31 Aralık 2021 Cuma

2021 Biterken...

2021 yılının son günündeyiz sevgili blog okuru. Bu yıl boyunca herkes kadar ben de arıza yaptım, yolda kaldım, vaziyetler sıklıkla patladı. Bloga yazamadığım zamanlarda da çalıştım durdum, zira yapacak başka bir şey bilmiyorum. Ara ara paylaştığım yazı ve kitap alıntılarını takip ettiğiniz için teşekkür ederim.

Ben de kendi 2021'im için bir döküm yaptım. Neler yaşadım ana hatlarıyla; düşününce, bazı yerler fantastik geldi bu fani kulunuza. 

Ama önce, ilk defa bu yıl gördüğüm, efsanevi oyun yazarı ve yönetmen Ingmar Bergman'ın İsveç'teki çalışma odasının fotoğraflarını paylaşayım, zira bu odaya kalbimi bıraktım desem yeridir.



(Fotoğraflar: Anders Danielsen Lie)

2021'e eski çalıştığım okulda girdim, pandeminin etkileri ve okulun yaşadığı mali kriz beni Şubat ayında ayrılmaya zorladı. Yaklaşık 5 yıldır çalıştığım ve bir çeşit duygusal bağ kurduğum kurumdan radikal bir şekilde ayrılmak benim için de sürprizdi aslında. İstifamın ardından bir hafta sonra yeni kurumda çalışmaya başladım ve adresim Beşiktaş oldu. Beşiktaş'la birlikte Marmaray seferleri ve Üsküdar-Beşiktaş arası çalışan deniz motorları her gün işe gelip-giderken kullandığım taşıtlar oldu. 

Şubat ayında bir sürpriz de yüksek lisans kabulü almamdı. Aslında olurdu-olmazdı, yapardım-yapamazdım derken kendimi Klinik Psikoloji bilim sınavında buldum ve programa kabul aldım. Yeni bir meydan okuma böylece hayatıma girmiş oldu. Bu program daha çok çalışmak, artık alanımda bir uzman adayı olmam demekti. İnsan psikolojisine dair dünya kadar şey öğrendim, farkındayım ki bildiklerim bilmediklerimin belki yüzde biri. 

Şubat ayında yaşadığım bu iki büyük değişim hayatımı yeniden yapılandırmamı sağladı. Eskisine göre zamanı daha iyi kullanmam, işimi daha iyi yapmam, daha iyi kitap seçmem anlamına geliyordu benim için.

Film/dizi adına oldukça ölü bir yıl geçirdim. Neler izledim pek hatırlamıyorum bile. Hatırladığım iki film kalmış aklımda. Şiva Bebeği ve The Father. Dizi olarak travma sonrası stres bozukluğunu iyi anlattığını düşündüğüm dört bölümlük Apple Tree Yard var. 

Kitaplar adına yine oldukça mutlu olduğum bir seneydi. Daha iyi kitaplar okuduğumu düşünüyorum. Sürekli artan kitap fiyatları birçok okuru korkuttuğu gibi beni de korkutuyor. Yayıncılık sektörü çok ama çok ciddi bir krizin içinde şu an. Okuyup çok sevdiğim kitaplardan bazıları:

1) Lucia Berlin, Temizlikçi Kadınlar İçin El Kitabı

2) Vigdis Hjort, Miras

3) Edouard Louis, Eddy'nin Sonu

4) Albert Sanchez Pinol, Soğuk Deri

5) Aleksandros Papadiamantis, Hadula

6) Jean Louis Fornuier, Tek Yalnız Ben Değilim

7) Fethiye Çetin, Anneannem

Yılın son günlerinde Faruk Duman okumaya başladım, Ve Bir Pars Hüzünle Kaybolur'dan sonra Sus Barbatus üçlemesine başladım, şu an ikinci kitaptayım. Çok beğendiğimi söylemeliyim. İlerleyen günlerde Annie Ernaux'nun Seneler'ini, Tara Westover'ın Talebe'sini okuyacağım. Kurgu dışı olarak da sırada; Beyin ve İç Dünya ile Sanatçının Kendine Yolculuğu var. 

Son olarak... bunu söylemeli miyim hiç bilmiyorum ama kendime motivasyon olsun diye yazmak belki daha sağlıklı olur. 2009'da Petunya'nın yazımını bitirdiğimden beri hiç kitap yazmadım. Ancak herkesten gizlediğim yeni romanımın ilk notlarını 2016'da almaya başlamıştım. Kasım 2021'den beri bu kitabı bitirmem gerektiği yönünde kendime baskı yapıyorum. 2022'de yüksek lisansla birlikte yeni romanı bitirebilmeyi gerçekten çok istiyorum. Tüm enerjimi bu ikisine vereceğim gibi duruyor. 

Ruh ve beden sağlığımızı koruduğumuz, huzurlu ve mutlu olduğumuz, sevdiğimiz işleri yaptığımız ya da yaptığımız işleri sevdiğimiz bir yıl dilerim hepimize. Görüşmek üzere...

- Tuna 

29 Aralık 2021 Çarşamba

Roman Kahramanları Aramızda

Geçenlerde haber sitelerinde denk gelip şahsen çok sevindiğim, sonra da "MEB'in amacı ortalama TC vatandaşı yetiştirmektir," ifadesiyle af buyrun "dumur" olduğum bir haber gördüm: Sakarya Cemil Meriç Sosyal Bilimler Lisesi'nde 21 Aralık Dünya Roman Kahramanları Günü'nde o roman kahramanlarına bürünmüş öğrenciler. Ne güzel, değil mi?


Şikayet edilmesi sayesinde (!) tüm ülke bu güzel etkinliği duymuş oldu. Yoksa okulun internet sayfasına girince benzer etkinliklerin 2018 ve 2019 yıllarında da yapıldığını görüyoruz, link.

Öğrencilerin büründükleri kahramanlar, muhtemelen kendilerinin okuyup-bütünleştikleri roman kahramanlarından oluşuyor. Şayet lise yıllarımda böyle bir etkinliğe ben denk gelseydim muhtemelen Dorian Gray ya da Nikolay İrtinyev olmak isterdim, kendileriyle bütünleştiğimi duyumsardım.

20 Aralık 2021'de gerçekleştirilen bu etkinliği Sakarya İl Millî Eğitim Müdürlüğü twitter hesabından duyurmuş. Bu posttan il millî eğitim müdürünün etkinliğe bizzat katıldığını öğreniyoruz. Ancak bir de işin şikayet boyutu var. Bu şikayetle ilgili bakındım ama bir şey bulamadım. Ortalama TC vatandaşı cümlesi kimden çıkmış, kim ya da kimler şikayet etmiş?

