31 Aralık 2023 Pazar

2023 Biterken...

Yıl sonu raporlarım bir gelenek halini alır mı bilinmez, çok da mühim değil zaten, yaşamak anlık bir şey olduğu için yıl sonu anlarını bu şekilde değerlendirmeyi seviyorum. 

Yine birçok güzel kitap okudum, şarkı dinledim, film ve dizi izledim. Terapi yapmak ve yazı yazmak dışında bir işim yok, bu noktaya gelene kadar çok emek verdim, ancak yeni bir kariyer yolunun başındayım, harcanan çaba ve emek bende bitmez. 

Beğendiğim işleri bu sefer liste yapmak yerine kronolojik bir şekilde buraya taşıyacağım:

2023'te ilk beğendiğim film Ayrılma Kararı oldu, anlatım tarzını çok yakın ve kendimden buldum desem yeridir. Yılın beğendiğim ilk romanı Per Petterson'un Ardından romanıydı, bu yazarı çok seviyorum. Sonrasında At Çalmaya Gidiyoruz ve Sibirya Hayali kitaplarını da okudum. Petterson'ın okuduğum beş kitabı içinde en çok Sibirya Hayali'ni beğendim. Yıllar sonra Esirgeyen Gökyüzü'nü tekrar okuyabildim, ilkinde bir şey anlamamıştım, sanırım şimdi çok şey anladım. Joachim Trier'in Tekrar ve Oslo, 31 Ağustos filmlerini tadını çıkara çıkara ikişer defa izledim, bayıldım. 

Afacan Bir Psikanalistin Düşünceleri renkli, ritmik, bilgilendirici ve eğlendirici bir kitap olmuş, iyi ki çevrilmiş, çok beğenerek okudum ve tanıdığım tüm terapist arkadaşlarıma tavsiye ettim. Darian Leader'ın Delilik Nedir? kitabını bu sefer sağlam bir şekilde elden geçirdim, detaylı notlar aldım, psikozla ilgili vizyonum genişledi. 

Benim için tüm zamanların en iyi oyuncularından biri Juliette Binoche'un Bıçağın İki Yüzü, Ayrı Dünyalar ve Ve Perde filmlerini izledim, hepsini beğendim. 2023'ün en ama en beğendiğim filmi Tár'a deli oldum, Cate efsaneydi, hayatının rolünü oynamıştı bence, beş defa izledim!!!

Kit Zauhar'ın yazıp yönettiği ve oynadığı Actual People yılın gözde gençlik filmiydi benim için. Z kuşağının daha uzun yıllar bu filmi konuşacağını düşünüyorum açıkçası. Sosyolojik tespitleri yerindeydi. Zor Bir Ailede Büyümek beni en zorlayan psikoloji kitabı oldu, mideme yumruk yemiş gibi oldum. Gerçi böyle bir kitapta hangimiz olmayız ki!

Edouard Louis'nin Türkçedeki üçüncü kitabı Şiddetin Tarihi'ni beğendim, Louis'nin geleceğe kalacak genç yazarlardan olduğunu düşünüyorum. Türkçedeki üç çevirisi de benim için değerli ve güzel. İkonlar bu yıl okuduğum en iyi grafik romandı, çok az grafik roman okusam da bu eserin kalitesi gün gibi ortada zaten, bu yüzden rahat rahat konuşabiliyorum. 

Close ağlamaktan gözlerimizin şişmesine, mahvolmamıza neden olan film olarak belleğimizde yerini aldı. Çiftlerde Tükenmişlik iyi kotarılmış bir kitap, özellikle çift terapisi yapan meslektaşlara öneririm. Midsommar aşırı tuhaf bir filmmiş, vay be, demiştim. Beş Şeytan ise Tar'dan sonra en beğendiğim ikinci film oldu. Léa Mysius'ü Les Olympiades'dan biliyordum, bu sefer yönetmen koltuğuna da geçmiş, sonuç enfes olmuş. 

Okan Bayülgen'in yazıp yönettiği Richard oyununa gittim, oyuna dair bir şey bilmeden gitmek iyi bir seçenek değilmiş, popülariteye aldanmamak önemli. Ya Siz Nasılsınız, Dr. Sacks harika bir biyografi olmuş, ilk fark ettiğim gerçek Dr. Sacks hakkında bu zamana kadar hiçbir şey bilmiyor olduğumdu. Yunus İnsanlar'dan yıllar sonra yine bir Torsten Krol romanı Callisto'yu sonunda okuyabildim. Gizemli ve çılgın yazarımız Yunus İnsanlar'ı daha önce Callisto'yla müjdelemiş zaten. 

“5 Temmuz 1996’da kızım aklını kaçırdı.” cümlesiyle başlayan Geri Dön Günışığım'ı da tüm meslektaşlara öneriyorum. Doktor Shimamura’nın Tilkileri hem edebiyat hem fizyolojik psikoloji sevenleri kesişimine alarak zor bir iş kotarmış, başarılı buldum. Ateşin Tükettikleri ve Güvercinler Gittiğinde kitapları yine Alef'ten okuyup beğendiğim kitaplar oldu. Özellikle Rodoreda'ya Ölüm ve Bahar'ına bir bakın derim, bildiğimiz her şeyden farklı! 

State of the Union adlı minik dizi, ilk sezonuyla bu zamana kadar izlediğim en sevimli dizi olabilir. 10 dakikalık süresi ve çift terapisi gündemiyle beni benden aldı, modern insanın açmazlarına işaret etti, muhteşem oyuncumuz Rosamund Pike'ın performansına hayran bıraktı. 

Anne oyununu görür görmez gittim, Fişekhane'de izledim. Florian Zeller'in üçlemesinin son filmi olacakmış, filmi vizyona girmeden sahnede gördüğüm için memnunum. Ayrıca Defne Kayalar anne rolünde resmen döktürüyor. 

2023 böyleydi, umarım 2024 iş güç, kültür sanat ve üretim adına daha bereketli geçer. Cate'in Tar performansının bir fotoğrafıyla veda ediyorum, iyi yıllar!


2022 Biterken...

2021 Biterken... 

14 Aralık 2023 Perşembe

Aile İdeali

 


"Her anne babanın çocukları için ideal olan beklentileri vardır. Bu, onları kendi eksikliklerinden ve iğdiş edilmekten korur. Anne için çocuk düşlenen ideal fallusu temsil ederken, baba için soyunun asil değerlerinin sürmesi anlamına gelir. Düşlenen ve idealize edilen çocuk, bir eksikliği doldurur. Aile ideali, bu üst düzey beklentileri birleştiren aile üyeleri arasında paylaştırılır. Her birinin yaralanan narsisizmleri, hatta geçmiş kuşaklarınkiler bile, yeni gelen kuşakta bir avuntu bulmak ister."


• Alberto Eiguer

• Görsel: Ibai Acevedo

6 Aralık 2023 Çarşamba

Çocuk yetişkin olacaksa

 


"Şatonun kralı benim" oyunu, oğlanlardaki ve kızlardaki eril öğeyle bağlantılıdır. Bütün rakiplerin ölümünü ya da hâkimiyet kurulmasını ima eden bir konumdur. Çocuk yetişkin olacaksa, bu hamle bir yetişkinin cesedi üzerinden yapılır. Oğlanların ve kızların bu büyüme evresini, ille de evde isyan etmeden, gerçek ebeveynleriyle sürekli bir uyum ortamı içinde geçebileceklerini biliyorum şüphesiz. Ama isyanın, sizin onu kendi başına var olacak şekilde yetiştirerek çocuğunuza verdiğiniz özgürlükten kaynaklandığını hatırlamak akıllıca olacaktır. Bazı durumlarda 'Bir bebek ekip, bir bomba biçtiğiniz' söylenebilir. Aslında bu her zaman doğrudur, ama her zaman böyle görünmez.

• D. W. Winnicott, Oyun ve Gerçeklik

Görsel.

25 Kasım 2023 Cumartesi

Enseye inerken titreyen bir giyotine benzeyen bir şehir



Alfonso askerin cesedine takılıp tökezliyor. Kasaba halkı tezahürat yapıyor, coşku içindeler, sırtına vuruyorlar. Seyretmek için ağaçlara tırmananlar dallardan alkışlıyor. Galya Ana domuzlardan söz ediyor bağırarak, erkekler kadar temiz domuzlardan.

Tanrı'nın duruşmasında, soracağız: Bütün bunlara neden izin verdin?

Cevap bir yankı olacak: Bütün bunlara neden izin verdin?

• Ilya Kaminsky, Sağır Cumhuriyet

“Sağırlar sessizliğe inanmaz. Sessizlik, işitenlerin icadıdır.”

22 Kasım 2023 Çarşamba

Nörolojik

PETTLEP

Spor bilimcileri Paul Holmes ile David Collins 2001'de sporcular için PETTLEP kısaltmasıyla anılan, yedi bileşenli bir zihinsel imgeleme (zihinde canlandırma) programı önerdiler. Kısaltmanın açılımı ve bir sporcunun, diyelim ki bir beyzbol oyuncusunun topa vuruşunu geliştirmek için bu programı nasıl kullanacağının kısa açıklaması aşağıdaki gibidir:

Fiziksel (Physical) - Beyzbol sopasını mükemmelen sallamak için gereken her hareketi zihninizde simüle edin.

Çevre (Environment) - Işıkların sahayı aydınlattığını, kalabalığın uğultusunu hayal edin. 

Görev (Task) - Sadece sopayı sallayışınızı değil, neye karşı salladığınızı da zihninizde canlandırın. Topun geldiğini hissedin.

Zamanlama (Timing) - Sopa sallamanın gerçek yaşamda alacağı zamanı simüle edin.

Öğrenme (Learning) - Süreci, gelişme kaydettikçe ilerlemenizi yansıtacak şekilde gözünüzde canlandırın. 

Heyecan (Emotion) - Büyük ânı hissedin: gerilen sinirleri, güm güm atan kalbinizi.

Perspektif (Perspective) - Zihninizde canlandırdığınız şeyleri birinci şahıs olarak deneyimleyin.

