama ve ablama özgü olmadığını çok geçmeden farkettim. Onaltı-onyedi yaşıma geldiğimde açıkça anladım ki, aşırı enerjim, kapıldığım hevesler çevremdekilere yorucu gelebiliyordu; haftalarca yüksekten uçup çok az uykuyla idare ediyor sonra birden düşmeye başlıyordum, düşüncelerim kararıyor, yaşam kasvete bürünüyordu. 


En yakın iki dostum da -ki ikisi de erkek, ikisi de yakışıklı, sinirli, alaycı tiplerdi- yaşamın karanlık yanına eğilimliydiler; lise hayatının normal, eğlenceli yanlarında da yolumuzu biliyorduk ama arada bir epeyce kafası karışık, karamsar bir üçlüye dönüşüyorduk. Aslında üçümüz de okulda çeşitli lider konumlarındaydık, sporda, sosyal etkinliklerde önde gelen çocuklardık. Okuldayken bu tür aydınlık alanlarda kendimizi gösterirken, dışardaki hayatımızı çok yakın dostluk, kahkaha, aşırı ciddiyet, içki ve sigaradan oluşan daha karmaşık bir ağ içinde örüyorduk; geceler boyu sabahlara dek ölümcül gerçek oyunları oynuyor, yaşamlarımızın gittiği yönler üzerine tutkulu tartışmalar yapıyor, ölümün nedenini, nasılını konuşuyor, Beethoven, Mozart, Schumann dinliyor, birer ders kitabı gibi okuduğumuz melankolik ve varoluşçu yazarları -Hesse, Byron, Melville, Hardy- derinlemesine irdeliyorduk. 

Her birimizin kara kaosunun gerçek kökenleri vardı, hiçbirimiz özenti içinde değildik: İkimizin ailesinde (bunu daha sonra öğrendik) manik-depresif hastalık vardı, öteki arkadaşın annesi kalbine tabanca dayayarak intihar etmişti. İlerde her birimizin ayrı ayrı ve tek başına çekeceği acıların başlangıcını hep birlikte yaşadık. "İleriki acılar" benim için beklediğimden çok daha yakın bir gelecekte ortaya çıktı. 

Manik-depresif hastalığın ilk krizini geçirdiğimde lise son sınıftaydım; süreç bir kez başladıktan sonra aklımı çok çabuk kaybettim. Başlangıçta her şey çok kolay oluyor gibiydi. Çılgın bir sansar gibi oradan oraya koşuyor, türlü plan ve projelerle fıkır fıkır kaynıyor, kendimi sporlara veriyor, geceler ama geceler boyu sabahlara kadar uyumuyor, arkadaşlarla geziyor, elime geçirdiğim her şeyi okuyor, defterler dolusu şiirler, oyunlar yazıyor, geleceğime dair büyük, tamamıyla gerçek-dışı tasarılar kuruyordum. Dünya zevk ve umut doluydu; kendimi harika hissediyordum. Yalnızca harika değil, gerçekten çok çok harika hissediyordum. Yapamayacağım hiçbir şey yoktu, hiçbir şey bana zor gelemezdi. 

Kafam pırıl pırıl aydınlıktı, her şeyi yerli yerine inanılmaz bir kolaylıkla yerleştirebiliyordum, o ana dek bir türlü çözemediğim matematik problemlerini bile sanki içten gelen bir güdüyle çözüvermiştim. Aslında o problemlerin çözümünü bugün biliyor değilim. Ama o sırada, her şeyin kesin anlamını görmekle kalmıyor, her şeyi harika bir kozmik ilişkiler çerçevesine uyum içine oturtabiliyordum. Evrenin doğal yasalarına ulaşmak beni öylesine büyülemişti ki, kabım kabıma sığmıyordu, arkadaşlarımı köşeye sıkıştırdığım gibi her şeyin ne kadar güzel olduğunu onlara anlatmaya koyuluyordum. Evrenin karmaşık yapısı ve güzelliği konusunda vardığım çözümler onları benim kadar şaşkınlığa uğratmadığı gibi, benim bu bitmez tükenmez heyecanımın onları yorduğu, bıktırdığı söylenebilir: Çok hızlı konuşuyorsun, Kay. Biraz yavaş ol, Kay. Ne diyorsun anlamıyorum, Kay. Sakinleş, Kay. Bu sözleri açık açık söylemediklerinde bile gözlerinde okuyordum: Allahaşkına, Kay, yavaş ol. 

Sonunda yavaşladım. Doğrusunu isterseniz, kesildim. Birkaç yıl sonra tutmaya başlayan, çılgın bir hızla yükselen, psikoz ölçüsünde denetim dışı olan akut mani krizleri ile karşılaştırıldığında, ilk kez süreklilik gösteren bu hafif mani dalgası gerçek maninin uçuk renkli hatta sevimli bir kopyasıydı, daha sonra gelen yüzlerce uçuş dönemi gibi kısa sürdü, kendi kendini çabucak yakıp tüketti. Arkadaşlarım için can sıkıcıydı belki, benim için heyecan verici ama yorucuydu kuşkusuz ama hastalık olarak algılanacak nitelikte değildi. Derken yaşamım da kafam da sanki derin bir boşluğa yuvarlandı. Düşüncelerim kristal pırıltısını yitirmekle kalmayıp karanlık dehlizlerde debelenmeye başladı. Bir kitabın herhangi bir bölümünü üst üste birkaç kez okuyor ama aklımda hiçbir şeyin kalmadığını farkediyordum. Hangi kitabı ya da şiiri elime alsam aynı şey oluyordu. Hiçbir şey anlamıyordum. Hiçbirinin anlaşılacak bir yanı yoktu. Derslerde anlatılanları izleyemiyor, çevremde neler olup bittiğinden habersiz pencereden dışarıya dalıyordum. Korkutucu bir durumdu bu.