Bu şikayette bir korku olabilir mi, diye düşünmedim değil. Çocuklarımız "gâvur" icadı romanları okuyarak, onların dilini-dinini-yaşayışlarını benimserler mi? Türk-müslüman-sünni üçlemesinden saparlar mı? Bu sapma ihtimali onları sapkınlığa iter mi? Çocuklarımızın beyni yıkanır mı? Soruları ve yersiz korkuları artırmak mümkün ancak burada kesiyorum, zira neyi kastettiğimi anladınız.

Tahminim şudur; muhtemelen hayatında hiç kitap okumamış, bir yazarı takip etmemiş, kendi damak tadına uygun edebi lezzetler keşfetmemiş, hayatında bir kez tiyatroya gitmemiş insan/insan topluluğu tarafından bu şikayet gerçekleşti. Yoksa şikayetin bir mantığı da kalmaz. Ancak kendilerine göre oldukça mantıklı nedenleri vardır. 

Roman kahramanları günü aynı zamanda rol canlandırmayı da kapsıyor. Öğrenciler, büründükleri roman kahramanının yer aldığı kitaptan unutulmaz sahneleri canlandırmışlar, replikleri okumuşlar, bir nevi rol yapmışlar. Seyirci kitlesi önünde bu tür beceriler aynı zamanda kişinin topluluk önünde konuşabilme, bir başkasının duygusunu anlayabilme, duyguyu aktarabilme becerilerini de geliştiriyor. 

Ne mutlu bana ki, ilk sahneye çıkıp rol yapmam 1996'da 10 yaşımdayken gerçekleşti. Ondan sonra iki piyeste daha başrolde oynadım, ondan da sonra eğitimci olunca seminerler için sahnelere çıktım. Sahne heyecanım hep oldu, ama korkum hiç olmadı. 

Diğer taraftan roman kahramanları zaten hep aramızda değil mi? Sanat eserleri hayatın bir taklidi değilse de nedir? Hayatın yeniden ifade edilme biçimi, kişiye-zamana-duruma göre ele alınan konular bizim burnumuzun ucunda, hayatımızın tam içinde yer almıyor mu? Bu şikayeti yapan kişi/kişiler de birer roman kahramanı değil mi zaten? Okuduğumuz romanlardaki bağnaz karakterler tek tek aklımıza gelmiyor mu? Bu şikayetin kendi içinde barındırdığı ironiyi (bir yere kadar) hoş karşılamamak benim açımdan mümkün değil. 

Sakarya Cemil Meriç Sosyal Bilimler Lisesi'nin öğrenci ve öğretmenlerini kutluyorum 🌺 Umarım bu etkinliği geleneksel hale getirirler. 


26 Aralık 2021 Pazar

Jung ve Kişilik Gelişmesi

Hiçbir zaman hastayı başka birine dönüştürmeye çalışmam. Benim için önemli olan hastanın kendi görüşünü kazanmasıdır. Tedavim altındaki biri bir pagansa pagan, bir hristiyansa hristiyan ve bir yahudiyse yahudi, yani kaderi neyse o kalır.

İnancını yitirmiş yahudi bir kadın hastamı çok iyi anımsıyorum. Olay gördüğüm bir düşle başladı. Düşümde tanımadığım genç bir kadın muayenehaneme geldi. Bana durumunu anlatırken, "Dediğinden hiçbir şey anlamıyorum. Ne demek istiyor?" diye düşünüp dururken ansızın çok güçlü bir baba kompleksi olduğuna karar verdim. İşte düş böyleydi.



Ertesi gün saat dört için bir randevu alınmıştı. Genç bir kadın geldi. Zengin bir yahudi bankacının kızıydı. Çok zeki bir kadındı. Çok şık giyinmişti. Daha önceden de analize gitmiş ama doktoru ona duygularını aktarınca evliliği tehlikeye girmesin diye bir daha gelmemesini rica etmiş.

Kızın yıllardır şiddetli bir anskiyete nevrozu vardı. Özgeçmişiyle başladım ama dikkat çekici bir şey bulamadım. Batılılaşmış bir yahudiydi ve uyum bozukluğu yoktu. İlk önce sorununun ne olduğunu anlayamadım. Birdenbire aklıma gördüğüm düş geldi. "Demek ki gördüğüm küçük kız bu!" diye düşündüm ama genç kadında baba kompleksinin izine rastlamamıştım. Böyle durumlarda yaptığım gibi kadına büyükbabasını sordum. Bir an gözlerini yumdu. O da bana yetti. Sorun burada yatıyordu. Ona, büyükbabasını anlatmasını söyledim. Hahammış ve bir yahudi mezhebindenmiş. "Hasidiklerden miydi? Haham olduğuna göre bir zaddik miydi?" diye sordum. "Evet, öyleymiş. Bir aziz olduğu, sezgisinin de olağanüstü olduğu söylenir. Saçma! Böyle bir şey olamaz," diye yanıtladı.

Kızın özgeçmişini irdelemeyi bıraktım. Nevrozunun nedenini anlamıştım. "Şimdi size kabul etmeyeceğiniz bir şey söyleyeceğim. Büyükbabanız bir zaddikmiş. Babanız yahudi dinine karşı çıkıp gizine ihanet etmiş ve Tanrı'ya sırt çevirmiş. Nevrozunuzun kaynağı Tanrı korkusu," dedim. Yıldırım çarpmışa döndü.

Ertesi akşam bir düş gördüm. Evimde bir davet veriliyordu ve hastam da oradaydı! Yanıma geldi ve bana, "Şemsiyeniz yok mu? Çok yağmur yağıyor," dedi. Bir şemsiye buldum. Tam ona verirken ne yaptım biliyor musunuz? Bir tanrıçaymışçasına dizlerimin üzerine çöktüm ve şemsiyeyi öyle verdim.

Bu düşü ona anlattım. Bir hafta içinde nevrozu geçti. Düş bana yüzeysel görünüşünün altında bir azizede olabilecek niteliklere sahip olduğunu anlatmıştı. Mitolojik düşünceleri yoktu. Bu nedenle, yapısının en önemli niteliği kendini ifade etme olasılığını bulamıyordu. Tüm bilinçli faaliyetleri flört etmeye, giyime ve cinselliğe yönelmişti çünkü başka bir şey bilmiyordu. Yalnızca zihni tanıyor ve anlamsız bir yaşam sürüyordu. Aslında, ruhsallığa dönük yapıları olan Tanrı'nın çocuklarından biriydi. Böylece yaşamı anlam kazandı ve nevrozu geçti.

Bu vakada hiçbir yöntem kullanmadım. Yalnızca numenin varlığını sezmiştim. Ona yaptığım açıklamalar iyileştirici olmuştu. Burada önemli olan yöntem değil korkuydu.

Yaşamın sorunsallarına yanlış yanıtlar bulmuş ve onlarla yetinmiş ve bu nedenle nevrotik olmuş çok insan tanıdım. Mevki, para, evlilik ya da ün peşinde koşarlar; bulunca da mutsuzlukları sürer. Çoğu insan çok kısıtlı ruhsal sınırlar içinde kalır. Yaşamlarında ne yeterince içerik ne de yeterince anlam vardır. Kişiliklerinin gelişmesine yardımcı olunursa nevrozları çoğu zaman yok olur. Bu nedenle, kişilik gelişmesi benim için çok önemlidir. 