Programın her bir bileşeni, sporcunun süreci zihninde daha hatasız canlandırmasını ve sürecin fiziksel deneyimine daha yakından benzemesini sağlamayı amaçlar. Holmes ve Collins bir sporcunun tasavvur ettiği simülasyon ne kadar hatasızsa, ortaya çıkan beyin aktivitesinin gerçek eylem sırasında kullanılan beyin bölgeleriyle o kadar iyi örtüşeceğine inanıyordu.

PETTLEP yöntemi ya da çeşitlemeleri sporda kullanılan imgeleme programları için standarttır. O halde kaçınılmaz olarak, işe yarayıp yaramadığı sorusu gündeme gelir. 

• Eliezer J. Sternberg, Nörolojik 

13 Kasım 2023 Pazartesi

Hakkımda

Tuna BAHAR / Klinik Psikolog

• Lisans: Pamukkale Üniversitesi-Sosyoloji 

• Lisans: İstanbul Kültür Üniversitesi-Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık 

• Yüksek Lisans: İstanbul Kent Üniversitesi-Klinik Psikoloji (Tezli) 

Kullandığı Terapi Ekolleri: Bilişsel ve Davranışçı Terapi, Metakognitif Terapi, EMDR, Şema Terapi

Aldığı eğitimlerden bazıları:

Bilişsel ve Davranışçı Terapiler eğitimini Prof. Dr. Ebru Şalcıoğlu'ndan ve yüksek lisans kapsamında; Prof. Dr. Mehmet Z. Sungur'dan, Metakognitif Terapi derslerini Doç. Dr. Anıl Gündüz'den, Şema Terapi derslerini Dr. Burcu Sevim'den, süpervizyonlarını Prof. Dr. Mehmet Z. Sungur, Doç. Dr. Anıl Gündüz ve Dr. Burcu Sevim'den almıştır. 

EMDR (Göz Hareketleriyle Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme), Davranış Bilimleri Enstitüsü. Emre Konuk, Şirin Atçeken. EMDR terapisinde 8 aşamalı, üç yönlü (geçmiş, şimdi, gelecek) bir protokol uygulanır. Hedef, geçmişte yaşanan anıların yeniden işlenerek duyarsızlaşmanın sağlanması, bugünkü semptomların tedavisi, danışanın gelecekte karşılaşacağı benzer sorunlar karşısında, kazandığı olumlu inanç ve duyguların geliştirdiği yeni bakış açısının yönlendirdiği davranışları gösterebilmesidir.

Çocuk-Ergen Şema Terapi. Dr. Alp Karaosmanoğlu ve Dr. Christof Loose tarafından verilen güçlü bir psikoterapi yaklaşımıdır.

İntegratif Psikoterapi eğitimini Soley Sezgin Akten'den (UT-CIIPTS) almıştır. 

CAS (Cognitive Assesment System) Bilişsel Değerlendirme Sistemi. İstanbul Üniversitesi, Doç. Dr. Tamer Ergin. 5-17 yaş grubu çocukları zihinsel açıdan değerlendiren bir zeka ve yetenek değerlendirme sistemidir. Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu olan çocukların, öğrenme güçlüğü olanların, zihinsel engelli olanların, travmatik beyin hasarı olanların, ciddi duygusal bozuklukları olanların, üstün zekalı çocukların, planlama problemleri olanların belirlenmesi ve başarının önceden kestirilmesi gibi durumlar için CAS (Bilişsel Değerlendirme Sistemi)  uygulanabilir ve kullanılabilir.

MOXO Dikkat Testi eğitimini MOXO Türkiye, Dr. Ferda Korkmaz Özkanoğlu'ndan aldı. 

Psikanaliz ve Pedagoji. İstanbul Psikanaliz Derneği'nde düzenlenen, iki psikanalist Alper Şahin ve Ayşegül Salgın moderatörlüğünde Psikanaliz ve Pedagoji seminerlerine iki dönem katıldı.

Uzmanlık Alanları:

• Duygudurum Bozuklukları,

• Kaygı Bozuklukları,

• Travma Sonrası Stres Bozukluğu,

• Obsesif-Kompulsif Bozukluk,

• Kişilik Örgütlenmesi ve Bozuklukları,

• Çift Terapileri,

• Kariyer Psikolojik Danışması.

8 Kasım 2023 Çarşamba

Metakognitif İnançları Belirlemede Sokratik Diyalog

Metakognitif inançların işlemlemeye etkisi nedeniyle hastalarımız, bilişsel dikkat kilitlenmesi sendromunu oluşturan yanıt paternini sergiler. Bu inançları ortaya çıkarmak ve değiştirmek için metakognitif terapi (MKT) önemlidir. Vakalara ait aşağıdaki alıntılar, sokratik metot ile metakognitif inançların (kolay tanınması için inançlar italik yazılmıştır) belirlenmesine yönelik kolaylaştırıcı örneklerdir. Sorular genel olarak belli düşünme biçimlerini kullanmanın avantaj ve dezavantajları, düşüncelerin kontrol edilebilirliği ve bu düşüncelere sahip olmanın en kötü sonuçları ile ilgilidir.

Tehdit Aramayla İlgili Pozitif Metakognitif İnançların Belirlenmesi

Hasta:     Kendimi tamamen aptal durumuna düşürdüm.
Terapist: Bunu nereden biliyorsun?
Hasta:     Herkesin bana baktığını görebiliyordum.
Terapist: Normalde insanların sana bakıp bakmadığını kontrol eder misin?
Hasta:     Hayır, bu daha çok bir his gibi.
Terapist: Bu durumda diğer insanları kontrol ettin mi, yoksa bu bir his miydi?
Hasta:     Şimdi sorduğunuzda sanırım daha çok bir his gibiydi.
Terapist: Kendini aptal durumuna düşürüp düşürmediğine karar vermek için hangi hissi referans alıyorsun?
Hasta:      Beceriksiz ve kaskatı hissedersem onların bunu görebileceğinden korkuyorum.
Terapist:  Yani odaklandığın şey beceriksiz ve kaskatı hissedip hissetmediğin?
Hasta:      Evet, bu şekilde hissetmek istemiyorum
Terapist:  Dikkatini bu hislere vermenin, senin için herhangi bir avantajı var mı?
Hasta:      Kontrolümü kaybetmemi engelliyor.
Terapist:  Hislerine odaklanmanın seni kontrolü kaybetmekten alıkoyduğuna ne kadar inanıyorsun?
Hasta:      Böyle yapmasaydım işler daha kötü olurdu. Yardımcı olduğuna eminim. 

Negatif Metakognitif İnançların Belirlenmesi

Terapist: Neyin yanlış olduğunu analiz etmeye ve gelecekle ilgili endişe etmeye çok fazla zaman harcıyor gibisin. Bunlar sana daha iyi hissettiriyor mu?
Hasta:     Bazen, ama genelde daha çok canımı sıkıyor. 
Terapist: Bu analiz ve aşırı düşünme sürecine ruminasyon deniyor. Bu, sana daha kötü hissettiriyorsa bunu yapmayı bırakabilir misin?
Hasta:     Hayır, bunun kontrol edilebilen bir şey olduğunu düşünmüyorum.
Terapist: Ruminasyonun kontrol edilemez olduğuna ne kadar inanıyorsun?
Hasta:     Yüzde yüz.
Terapist:  Bu şekilde ruminasyona devam etsen kötü herhangi bir şey olur mu?
Hasta:     Emin değilim.
Terapist: Olabilecek en kötü şey nedir?
Hasta:     Bunun anormal olduğunu düşünüyorum, bu sadece benim zihinsel olarak hasta olduğumu, her zaman depresif olacağımı ve düşüncelerimi kontrol edemeyeceğimi gösteren ileri bir kanıt olurdu. (Not: Hasta şu an bu cevapta ne yapıyor? Bir ruminasyon kesitinin başladığını görebildiniz mi?)

25 Ekim 2023 Çarşamba

"Mors janua vitae"

Kafamızın içinde tüm ayrıntılarıyla kayıtlı dükkânlardan alışveriş yaparız, gerçek dükkânlardan uzunca süredir bir şey satın almamışızdır. Sohbet ettiğimizde en içimizde olanlardan bahsederiz, asla dışarıdan değil. Genç insanlar bunu bilmez. Bizimle, sanki onların dünyasında yaşıyormuşuz gibi konuşurlar. Onları hayal kırıklığına uğratmamak için çok güç harcarız. Hâlâ orada olduğumuz hissini vermek ancak deneyimlerimiz sayesinde mümkün olur. Öte yandan bu o kadar zordur ki, görüştüğümüz kişilerin sayısını azaltmak zorunda kalırız. Seçici olmamız gerekir. 

İlk sırada daima çocuklarımız vardır. Artık ortalıktan kaybolmak üzere olduğumuzun farkına varmamalarını sağlamak için en uzun süre kandırmamız gerekenler onlardır. Sadece onları değil, kendimizi de düşünürüz bunu yaparken. Yoksa gidişimizi gereksiz yere güçleştirirlerdi. 

Yaşayan herkes gitmeyi güçleştirir. Yaşamaları nedeniyle. Bir tek ölenler bizi bu dünyadan azat ederler. Bu yüzden severiz gazetedeki ölüm ilanlarını okumayı. Sokaklarda yürüyen, toplu taşıma araçlarına binen, sohbet eden, seyahetlere çıkan tüm o yaşlı insanlar etraflarındakileri kandırıyordur. Bellekleri ne kadar genişse, belleğin erişilebilirliği ne kadar kolaysa kandırmaca da o kadar başarılı olur. Buna özgüven denir. 

Gölgeler dünyasında tökezlemeden hareket edebilmek için ciddi bir özgüven gerekir. Ama bu bile gerçek bir sorun değildir. Çünkü ince eleyip sık dokunacak olursa, genç insanlar da dünyada düşe kalka ilerler, bellekleri, düşünceleri vardır ve yaptıkları ya da gördükleri hiçbir şey gerçek değildir. Sadece bunun farkında değildirler.