Görsel.

22 Aralık 2021 Çarşamba

Tahran'da Psikanaliz Yapmak

Son beş yıldır Tahran'da psikanaliz pratiğimi sürdürüyorum. Bu süre içinde İran'da bir psikanalist olarak yaşadığım deneyimler üzerine birkaç makale yazdım ve bunları uluslararası konferanslarda sundum. Birkaç Batılı radyo istasyonu ve dergi bu konu üzerine benimle röportaj yaptı ve ayrıca şu an okumakta olduğunuz bu kitabı yazdım.


İran’da psikanaliz yapmak üzerine farklı platformlarda konuşmak benim için ilginç bir deneyimdi. Dinleyicilerin anlattıklarıma verdikleri tepkiler gayet şaşırtıcıydı. Ben bu tepkiyi, Julia Kristeva’nın bir ifadesini ödünç alarak, “büyülenmiş bir reddediş” hali olarak yorumluyorum. 

İran'da psikanaliz yapma konusu daha en başından büyüleyici birtakım fantezileri kışkırtıyor; dinleyici çoğunlukla lezzetli, egzotik hikâyelerin beklentisine giriyor. Ancak bu büyülenmeye, İran'da psikanaliz yapmanın imkânsızlığına gönderme yapan bir reddediş eşlik ediyor. Boston’da veya New York’ta yaşayan hastaların hikâyelerine benzeyen vakalar sunarak neredeyse hayal kırıldığına sebep olduğumu hissediyorum.

Bu tepkiler, Edward Said’in kullandığı terminolojiyi ödünç alarak, “oryantalizm”in bir formu olarak da yorumlanabilir. Egzotik (veya oryantal) Öteki, bir Batılı için büyüleyici bir şey, ama bu bakış Öteki’ni aşağı gören bir bakış; genellikle Fransızlara atfedilen türden bir egzotiklik değil. 

Ancak, Said’in kuramsal duruşunun ayrıntılarına girmeden, onun teorisine göre "Oryantal"lerin oryantalizmi yaratma konusunda taşıdıkları sorumluluğa da değinmek isterim. İçinde bulunduğumuz durum için, kaderimiz için Batıyı suçlamaktan vazgeçmeliyiz.

İşin aslı şu ki, şayet bu kitabı oryantalist meraklarınızı doyurmak için okuyorsanız, sizi uyarmam gerekiyor: hayal kırıklığına uğrayacaksınız.

Kara çarşafı erotize etmenin, Ruj Cihadı gibi egzotik başlıklar kullanmanın, İranlı erkeklerin karılarını nasıl dövdüklerinden bahsetmenin, veya elif, be, te gibi harflerle İran kaligrafisini erotize edip, Şehrazad, Siyavaş, Mahmut, Hüseyin gibi egzotik isimler kullanmanın popüler bir akım olduğunu biliyorum. Ben bu fenomen için “Öteki”ni suçlamıyorum, bu bizim kendimize yaptığı­mız bir şey. Bizler Öteki’nin gözlerindeki oryantal yansımamıza bağımlıyız.


Bir Fransız arkadaş geçenlerde “Fransızların da çeşitli şekillerde erotize edildikleri”ni anımsattı bana. Ama ben creme brûlee üzerinden erotize edilmekle, kara çarşaf üzerinden erotize edilmek arasında bir fark olduğuna inanıyorum. İlki efendi-köle zihniyetinin bir tezahürü değil; Fransızlar üstünlükleri üzerinden erotize ediliyorlar, bunun yanında Oryantaller aşağı seviyede sundukları hoşluklar için arzu ediliyorlar.

Suçlama oyununu oynamıyorum; biz bunu kendimize yapı­yoruz, çünkü süreçten elde edilebilecek birçok nevrotik kazanım söz konusu.

Değişim kendi içimizde başlar. Erotik, egzotik ve acayip görülmenin zevklerinden vazgeçmeliyiz. Kaçınılmaz sıradanlığımızla yüzleşmeliyiz. 

Slavoj Zizek, yakın zamanda verdiği bir röportajda, Abbas Kiarostami’nin filmlerinde en çok hayranlık duyduğu şeyin bu filmlerin seyirciye İran’daki gündelik hayata dair imgeler göstermemeleri, evrensel çelişkileri sunmaları olduğunu söylemiş. Ben de aynı düşünce ekolünden geliyorum. 

Geçenlerde ünlü bir Lacancı psikanaliste “Divan ve Kara Çarşaf” başlıklı bir makalemi, yorum yapması için gönderdim. Şöyle yazdı: 

Burada, bana, sunduğunuz şey... İran’da psikanaliz pratiğini sürdürmenin imkânsızlığından alınabilecek sosyolojik derslerdir -İranlının kendi benliğini yaratma sürecine dair çok güzel bir araştırma. Orada Ödipal kompleks Batı’da olduğundan çok daha farklı parametrelere göre hayata geçiyor... her şey tepetaklak olmuş. Sembolik Düzen - ya da onun yerine geçen şey, yani tutkulu erkekleriyle birlikte baskılanan, o tüm zamanların en büyük uygarlığı üzerine empoze edilmiş ve mekanik bir dayanışmayı hatırlatan eğilmez, bükülmez yapı- annenin her şeye kadir arzusunu düzenleyen şeyin çocuğu için bir arka zemindir... bu yüzden feminenlik ve bedene dair postmodern tanımlamalar, ataerkil düzene yönelik doğrudan bir suçlama olmadığı için, Batılı anlamda olmadığı için, kanımca sorunludur. Her halükârda psikanaliz İran'da işleyemez, çünkü nihayetinde tamamen Batılı bir pratiktir.

Bu analiste göre, İran’da psikanaliz mümkün değildir — ve yalnızca Batılı bir pratik olduğu için değil, İranlılar farklı bir sembolik düzen içinde işlev gördükleri için mümkün değildir. İran’da sembolik düzen tepetaklaktır: çocuk için Oedipus kompleksine bir giriş kapısı bulunmamaktadır, yani burada bir bakıma İran milli psişesinin psikotik özellik gösterdiği ima edilmektedir.

Yakın zamanda Boston’da gerçekleşen bir konferansta ise bir başka psikanalist yazdığım farklı bir makaleye şöyle tepki verdi: “Ama ben sanmıyorum ki İranlılar serbest çağrışım yapabilsinler!” Ben de İranlıların serbest çağrışımdan başka bir şey yapmadıkları ve sorunlarının da bu olduğu şeklindeki kendi görüşümü dile getirerek cevap verdim.