• Margit Schreiner, Hayal Kırıklıkları Kitabı

"Mors janua vitae" Latince "Ölüm yaşamın kapısıdır" anlamında bir deyiş.

14 Ekim 2023 Cumartesi

Viviane Elisabeth Fauville


Uzun bir çeyrek saat sonra doktor sizi kabul ediyor, dudaklarının kenarında tatmin dolu hafif bir tebessümü açık ederek. Hatta içeri girebilmeniz için geri çekilirken hafifçe reverans yapar gibi oldu.

Yapmacık bir babacanlıkla, pekâlâ diye söze başlıyor. Adeta size güzel bir hikâye anlatacakmış havasında. Oysa bu bir tuzak, hastanın yutacağı besbelli, bilinen bir numara. Uzun zamandır farkındasınız bu tuzağın, yine de doktorun karanlık gücüne karşı koymayı başaracak takatiniz yok.

Bu sabah oldu diye söze giriyorsunuz. Hamileyken ortadan kalkmıştı, geri geldi. Kendimi evde, kocamın evinde, yani işte eskiden oturduğum dairede yerde buluverdim. Bir şeyler yapmak gerek, dayanacak gücüm kalmadı, kızımla ilgilenmek zorundayım. 

Doktor, evet, diyor.

Ne eveti? diye tekrarlıyorsunuz. Size bir şeyler yapılması gerektiğini söylüyorum, ne eveti, ne hayırı? Yine cemaziyüevvelime dönmeye gelmedim, tükendim, yardıma şimdi ihtiyacım var.

Ama sizin de çok iyi bildiğiniz gibi Madam Fauville, özür dilerim, Hermant, evet bildiğiniz üzere, araz arazdan ibarettir. Kaynağına inmek gerekir, değil mi Madam Hermant?

Değerli beyefendi, sevgili doktor, şu kaynağın zerre kadar umurumda olmadığını size bir söyleyeyim. Üç yıldır aynı hikâyeyle beni oyalayıp duruyorsunuz, üç yılda değişen hiçbir şey olmadı. Benim için elinizden bir şey gelmiyorsa, söyleyin, başkasına gideyim.

Evet?

Doktor bey, beni dinlemiyorsunuz. Oyun bitti artık, çanak çömlek patladı. Ya başka bir yöntem uygulayın ya da artık buraya gelmeme gerek yok.

A, şantaj demek.

• Julia Deck, Viviane Elisabeth Fauville

9 Ekim 2023 Pazartesi

Herkes Gibi


Bazen paniklerim, herkes gibi. Her şey dağılıyormuş gelir, parça parça. Tutamam o dağılan parçaları, zaten tutmaya çalıştıkça başarısız olur daha da paniklerim.

Kalp atışlarım hızlanır, herkes gibi. Kulaklarımda patlayan kalp atışları korkutur, sesleri duyamaz olurum. Bir uğultu haline gelmeye başlar seslerine aşina olduğum dünya.

Ter dökerim, herkes gibi. Sıcak basar ve o dökülen terleri soğuk diye algılarım. Islanıyorumdur, hasta olacağım diye endişelenirim, ama derim, içimden, şu belayı bir atlatayım, hastalığa çözüm bulurum.

Sonra dururum biraz öyle, herkes gibi. Biraz durunca geçecek sanırım, aslında zihnimin bana bir oyunudur bu yaşadığım, ortalıkta tekinsizce gezen gerçek bir tehdit yoktur, terapistim böyle demiştir. Evet terapistim, onun söylediklerini anımsamaya çalışırım, herkes gibi. Bir yere tutunup oturur, gözlerimi kapatıp seans odasına dönerim, onun cümlelerini duymaya çalışırım. Bırak, der, serbest bırak korkunu-kaygını, duyguların en tepeye ulaşsın, kal orada! Kalıyorum. Bekliyorum, saniyeler saatler boyunca geçmiyormuş etkisi yaratır. Bu zamanı kim durdurdu? Kavga etme bununla, odaklan. Neye odaklanayım? Hah buldum, nefesime. Neydi o teknik? Burundan al, bekle, bekle, bekle, ve ağızdan yavaşça ver. Şimdi bir daha, burundan al, bekle, ağızdan ver. İşe yarıyor sanki, hadi bir daha.

Dünyanın aşina olduğum sesleri geri geliyor, gözlerimi açsam mı, biraz daha beklesem mi? Rahatlıyorum, biraz daha durayım böyle.

O sesler ne? İnsanlar konuşuyor, iyi mi, diyorlar, kalabalık yapmayın, açılın biraz, diyorlar. Gözlerimi açıyorum hafiften, başımda bir kalabalık, şaşkın ve meraklı gözlerle bana bakıyorlar. Su vermeye çalışıyorlar. Ölmemişim. Kafayı kırıp aklımı oynatmamışım. Dışarıdan nasıl görünüyorum acaba? Rezil olmuş muyumdur? Gülmüşler midir bana?

Sonra ayağa kalkarım, iyiyim derim, teşekkürler derim. Ve düşünürüm; neydi beni panikleten o şey? Yine bulamam ne olduğunu, bu sefer de elimden kaçırmışımdır, herkes gibi.

Ekim’23, İstanbul

Görsel: Jenny Brough

28 Eylül 2023 Perşembe

Fotoğrafların Anlattığı

İnsanın kendi çocukluk fotoğraflarıyla çalışmasının zorlukları vardır. Kimi danışanlar, yönergeyi anlamamış gibi dergilerden bebek resmi kesip getirir çünkü onlar için gerçek imgeyle yüzleşmek imkansızdır. İdeal fotoğrafla aile fotoğrafı arasındaki zıtlık uyuşmazlık yaratır ve bazen insanın canını acıtır. Çocukluk fotoğraflarına bakmak çoğu zaman insanın kardeşleriyle kıyaslanmaya maruz kalması anlamına da gelir, hangisinin kaç adet fotoğrafı var, diyelim kendisinin daha az fotoğrafı varsa ya da çok fazla öne çıkarılmamışsa daha az seviliyor olduğu sanısına kapılabilir. 


Mesela Marie'nin getirdiği fotoğrafta ablası bir sandalyede oturuyordu ama kendisi onun yanında ayakta durmak zorunda kalmıştı. Coralie, objektifin annesine dönük olduğunu, iki erkek kardeşinin onun etrafında olduğunu, kendisinin de yanlışlıkla fotoğrafta çıkmış gibi daha kenarda bir yerde durduğunu fark etmişti. Ya da tersine, Romain anne ve babasının tüm etkinliklerde hem kardeşinin hem de kendisinin fotoğraflarını çekmiş olduğunu görünce mutlu olmuştu. 

Kişi bedenen ya da psikolojik olarak suistimale maruz kalmışsa, gücünü istismar eden aile sistemini göstermesi, fotoğrafta bulunan her bir kişinin yüzünde, bedeninde ve tavrında o gücün izlerini bulması ve kendisini iyi niyetle dinleyen ve bakan dışarıdan birinin hissettiklerini onayladığını görmesi önemlidir. Böylece fotoğraf, kişinin manipülasyonla, çelişkili ve kapalı söylemlerle işleyen bir sistemin kendisine çocukken aşıladığı, algılarına dair duyduğu şüpheden sıyrılmasını sağlar. 

Mesela bir anne, çığlıklar komşunun evinden duyulmasın diye pencereleri kapattıktan sonra, çocuğunun başucuna gidip "Gören de işkence görüyorsun sanır" demişti. Bir diğer anne, babası, yatakta yatan çıplak kız çocuğunu kırbaçla cezalandırırken, "Senin iyiliğin için" demişti tekrar tekrar. İşte korkudan gözleri fal taşı gibi açılmış, üzgün ve asık suratlı, cılız veya bulimik, çevrelerine iyi görünmeleri gerekse de kamera karşısında huzursuz duran o çocuk fotoğraflarında, en saygın evlerde sessizce halledilen, dış dünyadan da neredeyse görünmez olan işkence ritüelleri ortaya çıkar. Fotoğraf burada anne babanın inkarından kurtulmak için bir kanıt, bir dayanak olur. İmge aynası sayesinde kelimeler akar, maruz kalınan tacizin emareleri dışsallaştırılır ve farkına varılır, acı ıslah edilir, yetişkinin içindeki çocuk duyulur. 

• Christine Ulivucci, Fotoğrafların Anlattığı

22 Eylül 2023 Cuma

Çiftlerde Tükenmişlik

Çift terapisinde psikanalitik nesne ilişkileri yaklaşımının temel unsurları, James L. Framo tarafından aşağıdaki şekilde özetlenmiştir (1990):

1. İnsanların doyurucu bir nesne ilişkisine duyduğu ihtiyaç, yaşamın en temel güdülerinden biridir.

2. Ebeveynlerini bırakma ya da değiştirme şansı olmayan bebekler, onlarla olan ilişkilerinin en kötü yanlarını içselleştirirler. Bu içselleştirmeler, daha sonra ebeveynlerin psikolojik temsilleri olarak kalıcılaşır. 

3. Psişik çatışmalar, doğduğumuz ailede yaşananlardan doğar. Birey, bu çatışmaları çözmeye çabalarken, içinde bulunduğu ilişkiyi doğduğu ailedekine benzer kalıplarla şekillendirir.

4. Eş, büyük ölçüde kişinin ihtiyaçları çerçevesinde görünenler kapsamında algılanır; mesela eş, kişinin kendinde inkâr ettiği veya kendinden ayırdığı kişilik özelliklerini taşıyor olabilir. Eşler birbirlerini ilk kurdukları nesne ilişkisinden yitirdikleri özellikleri tamamlamak için seçer; bu özellikleri yansıtmalı özdeşim yoluyla birbirlerinde yeniden yaşatırlar. Evlilikte yaşanan uyumsuzlukların en temel nedenlerinden biri de, eşlerin kendilerinde kaybettikleri özellikleri karşı tarafa yansıtıp sonra da bu özelliklerle eşleri üzerinden çatışmalarıdır.


Gördüğümüz gibi, çiftlerin yaşadıkları sorunların psikanalitik açıklaması doğrusal bir yaklaşımdır. Çocukluk travmaları, mevcut sorunlarla ifade edilir. (Kötü muamele görülen bir ilişkiyi sürdürmek veya sevdiğiniz birini sizi terk etmeye zorlamak gibi) mantık dışı davranışlar, hastalıklı içe yansıtmalar ve bilinçsiz* dürtüler aracılığıyla açıklanır. Eşler kişinin kendinde inkâr edip kendinden ayırdığı yönleri birbirlerine yansıtan aynalar olarak görülür (kendisini sevgiyi hak etmeyen biri olarak gören kadın sevgi göstermeyi bilmeyen adamı seçer, böylelikle kadın duygularının suçunu adama atabilir). 

Eşlerin bilinçsizce ihtiyaç duyduğu yönler ayrılmış ve bastırılmış hastalıklı içselleştirmeler olduğundan, bu eşler birbirlerini tamamlarlar: Mağdurla tacizci, peşinden koşanla kaçan, sadistle mazoşist bir araya gelir. Yansıtma ve içselleştirmeler, her iki eşte de, eşlerin birbirlerine ayrılmış  ve bilinçsiz yönlerini yansıttıkları ve eşten ziyade bu yansıtmalara bilinçsizce tepki verdikleri karşılıklı bir süreç meydana getirir. Eşlerin arasında böyle bir ayrım olmadığı zaman ise, her iki eş de diğerinin yansıttığı şeyi yansıtmalı özdeşim aracılığıyla içselleştirir. İç çatışmalar, eşlerin birbirleri arasındaki çatışmalara dönüşür. Bir diğer deyişle, çift çatışmaları, her iki eşin de taşıdığı aynı iç çatışmanın yeniden sahnelendiği bir alana dönüşür; burada her bir eş de içsel çatışmanın bir yönünü sergiler.

*Sanırım metinde "bilinçsiz" olarak çevrilen kavramı "bilinçdışı" olarak düşünmek daha uygun olacaktır.

• A.M. Pines, Çiftlerde Tükenmişlik

Görsel: Pexels.

18 Ağustos 2023 Cuma

İhtimam Göstermek

Hayvanlar ve insanlar başlangıçta aynı aşamalardan geçerler. Yeni doğmuş bir yavru, ihtimam gösterilmezse hayatta kalabilir mi? Korunması, etrafının çevrilmesi, konuşulması, düşünülmesi, hayal edilmesi gerekmez mi dünyaya gerçekten gelebilmesi için? Mutlak bir yumuşaklık yokluğunda ne olurdu? Küçük bir memelinin annesinden gördüğü bakım, bütünlüğü tehlikede olanın ve gelişimini henüz tamamlamamış olanın sarmalanmasının başka bir ifadesidir. İlk bağlanma üzerine yapılan çalışmalar, bebek vücuduna -aynısı hayvanlar için de geçerlidir- uygulanan her türlü şiddetin (ve bütün kırıcılıkların) hafızada tutulduğunu göstermektedir. Herhangi bir ciddi saldırı, şimdi veya daha sonra, hayatta kalabilme kabiliyetini tehlikeye atacaktır.


Amerikalı filozoflar bu düşünceye "care" demişlerdir; çünkü bu kavram onlara varlıklarının kırılganlıkları hakkında çığır açıcı bir şekilde konuşabilme imkânı sağlamıştır. İnsanlığın başlangıcından bugüne bakım ve ihtimam yumuşaklıkla ilişkilidir: Hastalığı tedavi etmek, yarayı kapatmak veya acıyı dindirmek. Buradaki ihtimam verili olanın ötesindeki; tıbbi bir eylemi veya ağrı kesici maddeyi aşan iyi niyeti dile getirir. Prematüre bebekler üzerine çalışanlar bunu bilir; çünkü hem öylesine kırılgan olup hem de benzersiz bir direnç gösteren bu bebeklerin esrarengiz bir biçimde hayatta kalabilmeleri, belki de onlardan hiç esirgenmeyen şefkatli sözlere, hareketlere bağlıdır. 

Yumuşaklık iyileştirmeye yeter mi? Yumuşaklığın üzerine giyebileceği bir gücü veya bilgisi yoktur. Başkasının kırılganlığını kucaklamak, öznelerin kendi kırılganlıklarından kaçamayacaklarının farkına varmaları anlamına gelir. Bu kabul bir kuvvettir, yumuşaklığı, basit bir özenden daha yüksek bir birlikte hissetme mertebesine çıkarır. Duygusunu paylaşmak, "birlikte acı çekmek", ona tamamıyla teslim olmadan onun ne hissettiğini hissedebilmektir. Kendini başkalarına, başkalarının kederine ve acısına açabilmek ve acıyı başka bir yere taşıyarak içinde tutabilme gücüdür.

Fakat, onu harekete geçiren yoğunluk ne olursa olsun yumuşaklık bir ilişki ilkesinden ibaret değildir. Başkalarındaki en müstesna şeye alan açmaktır. Yumuşaklığın dikkati, Patocka'nın "ruhun bakımı" olarak adlandırdığı anlamda, insan varlıkları olarak etrafımızdaki dünyaya, bu dünyayı meydana getiren varlıklara ve hatta ona yönelttiğimiz düşüncelere karşı sorumluluklarımıza işaret ediyorsa, o halde yumuşaklık hayvanlar, mineraller, bitkiler ve yıldızlarla olan yakın bağımızın bir parçasıdır. 

- Anne Dufourmantelle, Yumuşaklığın Gücü

21 Mayıs 2023 Pazar

Babalar ve Kızları

Bir kız çocuğu babanın bakışında ne denli sevildiğini hissederse, baştan çıkarma potansiyeli de (konuşmaya, süslenmeye ve ilgi çekmeye dair yatırımlar) o derece artar. Bu potansiyel, kadınsı özdeşleşmelerin temelini oluşturacaktır; şüphesiz, babanın bakışının kız çocuğa hem yönelmesi hem de ensest yasağını tanıması şartıyla: Babanın bakışının arzuya değil, sevgiye dair olması gerekir. Bu bakıştaki fazlalık veya eksiklik mutlaka bir iz bırakacaktır. Küçük kız, babasının kendine bakışını kendi düşlemleriyle de dolduracak ve böylece babanın bilinçli veya bilinçdışı konumlarıyla, küçük kızın bilinçli veya bilinçdışı Oidipal düşlemleri arasında oldukça karmaşık bir bağ oluşacaktır.


Oidipal düşlemleri ve baştan çıkarmayı hesaba kattığımızda, yetişkinlerin, oldukça masum, sıradan gözüken bazı tutumlarının çocuk için son derece uyarıcı olabileceğini belirtelim. Anne babadan birinin dışarıda kalması halinde, diğeriyle kurulan baştan çıkarıcı ilişki, çocuğu cinsel olarak uyarıp, aynı zamanda çok da kaygılandırabilir. Yapılandırıcı olan; çocuğun anne babadan biri ile duygusal çift olduğu ve diğer ebeveynin dışarıda kaldığı bir konum değil, aşk birlikteliği içindeki anne/baba karşısında üçüncü olma, dışarıda kalma konumudur. 

Anne baba arasında -kendisinin dışında kaldığı- ayrıcalıklı bir aşk/çift ilişkisi olduğunun farkına varması, çocuğu, yoğun bir kaygı olan iğdiş edilme kaygısından uzaklaştırır. Çok iyi bilindiği gibi, insanoğlunun bilinçdışında iki temel yasak vardır: Ensest ve öldürme yasağı (Freud, 1911). Bu yasaklara yakınlaştıkça, bilinçdışında yoğun bir kaygı, suçluluk ve ceza görme korkusu (iğdiş edilme kaygısı) ortaya çıkar. 

Gerçek bir ensest söz konusu olmasa da bedensel mahremiyet sınırlarının oluşmadığı, diğer ebeveynin ayırıcı işlevinin devreye girmediği ve Oidipal arzuların sonucu olarak anne baba ile çift olma konumuna itilerek "ensestüel" olarak adlandırılan (Racamier, 1995) bir ilişki biçiminin içinde kalan çocuk, kaygı içeren bir uyarılım yaşayarak zaten mevcut olan yoğun cinsel düşlemlerini bastıramaz. Normal gelişimde latans döneminin (6-10 yaş) başlangıcında -altı yaş civarında- bastırmaya uğrayacak bu cinsel düşlemler, aksi durumda aşırı bir uyarılımla benliğin sısnırlarını zorlayıp, klinik semptomlar olarak ortaya çıkarlar: Dürtüsellik, erken ergenlik, hiperaktivite, cinsel meşguliyetlerin devamı, yoğun mastürbasyon, somatik şikayetler, korku, altına kaçırma vb.

Ferenczi (1933) çocuk ve yetişkin dilinin farklılığından bahsetmiştir: Çocuk şefkatin lisanını, yetişkin şehvetin lisanını konuşur. Ferenczi'nin şehvetten kastı cinselliktir ve bu dil karışıklığının çocuğun ilk ruhsal çatışması, ilk travması olduğunu ifade edecektir. 

- Neslihan Zabcı, "Babalar ve Kızları: Bir Bakışın Öyküsü", Psikanaliz Defterleri 4 - Çocuk ve Ergen Cinselliği

6 Mayıs 2023 Cumartesi

Güç Duyusunu Yeniden Kazanmak

Öfke yakıttır. Öfkeyi hissederiz ve bir şeyler yapmak isteriz. Birisine vurmak, bir şey kırmak, kriz geçirmek, duvara yumruk atmak, o hergeleye haddini bildirmek. Ama biz nazik insanlarız ve öfkemizi bastırır, reddeder, gömer, engeller, saklar, onunla ilgili yalan söyler, ilaçla yatıştırır, üstünü örter, yok sayarız. Onu dinlemek dışında her şeyi yaparız. 