Ayrıca kitabımın ilk taslaklarından birini birçok defalar Tahran'ı ziyaret etmiş ünlü bir gazeteciye gönderdim. İran'ın onu büyülediğini biliyordum. Bana şöyle yazdı:

Yayımcılık şirketi olan bir arkadaşıma konudan bahsettim. En kışkırtıcı birkaç bölümü seçip, ona e- postayla göndermeni istedi. Ancak bu bölümler Amerikan halkına hitap edecek bölümler olmalı. (Bir psikanalistin Manhattan’da yazabileceği türden bir malzeme olmamalı, ağız sulandırıcı olmalı.) 

Bir psikanalistin nasıl olup da İran’da işlev görebileceğini aklım almıyor. Hiçbir ayetullah gelip, yardım istedi mi, merak ediyorum. 

Bölümlere daha zıpır, daha enerjik bir başlık vermelisin. (“İran'da Divana Uzanmak” örneğin, daha iyi: daha zıpır!) Tahran’da hakikaten kaç hastayı tedavi ettiğini merak ediyorum. Tahran dışından gelen hastan da var mı? Psikiyatrik tedavi gören mahkûmlar oluyor mu?

İran otoritelerinin hastalarının sana anlattıklarını öğrenmeye çalışacaklarından endişe duyduğun oluyor mu? Hastaların arasında siyasi hükümlüler oldu mu? 

Hastaların daha çok seksüel sorunları mı oluyor, siyasi sorunları mı? Ya da bazen bunların birbirine karıştığı oluyor mu? [Anlaşılan, bu gazeteciye göre bir Iranlının yaşayabileceği yegâne iki sorun ancak bunlar olabilir!] 

Başlığı “İran’da Çıldırmak” şeklinde değiştirmeye ne dersin?

İşte “büyülenmiş reddediş”ten kastım bu. İranlılar başka bir dünyanın varlıklarıdır. Tuhaf, egzotik yaratıklardır. Kimdir bu yabancılar? Ve neden, kimden yabancılardır?

- Gohar Homayounpour, Tahran'da Psikanaliz Yapmak

17 Aralık 2021 Cuma

Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu Tanısı Almış Çocuklarda BDT

DEHB'li (Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu) çocukların öz becerilerini düzenlemekte güçlük yaşamasının çocuğa bilişsel, duygusal ve davranışsal zorluklar getirdiği gözlenmektedir. Bu bozukluğa sahip çocuklarda BDT (Bilişsel ve Davranışçı Terapiler) uygulamalarının amacı modelleme, rol oynama ve öz denetim yoluyla çocuğun kendi kontrolünü kazanması, sosyal ilişkilerini düzenlemesi, uyum becerilerini artırması, problem çözme becerilerini kazanması ve çocuğa işlevsiz olan düşünce, duygu ve davranış arasındaki bağlantılarını fark etttirerek bu duygu, düşünce ve davranışları değiştirmesine yardımcı olabilmektir.


BDT'nin duyguları tanıma ve anlamaya yönelik uygulamalarının, çocuğa kendini ifade etmede, başkalarının duygularını anlamada ve ipuçlarını doğru okumada destek olabileceği öngörülmektedir. Bu becerilerin gelişimi çocuğun sosyal yeterliliklerini de arttıracaktır. Bunun için duygu çalışmalarında çocuğun yaşına özgü olarak duygu yüz ifadeleri, hayvan yüzleri, boş yüzler üzerine duygu çizme, öykülerdeki kahramanların duyguları, duygu posteri, duygu termometresi, trafik lambası, duygu barometresi (duygu farklı şiddetlerde yaşanabilir) gibi teknikler kullanılarak çocuğun duygularını daha kolay kavramasına yardımcı olunabilir. Ayrıca duygu ifade oyunları (örneğin, duygu kartlarında gördüğü duyguları yüz ifadesi ile göstermesi ve terapistin tahmin etmesi oyunu), duygu sözlüğü (dergilerden kesilen duygu ifadeleri ile kendi duygu sözlüğünü oluşturması) gibi uygulamalar kullanılabilir.

Bunların yanı sıra DEHB'li çocukların davranım ve karşıt gelme bozukluğunu daha yoğun yaşadıkları ve buna kaygı ve duygudurumu bozukluklarının eşlik ettiği de bilinmektedir. Kendi duygusunu keşfeden ve bu duygunun fiziksel, duygusal ve sosyal olarak nasıl ortaya çıktığını fark eden çocuk ile kaygıyı azaltmaya yönelik exposure gibi bilişsel davranışçı uygulamalar kullanılabilir. Exposure, tehdit edici olarak algılanan otomatik düşünceleri ve tepkileri kırmaya yönelik bir tekniktir. 

Çocuklar baş edemeyeceklerini düşündüklerinde bırakma ve kaçma eğilimindedirler; bu durum da çocuğu çaresiz bırakmakta ve otomatik düşünceyi düzeltmeyi deneyimlemeye fırsat vermemektedir. Örneğin; "Korku merdiveni" metaforu kullanılarak rol canlandırmaları ile çocuğun kaygı duyduğu durum (olay, duygu, düşünce, davranış) ile kademeli olarak yüzleşmesi amaçlanabilir. Gevşeme tekniği ile beraber kullanıldığında daha etkili olduğu gözlenmiştir. 

Gevşeme tekniği, çocuğun bedensel belirtilerini fark etmesini, bedensel belirtilerinin duygularına nasıl etki ettiğini gözlemesini ve bunları kontrol edebileceğini öğrenmesini amaçlar. Çocuğun bedensel tepkilerine odaklanarak uyarılmış kaslarını gevşetmesine, nefesine odaklanmasına, sakin kalmasına ve sağlıklı davranış seçimleri yapmasına yardım eder. 

Gevşeme tekniğinde çocuğa nasıl derin nefes alacağı, gevşeme için vücut bölgelerine nasıl odaklanacağı ve buna hayal gücünü nasıl katacağı (örneğin, çocuğa hayalinde bedeninin robottan bir bez bebeğe dönüşmesini hayal ettirmek gibi) öğretilir. Çocuklarda gevşemenin kısa süreli olması çalışmanın sürdürülebilir ve öğrenilebilir olması için önemlidir. 

13 Aralık 2021 Pazartesi

Bilinçdışının Dili

Psikanaliz tedavisi söze dayanır. Söylemeyi ve dinlemeyi esas alır. Doğal olarak kuram da yıllar içinde, daha da vurgulu bir şekilde, insanın duyularıyla algıladığı dünyayı temsillere ve simgelere, esas itibariyle de dilsel temsillere dönüştürme süreçlerini merkezine almıştır. Psikanalize göre seansta, analistle analizan arasında, bilinçdışından bilinçdışına bir konuşma gerçekleşir. 


Başlangıçta, bilinçdışının diline hâkim olan ve odadaki iletişimin bu yönüne odaklanan kişi analisttir. Analist tutumu, sözel müdahaleleri ve yorumlarıyla, bilinçdışının dile geldiği bu iletişim boyutunu analizanın da fark etmesini ve dikkatinin hep orada asılı kalmasını sağlar. Bu yönüyle düşünüldüğünde, psikanaliz tedavisinde arka planda süregiden bir deneyim alışverişi vardır. Bu alışveriş, tanımlanamayan, adlandırılamayan duygu ve düşünceleri kelimelere dökmenin yollarını bilen birinin, bu bilgiyi o işte henüz acemi olan birine aktarmasını içerir. 

Bu yüzden analist-analizan ilişkisi çoğu zaman bir usta-çırak ilişkisine benzetilir. Hatta analizan daha sonra kendisi de analist olacaksa, gerçek anlamda bir usta-çırak ilişkisine de dönüşür. Psikanaliz sürecinin sonunda analizan da artık bilinçdışının dilinden anlamaktadır ve bu şekilde kendi kendini analiz etme/tedavi etme kapasitesini kazanmıştır. Usta-çırak ilişkisi sanatla ve edebiyatla uğraşanlara hiç de yabancı değildir. Hatta “uğraşmak” terimini okur olarak, dinleyici veya izleyici olarak uğraşmak anlamında da genişletmeliyiz.

Bilinçdışının dili hem evrensel hem de son derece bireysel bir dildir. Dış dünyada da has yazarlar/sanatçılar ve özellikle de şair-ler bize bilinçdışının diliyle konuşurlar. Psikanalizde kişinin ruhsal acısını tanımak ve acı veren ruhsal yapılanmayı dönüştürmek üzere geliştirilen kuramların büyük bir kısmı ve ruhsal işleyişe dair tanımlamaların çoğu, psikanalizden çok önce başka bir amaçla kendi sanatları bağlamında sanatçılar ve edebiyatçılar tarafından dile getirilmiştir. Bu ortak ilgi alanını insan zihninin karanlık kısımlarına olan merak çerçevesinde düşünebiliriz. Psikanalizde “ruhsallık” olarak adlandırdığımız alan sanat ve edebiyatta sanatçının yaratımlarının ve esinlenmesinin kaynağı olan alana denk düşer. Esas itibariyle ele gelmeyen, karanlık, muğlak bir alan olarak tanımlanır. Psikanalistle sanatçı, kendi disiplinlerinin araçlarıyla bu alanı tanımlar ve ona yer yer örtüşen açıklamalar getirirler.

Fransız psikanalist André Green’in tanımıyla edebiyat, dilin ruhsal gerçekliğe göndermede bulunacak şekilde işlenmesidir. Bunun çok güzel bir tanımlama olduğunu ve Green’in bu tanımlamayla iç içe geçmiş iki işleme işaret ettiğini düşünüyorum. Bunlardan biri, dilin ve kelimelerin dönüştürülmesi ve bu dönüşüm sonucunda gidererek daha zengin ve karmaşık sözel ifadelerle yeni anlamlara ulaşılmasıdır. Diğeri ise göndermede bulunulan ruhsal gerçekliğin dile gelmesiyle ortaya çıkan ruhsal işlemdir. Buna psikanaliz dilinde, bazı durumlarda temsil edilemeyen ruhsal içeriklerin temsile kavuşturularak zihinselleştirilmesi, bazı durumlarda da bastırılmış olanın bilinçli hale getirilmesi diyoruz.

Bu çift taraflı işlemin sanatta/edebiyatta ve psikanalizde ele alınış biçimleri her iki alanın kendine özgü amaçlarına göre farklılık gösterse de, sonuçta psikanalizle sanatların ruhsal malzemeyi işleme biçimleri arasındaki yakınlık apaçık ortadadır. Özellikle yazarların ve sanatçıların tanıklıklarından biliyoruz ki, bu kişiler sanatlarını konuşturarak sadece beğenilecek eserler ortaya çıkarmakla kalmıyorlar, aynı zamanda eserin oluşumu sırasında kendi içlerinde de bir dönüşümün gerçekleştiğini fark ediyorlar. 

Sanatları aracılığıyla nasıl esrimeye girdiklerini, nasıl esinlendiklerini, kendi karanlıklarına dalıp, içsel bir yolculuğu tamamlayıp kendi derinliklerinden hakikati nasıl bulup çıkardıklarını anlatan yazarlar öteden beri var olmuştur. Fakat ruhsal süreçleri anlatan bu ifadeleri ait oldukları alana, yani ruhbilimi alanına katmayı akıl eden ilk kişi Freud’dur. 

Freud psikanaliz kuramını geliştirirken en az hastalarına dair gözlemleri kadar, içinde sanatçı ve edebiyatçıların deneyimlerinden örneklerin de bulunduğu “sağlıklı” ya da “normal” durumlara dair gözlemlerden de faydalanmıştır. Ve psikanalizi ayrı bir disiplin olarak yerleştirmek için çalışırken, analistlerin eğitiminin edebiyat ve insan bilimleri alanında da bir eğitimi içermesi gerektiğini söylemiştir. Freud bunu iki yönden teşvik ediyordu. Birincisi edebiyat ve insan bilimlerinin terbiyesinden geçmek analistlerin kendilerinin ve ötekinin bilinçdışını dinleme becerilerini geliştirmesi bakımından önemliydi. İkincisi kuramı ve tekniği geliştirmek için bire bir edebiyattan ve insan bilimlerinden destek alınması gerektiğini düşünüyordu. Psikanalistleri, edebiyatı klinik çalışmalarına katmaları yönünde teşvik ediyordu. Jung ve Rank’ın çalışmaları, Freud’un zamanından buna örnektir.

- Nilüfer Erdem Güngörmüş, Sanatçının Kendine Yolculuğu

9 Aralık 2021 Perşembe

Dünyanın sonu ne zaman?

Ben, José Antonio Maria Vaz, ben de ırmağın geniş ağzına inen sarp bayırlara asılı bu şehrin bir parçasıyım. Evler, tıpkı maymunlar gibi bayırlara tırmanıyor ve içlerinde yaşayan insanlar sanki her geçen gün biraz daha çoğalıyor.


Bilinmeyen iç bölgelerden, savanlardan, uzaklardaki ölmüş ormanlardan çıkıp üzerinde bu şehrin bulunduğu sahil şeridine geliyorlar. Buraya yerleşiyor ve kendilerine yöneltilen bütün o düşmanca bakışların farkına varmıyorlar anlaşılan. Nasıl geçindiklerini ya da nerelerde barındıklarını kimse bilmiyor. Şehir tarafından yutuluyor ve onun bir parçası haline geliyorlar. Her gün denkleri ve sepetleriyle yeni yabancılar geliyor şehre, heybetli başlarının üstünde iri bohçalarıyla uzun boylu siyah kadınlar ufuk çizgisi boyunca dizilmiş küçük siyah noktalar gibi ilerliyor. Yeni çocuklar doğuyor ve bulutların karardığı, fırtınaların katil çeteler gibi ortalığı kasıp kavurduğu günlerde suların önüne katılıp sürüklenecek yeni evler bayırlardan yukarı tırmanıyor. İnsanlar kendilerini bildi bileli böyle bu. Pek çok insan geceleri uykusuz gözlerle bu gidişin neye varacağını kara kara düşünüyor.