Öfke, dinlenilmesi gereken bir ses, bir çığlık, bir rica, bir taleptir. Öfkeye saygı duyulması gerekir. Neden? Çünkü öfke bir haritadır. Öfke sınırlarımızı gösterir. Nerede olduğumuzu görmemizi ve bu durumu sevmediğimiz zamanı bilmemizi sağlar. Öfke suçlama değildir, o yolu gösterir. İyileşmekte olan bir sanatçı için öfke sağlık belirtisidir. 

Öfke eyleme dönüştürülmek yerine, üzerinde düşünülmesi ve çalışılması gereken bir şeydir. Öfke, yönü işaret eder. Biz de öfkeyi yakıt olarak kullanıp belirtilen yön doğrultusunda önlem almak durumundayız. Biraz düşünerek öfkenin bize gönderdiği mesajı anlayabiliriz. 

"Canı cehenneme! Ben bundan daha iyi film yaparım!" (Bu öfke size, film yapmak istediğinizi anlatmaktadır. Nasıl yapılacağını öğrenmek durumundasınız.)

"İnanmıyorum! Bu oyunu ben üç yıl önce düşünmüştüm. Şimdi kalkmış o yazmış." (Bu öfke size, ertelemeyi bırakmanızı söylemektedir. Açılış geceleri fikirler için değil, yazılmış oyunlar için yapılıyor. Yazmaya başlayın.)

"Benim stratejimi kullanıyor. İnanılmaz bir şey bu! Benden çaldı! Bu fikri toparlayıp patentini almam gerekiyordu." (Bu öfke size, fikirlerinizi ciddiye almanızı ve onlarla çalışmanızı söylemektedir.)

Öfkelendiğimiz zaman öfkelendiğimiz için kendimize çok kızarız. Lanet olası öfke! Öfke bize, artık eski yaşamımız ile idare edemeyeceğimizi, eski yaşamın öldüğünü söylemekte. Yeniden doğduğumuzu anımsatmakta. Ve yeniden doğuş acıtıyor. Bu acı da bizi kızdırıyor. 

Öfke, eski yaşamımızın ölümüne işaret eden bir yangın fırtınası. Öfke, bizi yeni yaşama gönderen yakıt. Öfke usta değil, bir araç. Öfkenin üzerinde düşünülmeli ve çıkarımlar yapılmalı. Doğru kullandıldığında öfke, yararlıdır. 

Miskinlik, duyumsamazlık ve umutsuzluk düşmandır. Öfke ise değil. Öfke arkadaşımızdır. Hoş ve nazik olmayan ama çok çok sadık bir arkadaş. O her zaman, ihanete uğradığımız, kendimize ihanet ettiğimiz zamanlarda bizi uyarır. Kendi iyiliğimiz için harekete geçmemiz gereken zamanları bize bildirir. Öfke, kendi başına bir eylem değildir. O, eyleme davettir.

-Julia Cameron, Sanatçının Yolu

16 Nisan 2023 Pazar

İnsan ailesini seçemiyor Tuna Bey!

Eğitim kurumlarında rehberlik ve psikolojik danışma yaptığım yıllar boyunca ve sonra seans odalarında hastalardan sıklıkla duyduğum cümlelerden biri şu oldu: İnsan ailesini seçemiyor Tuna Bey!

Anladığım kadarıyla sadece bizim gibi geri kalmış toplumlarda ailesel ilişkilerin bozuk, sorunlu, hasarlı olduğu düşünülüyor, ancak ailesel ilişki sorunları dünyanın her yerinde, neredeyse bütün ailelerde öyle ya da böyle bir şekilde görülüyor. Elbette Türk toplumunun da kendine özgü sorunları var; özellikle Türkiye, batının ve doğunun ortasında kalmasıyla birçok konuda olduğu gibi ailesel sorunlarda da ne tam batılı ne de tam doğulu bir pozisyon alabilmiştir.


Buradan hareketle şunu söyleyebilmek mümkün: Bizim toplumda anne-babalarımıza söyleyemediğimiz birçok şey olduğu gerçektir. Yeterince anlaşılamamak, büyüyüp bağımsız bir birey olarak hayatımıza devam edememek, iş seçimimizden eş seçimimize kadar birçok kriterle (ailemizden kabul alabilmek için) boğuşmak zorunda kalmak, iyi para kazanmaya çalışmak bizi uğraştırıyor ve anne-babamızın gurur duyacağı (her şeye rağmen!) bir evlat olmaya çalışmakla çok zaman harcıyoruz. Söyleyemediğimiz şeyler yüzünden içimiz kabarmaya başlıyor, bu kabarmayı ara sıra "of'layarak ya da öf'leyerek" ifade ediyoruz. Ki birçok ailede evlat kaç yaşına gelirse gelsin of'ladığında anne-babasının tepkisini çekeceğini bilir. Bu yüzden anne-babasının olmadığı bir ortamda önce of'lar, sonra söylenmeye başlar. 

Bireyleşme ve ayrışma mücadeleleri neredeyse bütün terapistlerin ilgisini çekmiştir. Çünkü hastalar seanslarda konu ne olursa olsun mutlaka aileye değinir. İstedikleri gibi büyüyemediklerinden, istedikleri oyuncaklara sahip olamadıklarından, akranlarıyla/akrabalarıyla sürekli kıyaslanmaktan, dış görünümlerinden büyükleriyle nasıl konuşacaklarına, cinsel yönelimlerinden hangi mesleği icra edeceklerine kadar aileler söz sahibidir. Seansa gelen kişilerin önemli kısmı aslında terapiye gelmeleri gereken kişilerin onlara zorbalık yapan, onlara baskı yapan aile büyükleri, genelde anne-babaları olduğunu söylerler. Bu söylemler de ister istemez yazının başında değindiğim cümleyi kurmalarına neden olur: İnsan ailesini seçemiyor Tuna Bey!

Evet, seçemiyoruz. Hem de hiçbirimiz. Bu bilgiyle ne yaptığımız, bu bilgi karşısında nasıl bir tutum takındığımız daha önemli olabilir mi? Seçemediğimiz bu aileyle hayata nasıl devam ettiğimiz, her şeyi olduğu gibi mi kabul ettiğimiz ya da biz büyüdükçe kendimizde değiştirmek istediğimiz özellikleri belirleyip bunlar hakkında çalışmamız mı bu bilgiyi bir değer haline getirecektir? 

Ya da başka bakış açıları düşünülebilir mi? Örneğin: Biz ailelerimizi seçemiyoruz evet, ama diğer yandan, ailemiz de bizi seçemiyor, öyle değil mi? Çocuk sahibi olmak anne-babalar için sürpriz yumurta gibi bir şey, içinden ne çıkacağını bilmiyorlar. Bu açıdan bakınca belki de anne-babaların toksik davranışları biraz daha aydınlığa kavuşmuş olur. Yani, toksik davranış sergileyen anne-babalar temelde neden toksik davranırlar? Kabaca iki yanıt üretebilmek mümkün. Birincisi; kendi aileleri ve kendileriyle ilgili çok derinlerde yaralanmaları vardır ve bunları düzeltmemişlerdir, bu yaralanmalar ilişkilerini sağlıksız bir boyuta getirmiş ve bu boyutta kısılıp kalıp bunu "normal" zannetmişlerdir. İkincisi; çocuklarını seçemediklerini bildikleri için, var olan çocuğu seçilebilecek, istedikleri kıvama getirecek bir hale bürümeye çalışırlar. Hatta çocuklarını kendi yaralarına merhem olarak bile kullanabilirler. Zaten ailelerin dayanıl(a)maz davranışları da bu bilinçdışı isteklerinden gelmektedir. 

Şimdi durumu tekrar değerlendirelim: İnsan ailesini seçemiyor Tuna Bey! Demek ki bunu söyleyen kişinin arzusu şudur: Elimde olsa ailemi kendim seçerdim. Ve elbette bu aileyi seçmezdim! Şaşırtıcı mı geldi? Durun, dahası var. Çocukların, yaşı kaç olursa olsun, bu bilinçdışı istekleri, kendi ailelerinin bilinçdışı isteklerini sezerek öğrenilmiştir. Hiçbir çocuk yoktur ki ailesinin bilinçdışı isteklerini sezmesin! Bir nevi karşı atak denilebilir bu duruma. Madem siz beni beğenmiyorsunuz, beni değiştirmeye, istediğiniz kalıba sokmaya çalışıyorsunuz, o zaman ben de aynı şeyi sizin için yaparım. 

Bu karşı ataktan sonra da işler iyice çığrından çıkıyor. Kavgalar, tartışmalar, evi terk etmeler, alkole sığınmalar, uyuşturucuya bulaşmalar, gizli gizli ağlamalar, bir parça sevgi için olmadık kişilerin peşinden koşmalar, başkalarının elinde oyuncak olmalar; koşulsuzca çok sevdiğimiz anne-babalarımıza karşı içten içe uyanan nefret duygusu, nefretin beraberinde getirdiği suçluluk duygusu, bunlarla ne yapacağını bilemeyen, kendini köşeye sıkışmış hisseden savunmasız bir çocuğun yardım çığlıkları yankılanmaya başlıyor. Tabii ki duyabilene!

Bana bu yazıyı yazdırtan iki kitap oldu; Ocak ayında okuduğum Kendine Ait Bir Yuva ve şu an okumaya devam ettiğim Zor Bir Ailede Büyümek. Biri Kanadalı, diğeri Amerikan iki terapistin "ailesel ilişkileri" merkeze alan yazılarını okuyabiliyoruz bu kitaplarda. Acı çekebiliriz evet, acı bir seçim değil başımıza gelen bir olay, hissettiğimiz bir duygudur ama ıstırabı devam ettirmek opsiyoneldir, yani kişinin seçimine bağlıdır. Zor bir aileden gelmeyecek kadar şanslı olanlarımızın sayısı çok çok az, neredeyse hepimiz öyle ya da böyle çeşitli zorluklarla karşılaşarak büyüyoruz. Bu zorluklarla ne yaptığımız ise asıl belirleyici unsur oluyor. 

Acı çeken insanların seslerini duyurabilmesinin de önemli bir adım olduğunu düşünüyorum, çünkü ses çıkarmak ve bunun duyulmasını sağlamak için bile harekete geçmek gerekiyor. Yani bu bir opsiyon değil, bu bir zorunluluktur. Dilerim sesinizi duyurabiliyorsunuzdur. 