Şehir ne zaman bayırdan aşağı yuvarlanıp deniz tarafından yutulacak?

Bunca insanın ağırlığı ne zaman fazla gelecek?

Dünyanın sonu ne zaman?

Ben, José Antonio Maria Vaz, bir zamanlar ben de geceleri uykusuz gözlerle kara kara düşünürdüm.

Ama artık bıraktım bunu. Nelio'yu tanıdıktan, onu dama taşıdıktan ve ölüşünü gördükten sonra.

Önceleri zaman zaman üzerime çöken huzursuzluk artık yok. Daha doğrusu, insanın korkmasıyla huzursuz olması arasında belirleyici bir fark olduğunu kavramış bulunuyorum.

Bunu bana açıklayan da Nelio oldu.

"Korktuğun zaman sanki doyurulmaz bir açlık çekiyormuş gibisindir, halbuki huzursuzsan bu huzursuzluğa karşı direnirsin."

Dediklerini hatırlıyorum ve haklı olduğunu da biliyorum şimdi. Bazen burada dikilip gecenin örttüğü şehre, huzursuzca titreşen ateşlere bakıyor ve yanında durup ölüşünü seyrettiğim dokuz gece boyunca söylediği her şeyi hatırlıyorum.

Bu dam da hikâyenin canlı bir parçası. Sanki denizin dibinde gibiyim, batmışım da daha derine gidemiyormuşum gibi. Kendi hikâyemin dibindeyim, her şey burada, bu damda başladı ve yine burada bitti.

Bazen görevim tam da buymuş hissine kapılıyorum: Sonsuza kadar damda dolaşıp kelimelerimi yıldızlara yöneltmek. Görevim bu, sonsuza kadar.

Unutmanın imkânsız olduğunu düşündüğüm garip hikâyem işte bu.

- Henning Mankell, Rüzgârlara Söyleyen

*Bana sıklıkla kitap sorulur, kitap önermem istenir. Ben de keyifle bu blog için kitap alıntıları yapıyorum. Bu kitap için de diyorum ki, okuma tarzınız ne olursa olsun bu kitabı mutlaka okumalısınız. (-meli, -malı?) 

**Ayrıca bu roman filme de uyarlanmış, film uyarlamasında kitabın orijinal adı Comédia infantil kullanmış. Ben izlemedim, merak edenler filmin IMDb sayfasına bakabilir. 

5 Aralık 2021 Pazar

Kıskançlık Dramı

1) Kıskançlığı alevlendirmek için kusursuz eşitliği egemen kılmaya çalışmak gibisi yoktur. Çocuklar işte bu noktada ana babalarının suçluluk duygusunun farkına varırlar. Bu, çok iyi kullanmayı bildikleri kolay ve etkin bir silahtır. 

2) Olmazsa olmaz nesnenin elde edilmesinin vazgeçilmez olduğu bu toplumda, ötekinin sahip olduğunun aynısını elde edememek düşünülemez. Oysa kıskançlık bireyi yapılandıran doğal bir olgudur. Ancak eksiklik hissedildiğinde arzu olabilir. Kimi zaman da hayatta ilerlemek bu bedelin ödenmesine bağlıdır. Rekabet etmek, yarışmalarda, sınavlarda kazanmak aslında kötü bir şey değildir, ancak başarma arzusunun kökünde kıskançlık yatar. 



3) …acı çeken ana babalar bir sakatlık olarak yaşadıkları bu durumdan söz etmek için danışmaya gelirler. Başka ana babalar ise yolunda gitmeyen bir şey olduğunu belli belirsiz algılarlar ama çocuklarıyla bir sorunları olabileceği düşüncesini reddederler. O zaman çocuklarıyla ilişkilerini “onarmaya” çalışırlar; onu armağanlara boğar, bütün kaprislerine boyun eğerler. Durumu yatıştırarak yoluna sokmak isterler, her çocuğa aynı yatırım yapılıyormuş, her şey yolundaymış gibi davranırlar.

Winnicott bir annenin, ikiz olsun olmasın, çocukları arasında ayrım yaptığını çok nadir itiraf ettiğini söyler. Oysa ayrımın kaynağı yapılan tercihtir ve anne ile çocuklarının her birinin arasında bir “oyun” oynanmasına yol açar. Bütün çocuklarını aynı derecede sevdiğini söylemek ne yapacağını bilemeyen ana babaların içini rahatlatan bir yalandır; ama çocuklar buna aldanmaz, özellikle de kusursuz olması istenen bir adaleti egemen kılmak için bütün parçalar yerli yerine oturtulmuşsa. 

4) Yeni gelenin büyük kardeşleriyle paylaşacağı hiçbir şey yoktur, çünkü ana baba onun için yalnızca ona ait bir pasta hazırlayacaktır. Diğerlerininkiyle ne aynı biçimde ne de aynı tatta olacaktır bu pasta; çünkü her çocuğun ağız tadı ve beklentileri kardeşlerininkinden farklıdır. Çocuklar bu anlayışı, yalnızca kendilerine ait olan şeye sahip olmayı severler. Ama anlaşılan o ki, ana babalar haksızlık yapma korkusuyla, bunu kabullenmekte zorlanıyor. Ne pahasına olursa olsun, kendilerini çocukları arasında hakça paylaştırmak ister gibiler. 

Oysa kalabalık bir ailede her çocuğun yalnızca kendine ait bir annesi, bir babası vardır, tıpkı her bir çocuğun ana babası için “tek” olması gibi. Her doğumda baba, anne ve çocuk arasında kurulan bağ özel bir bağdır ve üçü arasında özel bir ilişki kurulur. Çocuk yetiştirirken her şeyi benzer kılmaya çalışmak neden? Neden her şey cilalanmak, yumuşatılmak istenir? Oysa çatışmaların, üzüntülerin ve rekabetin varlığı bir gerçektir.

(...)

Kusursuz ana baba yoktur. Ana babaların arzularından “yara almadan” kendilerini oluşturamayacak olan çocuklar için iyi bir şey bu. Kalıplaşmış cümleler ve tavırlar önererek çocukların ana babalarının özelliklerini “kapmaları” engellenmek mi isteniyor? Çocuklarımıza aktardığımız aslında bilmediğimiz şeydir, konuşmada en çok iletilen söylenmeyendir. Reçete cümleler bu aktarım yolunu unutmuştur. Psikanalistler, ana babalara basmakalıp önerilerde bulunmazlar. Ama onların çocuğa bakış açılarını değiştirmelerine, önyargılardan ve boş hayallerden vazgeçmelerine yardımcı olabilirler. “Yapılması gerekenin” değil de, beklentilerinin ne olduğu, ne istedikleri konusunda kendilerini sorgulamalarını sağlayabilirler. 

- Catherine Mathelin, Freud'a Ne Yaptık da Çocuklarımız Böyle Oldu?

2 Aralık 2021 Perşembe

Müziğin Genleriyle Oynamak

Ki bu insanlar bilmiyorlardı Tanrı'nın konuşamadığını! Eğer Tanrı konuşabilseydi kitap yazıp yollamazdı. Eğer konuşabilseydi yarattığı insanların dertlerine ve sıkıntılarına da ortak olabilir, onlara akıl verebilirdi. Ama O dilsizdir! O sadece yazabilir. Yazdığında da kutsal olur. İşte bu yüzden, sırf bu yüzden yazarlar kitaplarının kutsal birer metin olduğuna dahi inanabilirler. 


Oysa yazmak Tanrı'nın işidir. O'nun mesleğidir. Tanrı'nın mesleğine özenen her insan kutsallığa ulaşmak istemektedir. Tanrı'nın işine göz koyan her insan yazdıklarının büyük kitleler tarafından takip edilmesini istemektedir. Zaten yazar olan Tanrı ile yazar olan insan arasındaki en temel fark da budur: Yazar olan Tanrı çok okunmayı önemsemez ama yazar olan insanın en önemsediği şey çok okunmaktır. 

İnsan hep yazar. Yazmanın hemen her formunu bulmuştur: makale, deneme, efsane, şiir. Kutsal olmaya cüret edemeyenler yeni yazı formları bulmuşlardır. Şiirlerin ya da efsanelerin ortaya çıkması ve insanlar tarafından yeni bir yazı türü olarak bulunması tesadüfi değildir. Kutsal metin yazmaktan, dahası, yazdığının gerçekten kutsal olduğuna inanmaktan korkan ve buna cüret edemeyen insan kutsal olmayan adına da edebî denilen türler keşfetmiştir. İçinde kalmıştır kutsal olamamak, buna cesaret edememek. Ama Tanrı'nın tek enstrümanı vardır: İnsan. Zaten ondan da doğru sesi çıkaramadığı için virtüöz olmakta ısrar etmemiştir.

Müzisyen olan insanın ise kutsallık gibi bir derdi yoktur. Tanrı'nın "nankörler listesi"nde adları geçmeyecektir. Bu yüzden istedikleri gibi nota yazıp, gam bulabilirler. Hatta daha ileri gidip yepyeni tarzlar dahi keşfedebilirler. Fındıkzade'de, göğün yedinci katında yaşayan bu herifler de müziğin genleriyle oynamaya devam edebilirler. 

- Tuna Bahar, Petunya (Trendyol, Hepsiburada, Amazon, NadirKitap)

Kitap görseli: Aykut Özel

29 Kasım 2021 Pazartesi

Kral!

Carol bir adım öne çıktı. "Sen seviyor musun bizi?"

Bu zor bir soruydu. Birkaç dakika önce kendisini afiyetle yalayıp yutmak üzere oldukları düşünülürse Max herhangi birini sevip sevmediğinden emin değildi. Ancak kendini korumak adına ve bir şeyleri parçalayıp ağaçları ateşe verdikleri sırada hepsini çok seviyor olduğu için, "Evet. Sizi seviyorum," dedi.

Ira boğazını temizledi ve sesinde umut dolu bir tınıyla şöyle dedi: "Sen bizim kralımız mısın?"


Max, hayatı boyunca hiç bu kadar çok blöf yapmak zorunda kalmamıştı. "Tabii. Evet," dedi. "Öyle sanırım."

Canavarların arasında bir heyecan dalgası yayıldı.

"Vay canına, kralmış," dedi Ira. Şimdi çok mutlu görünüyordu.

"Evet," dedi Douglas. "Görünüşe bakılırsa öyle."

"Neden o kral oluyor?" dedi Alexander iğneleyici bir sesle. "O bir kral değil. O kral olabiliyorsa, ben de kral olabilirim."

Çok şükür ki her zaman olduğu gibi yaratıklar keçiyi duymazdan geldiler.

"O küçük," diye belirtti Judith.

"Belki de bu yüzden işe yarar," diye ileri sürdü Ira. "Böylelikle küçük yerlere sığabilir."

Douglas, az önce aklına, her şeyi hükme bağlayacak zor bir soru gelmişcesine bir adım öne çıktı: "Geldiğin yerde kral mıydın?"

Max palavra atma işini iyice ilerletmişti, o yüzden bu defaki kolaydı. "Evet, öyleydim. Kral Max. Yirmi yıl boyunca," dedi.

Yaratıkların arasında hızla mutlu bir mırıltı yayıldı. 

"Burayı daha iyi bir yer haline getirecek misin?" diye sordu Ira.

"Elbette," dedi Max. 

"Çünkü burası berbat halde, benden söylemesi," diye yumurtladı Judith.

"Sus, Judith," dedi Carol.

"Hayır, gerçekten, sana her şeyi anlatabilirim..." diye devam etti Judith.

"Judith, kes artık," diye çıkıştı Carol.

Ama Judith'in sözü bitmemişti henüz: "Tüm söylediğim şu ki bir kralımız olacaksa, bari bütün sorunlarımızı çözsün. Evlerimizin hepsini yerle bir ettikten sonra, en azından bunu yapabilir."

"Judith, elbette buraya her şeyi düzeltmeye geldi o," dedi Douglas. "Aksi halde neden kral olsun ve buraya gelsin ki?" Max'e döndü. "Değil mi, Kral?"

"Hmm, elbette," dedi Max.

Carol gülümsedi. "Pekâlâ, sorun çözülmüştür öyleyse. O bizim kralımız!"

Max'i kucaklamak üzere ona doğru yöneldiler.

"Seni yemeye kalktığımız için özür dileriz," dedi Douglas. 

"Kral olduğunu bilmiyorduk," dedi Ira.

"Eğer kral olduğunu bilseydik, neredeyse kesinlikle seni yemeye çalışmazdık," diye ekledi Judith, sonra birden titrek bir sesle, neşesiz bir şekilde güldü. Bir şey itiraf edecekmiş gibi sesini alçalttı: "Biz yalnızca o anın heyecanına kapıldık."

- Dave Eggers, Vahşi Şeyler

- Eggers bu kitabı, Maurice Sendak'ın meşhur çocuk kitabı Where the Wild Things Are'dan yola çıkarak yazıyor, yeniden romanlaştırıyor. Spike Jonze'un yönetmenliğinde sinemaya da aktarılan filmi de enfesti. 

26 Kasım 2021 Cuma

Ebeveyn Dehşeti ve Trajik Etkileri

Gençliğimde benim için çok büyük bir anlam taşıyan Rus yazarlar Dostoyevski ile Çehov'un yapıtlarını sonradan incelediğimde dissosiyatif mekanizmanın yüzyıl önce de nasıl kusursuz işlediğini gördüm. Nihayet anne babam hakkında kapıldığım yanılsamalardan vazgeçmeyi başardığım ve yaptıklarının bir bütün olarak hayatımın üzerindeki etkilerinin farkına vardığım zaman, daha önce herhangi bir önem atfetmediğim gerçekler konusunda da gözlerim açıldı.