Sevgilerimle,

Tuna

8 Nisan 2023 Cumartesi

Tanrısal Anne-Babalar

Antik Yunanlıların ciddi bir problemi vardı. Tanrılar Olimpos Dağı'nın zirvesindeki semavi mekanlarından onları gözetliyor ve Yunanlıların her yaptıklarını yargılıyorlardı. Hoşnut olmadıkları davranışlar gözlemlediklerinde de insanları hızlıca cezalandırıyorlardı. Merhametli ya da adaletli olma zorunlulukları yoktu. Haklı olmaları bile gerekmiyordu. Hatta düpedüz mantıksızca bile davranabiliyorlardı. Akıllarına esince bir insanı sadece bir yankıya dönüştürebiliyor, bir başkasını da sonsuza dek yokuş yukarı kaya parçaları taşımaya mahkum edebiliyorlardı. Tanrılarının ne zaman ne tür bir ceza vereceğini bilememek, Antik Yunanlılar arasında korku ve şaşkınlığa yol açıyordu. 


Tıpkı bir çocukla toksik anne-babasının arasındaki ilişki gibi. Tutarsız davranışları olan anne-babalar, çocuklarının gözünde korku saçan birer tanrıdır adeta. 

Bebekliğimizde gerçekten tanrısal bir yapıya sahip olan anne-babalarımız bizim için her şey demektir. Onlarsız, kendi ayaklarımız üzerinde duramayacağımızı bildiğimiz gibi, anne-babalarımızın yokluğunda sevgisiz, korunmasız, evsiz barksız birer canlı oluruz. Onlar, hayatta kalmamızı sağlayan, ihtiyaçlarımızı karşılayan, her şeye gücü yeten yaratıklardır.

Anne-babalarımızı başkalarıyla kıyaslayabilecek bir deneyimimiz olmadığı için mükemmel olduklarını düşünürüz. Dünyamız beşikten öteye büyümeye başladığında onların bu mükemmel imajlarını da bozmadan korumak için çaba harcarız. Aksi takdirde karşılaştığımız bilinmezliklerle baş edemeyiz. Anne-babalarımızın mükemmel olduğunu düşündüğümüz sürece güvende hissederiz. 

Anne-babadan bağımsız bir birey olma süreci, ergenlik çağında zirveye ulaşır. Aktif bir şekilde onların değerlerini, zevklerini ve otoritelerini sorgularız. Dengeli bir ailede anne-babalar bu değişikliklerin getirdiği kaygılarla mücadele edebilirler. Teşvik etmeseler bile en azından çocuklarının bu sorgulamalarını hoş görürler. Çocuklarının isyankarlıklarını, kendi gençliklerini hatırlayıp duygusal gelişimin bir parçası olarak kabul ederler. Sonuçta kendilerini, herkesin böyle bir evreden geçtiğini fark edip telkin edebilirler. 

Toksik anne-babalar bu kadar anlayışlı değillerdir. Tuvalet eğitiminden ergenlik çağına, isyankarlığa ve hatta fikir ayrılıklarını bile kişisel bir saldırı olarak kabul ederler. Çocuklarının bağımlılıklarını teşvik ederek kendileri için savunma mekanizmaları oluştururlar. Çocukları için sağlıklı bir gelişim süreci amaçladıklarını söyledikleri halde, fark etmeden gelişimlerine zarar verir, onların iyiliklerini düşündükleri için böyle davrandıklarını öne sürerler. Çocuklarını devamlı eleştirip kısıtladıklarında, doğruyla yanlışı öğretmeye ya da kişiliklerini güçlendirmeye çalıştıklarını dile getirirler. Halbuki anne-babaların bu davranışları çocuklarının gelişmekte olan özsaygılarına büyük zarar verir. Bu tür anne-babalar ne kadar doğru davrandıklarını düşünseler de, ani çıkışları çocuklarının kafasını karıştırır, şiddetli ve olumsuz tavırları onları şaşırtır. 

İşte çocuk, tıpkı Antik Yunanlılar gibi, tanrısal anne-babasının merhametine sğınır; bir sonraki şimşeğin ne zaman çakacağını bilmez. Fakat toksik anne-babaların çocukları, bir sonraki şimşeğin eninde sonunda çakacağını çok iyi bilirler. Bu korku çocuğun içine işler ve onunla birlikte giderek büyür. Ne kadar başarılı olursa olsun, zamanında hasara uğramış her yetişkinin özünde aslında bu çaresiz ve korku dolu çocuk vardır. 

1 Nisan 2023 Cumartesi

Sürekli Ertelediğimiz Ruh Sağlığımız

Yazının başında ruh sağlığı kavramından kastımın "akıl sağlığı" olduğunu hemen belirteyim. Yoksa psikoloji araştırmaları spiritüel konularla değil, pozitif bilim açısından somut olay ve olgularla ilgilenmektedir, bunu karıştırmayalım.

Bu bağlamda ele aldığım ruh sağlığına bakalım: Ertelersek ne olur? Aslında şu an, yıllardan beri süregelen yaşadıklarınız olur, kaba bir tabirle. Kronikleşen biliş ve davranış bozuklukları eğer psikoz seviyesinde değilse çoğu kişide kabul edilebilir (?) sorunlar oluyor. Ve deniyor ki, "herkesin sorunu var," "sorunu olmayan insan yok ki!" Evet, hayatımız boyunca öyle ya da böyle çeşitli sıkıntılar yaşayacağımız neredeyse kesin. Peki bu konuda ne yapmayı düşünüyoruz? 


Bir şey yapmamak, çoğu sıkıntılı ruh hallerinin gelip geçmesini beklemek de bir seçenek elbette. Sonuçta ruh sağlığı çoğunlukla kanser, bel fıtığı, hormonal düzensizlikler, fiziksel ağrı yaratan hastalıklar gibi seyretmez. Bu yüzden ruhsal anlamda yaşanılan sıkıntıları ertelemek, ileriye ötelemek, görmezden gelmek, nasılsa düzelir demek daha kolay ve tercih edilir bir yöntem oluyor. Psikoterapiye gitmek, psikolojik danışma hizmeti almak da kişinin kendine yaptığı bir yatırımdır en nihayetinde. Bu yatırımı yapmaktan çoğu zaman imtina ediyoruz. Neden? Çoğu kişiden duyduğum kadarıyla "deli damgası" yememek ve insanların bize acıyarak bakmasını engellemek gibi ciddi bir uğraş veriyoruz da ondan.

Beni şahsen tanıyan arkadaşlarımdan bazıları ara sıra psikolojik sorular soruyorlar bana. Bu konuşmalar genelde yalnız olduğumuz yerlerde, kimsenin bizi duyamayacağı şekilde gerçekleşiyor. Sorular da genellikle "Bende bir tuhaflık görüyor musun?" ya da "Dışarıdan nasıl görünüyorum?" veya "Bir terapist olarak beni nasıl değerlendiriyorsun?"dan başlıyor, ardından yaşadıkları uykusuzluk, gerginlik, huzursuzluk, belirsizliğe tahammülsüzlük, gelecek kaygısı, cinsel işlev bozukluğu gibi daha özel konulara gitmeye başlıyor. 

Gitmeye başlıyor da ben bu sırada hiç de rahat konuşamıyorum. Çünkü karşımdaki kişiler arkadaşlarım. Yani terapi uygulamadığım insanlar. Arkadaşlarımın "sıcak noktaları"nı bilmiyorum, bu yüzden hangi konu başlığı, dil kullanımı, kelime seçimi onları nasıl etkiler, bunları bilmeme imkan yok. Bu yüzden verdiğim geri bildirim nasıl sonuçlanak diye kafam karışıyor ve çok dikkatli konuşuyorum. İşin bu tarafını bilmeyen arkadaşlar ise yuvarlak cümlelerim karşısında genelde hayal kırıklığı yaşıyorlar :) 

İşin aslı şu ki, doğmadan önce anneyle kurulmaya başlayan ilk ilişkiden itibaren çevremizle sürekli gelişen bir ilişki ağına sahibiz. Çok renkli ve çok sesli bu sosyal çevre çoğu zaman istediğimiz, beklediğimiz insanları ve olayları bize vermeyecektir. Genetik geçişleri şimdilik bir kenarda tutarsak, bu sosyal çevre bağlamında biz de nasibimize düşen değişimleri, etkileşimleri yaşıyoruz. Doğumdan sonra edindiğimiz tüm yaşanmışlıklar, tüm deneyimler de bizi biz yapmaya başlıyor. Ebeveynlerimizden gördüğümüz ilgi, alaka, yakınlık vs. bizim kendimizle de nasıl ilgileneceğimizi birçok açıdan belirliyor. Seviliyor muyum, sevilmeye değer miyim, onaylanıyor muyum, haklı mıyım, haksız mıyım, görülüyor muyum, önemseniyor muyum, ciddiye alınıyor muyum... bunları uzatmak mümkün tabi. Neredeyse hiçbir zaman tam olarak yanıtlayamadığımız bu sorular içinde boğulduğumuz da olur, ama benim özellikle bu yazıda değindiğim konu şu: Bu sorularla ne yaptığımız kendimize karşı bakış açımızı ve dolayısıyla hayatımızla ne yaptığımızı da belirliyor. 

Ruhsal sağlığı erteliyor olmak kendimize yatırım yapmamızı engelliyor olabilir, kendimizi buna değer görmüyor olabiliriz, ama söz konusu çocuğumuz olunca nasıl koşa koşa iyi bir terapiste gittiğimizi de lütfen göz önünde bulunduralım. Bu ne demek olabilir? "Ben o kadar önemli değilim, alıştım zaten böyle yaşamaya, ama çocuğum benim yaşadıklarımı yaşamasın. Onun sağlığı ve mutluluğu için ne gerekiyorsa yaparım.

Harika değil mi? Böyle fedakar anne-babaları görünce insanın içine güneş doğuyor. Bir de işin şu tarafı var: Çocuğa yapılan ruhsal sağlık yatırımında çocuk sağlıklı olanı öğrenip devam ederken, ruhsal sağlığını ihmal eden anne-babasına bakışı nasıl olacaktır kim bilir? Küçük bir çocukken aile evinde kendini geri plana atmaya alışmış birey, büyüyüp kendi ailesini kurduğunda, bu sefer çocuğunu ön planda tutup kendini yine geri plana attığını ne zaman fark eder sizce? Fark ettiğinde de bu farkındalıkla ne yapar? 

Bu noktada "yaşam" ve "hayat" arasında kendimce yaptığım ayrıma değineyim: Hani derler ya "Hayata bir defa geliyoruz" diye. Bunu "Yaşam bir tane, fiziksel ve biyolojik tek bir yaşamımız var ama bu yaşam içinde farklı hayatlara sahip olabiliriz" diye algılıyorum ben. Aile hayatımız, iş hayatımız, değiştirdiğimiz işlerde farklı farklı hayatlarımız, arkadaş hayatımız, özel hayatımız, yurt içindeki hayatımız, yurt içinde farklı şehirlerdeki hayatımız, yurt dışı hayatımız, kariyer hayatımız... 

Yaşanılan her yeni gün yeni bir hayat kurmak için fırsat olabilir mi? Ve bu yeni hayatlarda artık kendimizin ruhsal sağlığıyla ilgilenmek gibi bir adım da olabilir mi? Sadece soruyorum, beraber düşünelim diye.

Sevgilerimle,

Tuna

31 Mart 2023 Cuma

Dokunan Sözcükler

Hastanın Bütünleşme Arzusunun Güvencesi Olarak Analist

Bazı vakalarda, psikanalist hastanın nevrotik savunmalarını algılamaya hazır haldeyken, ilkel savunmalarını anlamaya değildir. Bu, ilkel savunmalarının varolmadığı anlamına gelmez. Analist hastanın kullandığı ilkel savunmaları tespit etmek ve heterojenliğini fark etmek için kimi zaman kendini zorlamak zorunda kalır -zira bazı hastalar, bilinçdışı olarak analiste kendilerinin yalnızca bir yönünü gösterme eğilimindedirler, bu durumda analist diğer bir yönün varolduğunu fark etmede başarısız olabilir. Böyle bir durumda, hasta bilinçdışı olarak analistin bölmeye kanmasını ister ve aynı zamanda kanmamasını da ister. 


Psikanaliz, hastayı düşlem dünyası ile temasa geçirmekle, psikotik ve nevrotik taraflar arasında salınıp duran hastaya bir seçim ortamı sağlar. Genel bir kural olarak, hasta analistin nasıl dinlediğine bağlı olarak bir tarafı ya da diğerini daha fazla göstermeye başlayacaktır. Hindistanlı bir hasta olan Laure'den bir örnekle bunu açıklayayım. Ön görüşmelerinin ilkine şöyle diyerek başlamıştı: "Altı aylık doğdum." Bu ilk cümle farklı şekillerde duyulabilir: Altı aylıkken kendisini evlat edinen ebeveynlerine bir saygı ifadesi olabilir, ancak eşit derecede yaşamının ilk birkaç ayının varlığının inkarı da olabilirdi -ve bu ihtimallerin hiçbiri, diğerini dışlamıyordu. Varmak istediğim nokta, analistin aynı kesinlikle hastayı nevroz ya da psikoz ya da aynı anda her ikisi bakımından değerlendirebilmesidir. Bununla beraber, heterojen bir hastanın analizden geçmeyi ve yola çıkmayı kabul etmesi için, analistin her iki yanının da varlığının bilincinde olduğunu ve her ikisini de dinlediğini hissetmeye ihtiyacı vardır. Eğer hasta kendinin farklı yanlarını kabul edecek ve geride kalan yanının yeterince büyümesine izin verecekse, diğer yanıyla bağlantı kurabilmesi önemlidir, böylece kendilik yeniden bir araya gelebilir.

Genel anlamda analist, hastanın bütünlük arzusunun emanetçisi ve bütünleşme ihtimalinin güvencesini sağlayan olarak hazır bulunur. Analist daha olgun yanları düzeyinde yorumda bulunmayı seçse dahi, heterojen hastalar, ilkel yanlarının varlığının unutulmadığını hissetmeye ihtiyaç duyarlar ve tam aksi de geçerlidir. Kendilerinin bir yanını seans dışında bırakmış olsalar bile, analistin bu dışarıda bırakılan yanı da dinlediğini hissetmeye ihtiyaç duyarlar. Örneğin, eğer hasta öfkesini dışarı vurduysa, analist bu sebepten başka zamanlarda gösterdiği şefkati unutmayacaktır ya da aksine, dışa vurulan şefkat ise karşıt duyguları ortadan kalkmış olmayacaktır: Analizanın ikisini de analistte bir arada bulmaya ihtiyacı vardır. 

25 Mart 2023 Cumartesi

Marcus Aurelius - Düşünceler

İnsan ömrü bir an sürer, özümüz artsız aralıksız bir akış*, algımız belirsiz, tüm bedenimiz bozulmaya yazgılı, ruhumuz bir kargaşa, yazgımız öngörülmez, ünümüz güvenilmezdir.   


Tek sözcükle, bedenimize ait olan her şey akan bir ırmaktır, ruhumuza ait olan her şey de salt düş ve yanılsamadır; yaşamımız yabancı bir ülkede savaş zamanı ve yolculuktur, ölümden sonraki ünümüz ise unutuluştur. Bize koruyacak ne kalıyor geriye?

Tek, biricik şey, felsefe. Bu da; içimizdeki koruyucu ruhu el değmemiş ve arı olarak koruyabilmekte yatar, her zaman hazlara ve acılara egemen, rastgele ya da yapmacık amaçlar ya da ikiyüzlülükle davranmayan, başkalarının belli bir şeyi yapmalarından ya da yapmamalarından bağımsız; bundan başka kendisine ait olan her şeyi, ona ayrılan her şeyi, kendisiyle aynı kaynaktan gelen bir şey gibi alır; her şeyden önce de ölümü dingince bekler, çünkü onun her canlının oluştuğu öğelerin serbest bırakılmasından başka bir şey olmadığına inanır. Eğer bu öğeler için durmadan birbirlerine dönüşmekte korkulacak bir şey yoksa, onların tümünün değişmesinden ve dağılmasından biz niçin korkalım? 

Çünkü bu doğaya uygundur, doğaya uygun olarak meydana gelen hiçbir şey kötü olamaz.

* Marcus Aurelius burada, ölümün ve yok oluşun "ilgilenilmemesi gereken sorunlar" olduğunu; önemli olanın "içimizdeki koruyucu ruhu" korumak olduğunu öne süren temel Stoacı görüşü güçlendirmek için; Herakleitos'un imgeleriyle (akış, akan bir ırmak, durmadan değişen), kinik imgeleri (düş ve aldanış, ünün güvenilmezliği) birleştiriyor.

- Marcus Aurelius, Düşünceler

17 Mart 2023 Cuma

Lacan'da Ayrılma Kavramı

Ayrılma kavramını anlamayı kolaylaştırmak için bilgisayar benzetmesinden yararlanabiliriz. İnsanın bilgisayarlar hakkında çok sayıda kurgusal esere konu olmuş, korku dolu bir düşlemi vardır: Onları üretirken eksik (fazla veya yanlış) yapılacak bir şeyin, bir gün onların otonomilerini kazanmalarına yol açabileceği. Böylece, bilgisayarların, kendi arzularına sahip olup insanın (Öteki'nin) yazılımından, onlardan beklenenden ve içinde bulundukları yabancılaşmadan kurtularak bağımsızlaşacaklarını ve sonrasında insan türünü bir felaketin beklediğini kurgulmaktayız.


Böyle bir düşlem-kurgunun var olmasını, insanın belki de kendine yabancılaşmış bir varlık olduğunu az biraz sezdiği ve bu varoluş biçiminden çıkmak (kendi ebeveyninin arzusundan ayrılarak, öznel arzularını oluşturabilmiş, ileri düzeyde özneleşmiş biri haline gelmek) istediğine dair bilinçdışı bir düşleme sahip olduğu ama yine de son kertede durumun değişmesinden korktuğu şeklinde yorumlayabiliriz. Bu kurguda insan, kendini Öteki'nin (anne-ebeveynler-insan toplumu-kültür) yerine koyarken, bilgisayarları ise yabancılaşmayı feshetmiş, özgürlüğüne kavuşmuş (özbilince sahip) özneler yerine koymuş oluyor. Teknolojik ürünler yalnızca zihinlerimize ve bedenlerimize değil, yansıtmalarımızın nesnesi olma rolünü üstlenerek ruhsal meselelerimize de çözüm sunup hizmet verirler. 

Lacancı özne böylece iki hareket aracılığıyla oluşur: İlki, öznenin Öteki'nin diline ve arzusuna tabi olduğu yabancılaşma sürecine ve ikincisi de öznenin ve Öteki'nin arzularının ayrılmasına tekabül eder.

Ayrılma, öznede düşlem nesnesinin -nesne a- ortaya çıkmasına yol açar. Lacan'ın en ünlü kavramlarından biri olan ve bu kitapta yer vermediğimiz nesne a (nesne küçük a), anne-çocuk birliği bozulduğunda (ayrılma gerçekleştiğinde), bu birliğin ardında bıraktığı iz olarak tanımlanabilir. Çocuk artık anneyle birlik zamanının tamlık duygusu içinde değildir; düşlem yoluyla nesne a ile temasa geçmeye çalışarak eksikliğini gidermeye çalışan bir varlığa dönüşmüştür. Böylece özne, ayrılmayla düşlem dünyasına giriş yapar ve arzulu-arzulayan bir varlık olarak varlığını sürdürebilir.

Lacan'ın çalışmasının sonraki dönemlerinde ayrılma kavramı gözden kaybolur. Bunun yerine daha ileri bir ayrılma olarak nitelenen yeni bir kavram ortaya çıkar: "Düşlem katetme" (la traversée du fantasme). Öznenin temel düşlemi, varlığının nedenini oluşturan nesne a ile, biraz evvel söz edildiği gibi, düşlem yoluyla temasta kalmaya çalışmaktır. Öznenin temel nesnelerinden ve temel düşleminden daha ileri düzeyde bir ayrılma ancak bir psikanaliz çalışması içerisinde mümkündür.

Lacan'a göre bu amaçla analist "nesne a rolünü oynamalıdır." "Öznenin arzusu Öteki'nin arzusudur," veya "Öznenin arzusu Öteki tarafından arzulanmaktır," der Lacan. Hayatının başında kendi arzusunu annenin arzusuna göre konumlandırarak hayata başlayan özne, analizde aktarım içinde analistiyle bu temel döngüyü tekrar etmek isteyecektir. Onun gibi arzulamaya çalışacak ve analistinin kendisiyle ilgili her yanıta ve hakikatin bilgisine sahip olduğunu düşünecektir. Ancak analist, hem "bildiği varsayılan özne" konumunu işgal etmeyerek hem de analist olarak arzusunun ne olduğu konusunda esrarengiz konumunu daima sürdürerek, analizanın düşleminde bir sarsıntı yaratmanın peşindedir. Böylece analizanın arzusunu kendi arzusuna göre biçimlendirmeye değil, öznenin nesne a ile ilişkisini dönüştürmeye çalışır.

Analistin rolü, analizanı yeniden ve bir kez daha Öteki'nin arzusuna tabi olmaktan yani yabancılaşmaktan uzaklaştırır ve öznenin Öteki'nin arzusuna göre konum alma yönündeki temel düşlemini katetmesini sağlar. İlk Öteki'nin (annenin) diliyle kendine yabancılaşan özne, bu kez yeni bir Öteki'nin (analistin) dili ile aynı süreci tersine çalıştırır. İleri bir ayrılma olarak nitelenen bu dönüşüm, öznenin kendi varlığının nedenini ve sorumluluğunu üstlenmesini mümkün kılmayı amaçlar. Özne kendi eksiği ile karşılaşmış olarak; "Başıma şu geldi," "Bana şunu yaptılar," yerine "Ben yaptım," ve "Bu benim," diyebilir.

- Sezai Halifeoğlu'nun Lacan'ın bazı kavramlarını anlattığı Çocuk ve Ergen Psikanalizi: Kuramcılar ve Kavramlar kitabından alınmıştır.

10 Mart 2023 Cuma

Yeni Bir Hayat Kurmak

Soldaki Sıfır: İşsiz Aile Reisi

Koca olarak beklenti daha farklı. Kardeşinden beklediğini beklemiyorsun, babandan beklediğini beklemiyorsun, ne bileyim herhangi bir erkek arkadaşından beklediğini beklemiyorsun. Bak babana kızıyorsun, ne bileyim ya konuşmasan oluyor; kardeşine kızıyorsun, konuşmasan oluyor; çocuğuna kızıyorsun, ona bile konuşmasan oluyor... Kocaya kızıyorsun, kardeşim en ağır lafı söylüyorsun, ondan sonra yataktan "Ekmek al da gel akşama," bunu diyebiliyorsun. Böyle bir ilişki karı koca ilişkisi. (Deniz)


Bazı anlatıları dinlerken erkek ve kadını temsil eden ve yan yana duran iki sıfır hayal etmiştim. Sonra birden aralarına bir rakam düşüveriyordu. Bu rakam, çalışan konumda olmaya işaret ediyor ve erkeği temsil eden soldaki sıfırı öncül sıfıra dönüştürürken kadını temsil eden sağdaki sıfıra değer katıyordu. Böylece tüm ikiliklerin solunda yer alan eril, işsiz bir aile reisi olarak dezavantajlı bir pozisyona düşüyordu.

Endüstriyelleşmenin kadınlar ve erkek açısından tarihi akışları farklıdır. Endüstriyel ekonomi, tek güç kaynağı olan toprağın yerini aldığında erkekler de çalışarak kazandıkları ücretlerini güçlerinin dayanağı olarak görmeye başlarlar (Hochschild, 1990). Sancar (2013), erkeklikler üzerine yaptığı araştırmada endüstriyel kapitalist üretimin erkek işçinin kas gücüyle ağır sanayide yoğunlaştığını, kadın işçilerin ise daha düşük ücretli ve sosyal güvencesiz işlerde çalışmak zorunda kaldığını belirtmektedir. Bu sektörel ayrım, kadının ücretsiz ev içi hizmet sağladığı, erkeğin aile reisi olarak evini geçindirmekle yükümlü olduğu yeni aile modeliyle başa baş gelişir. Kas gücünden başka satacak hiçbir şeyi olmayan erkekler için otorite sahibi olacakları bir ailenin geçimini sağlamak toplumda saygın bir statü elde etmenin, diğer bir ifadeyle erkeklik inşa etmenin en makbul yolu haline gelir. 

Kadınlık atfedilen, erkeklik ise daima kazanılan, elde edilen bir konumdur (Kandiyoti, 1987). Değer biçen ve yargılayan gözler eril olduğundan erkekliğin diğer erkeklerin gözünde ispatlanması gereklidir. Bu nedenle erkeklik yalnızca homososyal ortamlarda, kamusal alanda, spesifik olarak iş yerinde elde edilir (Kimmel, 2002). İşte tam da bu nedenle kapitalist üretim ilişkileri içerisindeki erkekler sınıfsal sömürü ilişkilerine aldırış etmeksizin her koşulda emeklerini satmaya razıdırlar çünkü aile reisi olma ayrıcalığı yalnızca çalışarak kazanılır. Kısacası erkeklerin deneyimlediği sınıf bilinçsizliği erkekliğin bir gereği olarak yaşanır veya yorumlanır (Sancar, 2013).

3 Mart 2023 Cuma

Delilik nedir? "Psikoz"

Öznenin haksızlığa uğradığını hissettiği gerçek bir olayın, çoğu zaman bir kazanın yahut miras mevzusunun peşinden hukuki bir dava, bir adalet arayışı geldiğinde, paranoya daha görünür bir hal alabilir. Otoritelere ve gazetelere mektuplar yazılır. Günümüz toplumunda kendimizi mağdur olarak görmeye teşvik ediliyoruz; insan faaliyetlerinin neredeyse tümü için haklarında şikâyette bulunabiliyor olmamız yasallık ölçütünü oluşturuyor. Dolayısıyla toplumsal kuvvetler, vatandaşlar için şikâyetin son çare değil, tüm alışverişleri tanımlayan temel bir özellik olduğu bir manzara yaratmaktadır. Hatta günümüzde çocuklar, ebeveynleri hakkında resmî şikâyette bulunup, dava açabiliyorlar. Yani modern öznellik ile paranoya arasında, normallik ile delilik arasında bir ahenk mevcut. 

Eski psikiyatride paranoyayı tanımladığı düşünülen özellikler -masumiyet ve adaletsizlik hissi- günümüz modern bireyinin özellikleri haline gelmiş durumdadır. İnsanların kimi zaman çeşitli kurumlardan zulüm ve yanlış muamele gördüğü yadsınamaz elbette. Fakat önemli olan bunun nasıl yorumladığı, nasıl işlendiği, nasıl anlamlandırıldığıdır. Güçlü bir doğruluk-yanlışlık hissi çoğu zaman altta yatan bir psikozun emaresidir. Dış dünyaya atfedilen kabahat ne kadar sıkı ve sabitse, paranoya teşhisi de o kadar muhtemeldir. Zaman zaman uğradıkları tüm haksızlıkları en ince ayrıntısına kadar tarif eden paranoyaklarla karşılaştığımız olur: Arkadaşlarının ona sırt çevirmesi, iş yerinde maruz kaldığı bir mağduriyet, başına gelen korkunç bir kaza veya felaket. Verilen örneklerin hiçbirinde şüpheye mahal olmamasına rağmen, bu şikâyet sağanağı paranoyanın alameti farikası olan katılığı açığa vurmaktadır. Tek tek örnekler sahiden talihsizlik gibidir, diğer insanlar sahiden hatalı gibidir... ama yine de, şikâyetçinin günahsız oluşunun ta kendisi, tanıya uyanmamızı sağlamalıdır. 

Bazı paranoyaklar uysal ve sakin görünürken, bazıları kıpır kıpırdır ve çoğu kez önemli toplumsal değişimlerin failleri olurlar. Nevrotik insanlar fazla mücadeleci değildir, daha ziyade hayatlarını başka birilerinin yoluna koyacağı hayaliyle yaşar, risk almaktan kaçınırlar. Oysa paranoyaklar inandıkları dava uğruna tüm enerjisini seferber eder; toplumumuzda meydana gelen dönüşümlerin en iyilerini ve en kötülerini onlara borçluyuzdur. 

Belli bir hakikati aktarmayı, belli bir yanlışı veya kötülüğü açığa çıkarmayı görev edindikleri için, gayet hayırlı işlerde bulunabilirler; hem daha önce belirttiğimiz gibi, paranoyak bir hezeyan hakikate birebir denk düşebilir. Macar doktor Ignaz Semmelweiss, doğum esnasındaki kötü hijyen koşullarının bebek ölümlerine yol açtığını gözlemleyerek milyonların hayatını kurtarmıştı; gelgelelim, düşüncesinin doğruluğuna duyduğu hezeyanlı inanç, akıl hastanesine kapatılmasına yol açmıştır.

Klinisyenlerin sık sık yanlış anladığı bir şeydir bu; şayet hastanın başına korkunç bir olay gelmişse, hezeyan ihtimali olmadığı sanılır. Oysa gerçek bir olay ile hezeyan arasında herhangi bir uyuşmazlık yoktur. Çocukken suistimal edilmiş birisi de suistimal edildiği hezeyanına kapılabilir: İşin püf noktası, o kişinin belli bir olay etrafında nasıl anlam oluşturduğu, bu olaya hayatında nasıl bir yer atfettiğidir. 

- Darian Leader, Delilik Nedir?