Örneğin, Dostoyevski'nin yaşam öyküsünden, Dostoyevski'nin önceleri bir doktor olan babasına daha sonra miras yoluyla yüzden fazla serfle birlikte bir mülk kaldığını öğrenmiştim. Babası bu insanlara o kadar acımasızca davranıyormuş ki, sonunda onu öldürme cesareti göstermişler. Buradan çıkardığım sonuç, gaddarlığın normalin üstüne çıkmış olması gerektiğiydi, zira bu sindirilmiş çiftçilerin, dehşet saltanatında daha fazla acı çekmektense, suçları karşılığında sürülme tehlikesini tercih etmelerinin başka ne açıklaması olabilirdi ki? 

En büyük oğlunun da benzer bir zulme maruz kalmış olması bir hayli mümkündü, bu yüzden, dünyaca ünlü pek çok romanın yazarının kendi kişisel tarihiyle uzlaşmayı nasıl başardığını araştırmak istedim. Elbette Karamazof Kardeşler'deki gaddar baba tasvirine aşinaydım, ancak gerçek babasıyla olan ilişkisinin nasıl olduğunu öğrenmek istedim.

Önce mektuplarında ilgili bölümleri aradım. Bütün mektupları okudum ancak babasına yazılmış tek bir mektup dahi bulamadım. Babasından sadece ve sadece bir yerde söz ediliyordu, o da belli ki oğlunun ona duyduğu kusursuz saygıyı ve koşulsuz sevgiyi teyit etmek üzere yazılmıştı. Öte yandan, başkalarına yazdığı neredeyse bütün mektuplarda mali durumundan şikâyet ediyor ve yardım istiyordu. Kanımca, bütün bu mektuplar, bir çocuğun varlığına yönelik daimi bir tehditten duyduğu korkuyu ve mektup yazılan kişinin bu ızdırabı anlayacağına ve kendisine iyi davranacağına dair çaresizce duyulan umudu açıkça ifade ediyordu.

Dostoyevski'nin sağlığının çok kötü olduğu bilinir. Kronik uykusuzluk çekiyor ve korkunç kâbuslar görüyordu, bu kâbuslarda, muhtemelen kendisi gerçeğin farkına varmadan çocukluk travmaları ifade buluyordu. Dostoyevski'nin yıllarca epilepsi nöbetlerinden muzdarip olduğunu da biliyoruz. Ancak onun yaşam öyküsünü yazanlar, bu nöbetler ile travmatik çocukluğu arasında pek bir ilişki kurmazlar. Rulete duyduğu bağımlılıkta açıkça görülen, şefkatli bir yazgıya duyulan özlemi de aynı şekilde görmezler. Karısı bu bağımlılığını yenmesine yardımcı olsa da, aydınlanmış bir şahit görevi görememişti, zira o sıralar birinin babasını suçlamak şimdi olduğundan çok daha fazla ayıplanması gereken bir durumdu.

23 Kasım 2021 Salı

Kaygı Çağı

Freud için kaygıdan bahsetmek demek, öncelikle ve temel olarak kastrasyondan bahsetmek demekti, ki buna katılmamak mümkün değil. Kastrasyon kavramını içermeyen bir kaygı teorisi olamaz. Hatta Freud başlarda kendi kendine bir çıkmaz yaratıp kastrasyonu penisin kaybedilmesi tehdidiyle ilişkilendirince, buradan mantıksal -ama klinik değil- bir çıkarsama yaparak erkeklerde kaygının daha çok olduğunu, kadınlarda ise penis olmadığı için kaygının olmadığını, bunun yerine penis hasetinin [Penisneid] olduğunu söyleyecekti. 


Klinik gözlem Freud'u doğrulamadı. Lacan bu soruyu ciddiye alır. Kadınlarda mı daha çok kaygı vardır? Yoksa erkeklerde mi? Ve burada Kierkegaard'ı anar, o, kadınlarda daha çok kaygı gözlemlendiğini söylemişti ve Lacan ona hak verir, Freud'a değil. Kierkegaard'ın kaygı tartışmasında haklı olduğu bir nokta daha var: Kaygıyı korkuya dönüştürmek evladır. Kaygı eksikle [manque/lack] ilgilidir, doğru, ama anatomik olarak bir organın eksikliğiyle değil. Freud, kastrasyonun analizin geçilemez sınırı olduğunu da söyleyecekti: Kastrasyon kayası. (Freud, 1937) Lacan buna da katılmaz, Lacancı analizle kastrasyon bertaraf edilmez; ama ona yeni bir yaklaşım getirilebilir. Kısacası Lacancı ve Freudcu analizlerin sonuna ilişkin, aralarında bir farklılık vardır.

Anlaşılacağı üzere, Freud için kaygı ya da psikanalitik travma hemen tedavi edilmesi gereken bir olgu değil, öncelikle anlaşılması gereken bir olguydu. Freud'un çağı, başlarda "histeri çağı"ydı, ama 1910'ların sonlarına doğru bir "travmatizmler çağı"na dönüşmüştü ve bu adlandırma İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra da devam etti, ama burada kalmadı: "Kaygı çağı", "borderline çağı", "bipolar çağı" ve yine tekrar "travma çağı", bu ilk adlandırmayı takip etti. "Kaygı" kelimesi, gitgide, özellikle Anglo-Amerikan geleneği içinde, "post travmatik stres bozukluğu", "stres", "panik bozukluk" gibi sözde adlandırmaların içinde boğuldu. Ancak mesele hâlâ ortada duruyor: Dünya sahnesinde olanlarla psikanalizin nevrotik kaygısını bir araya getirebilecek bir teoriye hâlâ ve her zamankinden daha çok ihtiyaç var. Ama indirgeme yapmadan ve doğrudan, basitleştirilmiş denklikler kurmadan bunu başarmak gerekiyor. İşte bu zor sorunu Freud ve Lacan'la birlikte ele almak mümkün. Ve Freud'un keşfinin en radikal boyutunu oluşturan "cinsel" kategorisini dikkate alarak bunu yapmak gerekiyor, ki bu bizi psiko-lojikleştirilmiş, bilinçdışını yok sayan yaklaşımlardan koruyacaktır. 

Bugüne gelirsek, içinde bulunduğumuz dönemin, çeşitli nedenlerle -bu terime katılalım ya da katılmayalım, bunu meşru bulalım ya da bulmayalım- "kaygı çağı" olarak adlandırabileceğini söyleyebiliriz: İş güvencesinin azalması ve işçi sınıfının proleteryadan prekaryaya dönüşümü, sınıflar ve ülkeler arasında muazzam ölçülerde derinleşen eşitsizlikler, iklim felaketi, "terörizm", göç meselesi, nükleer savaş tehdidinin güncelleşmesi, bölgesel ama çok şiddetli savaşlar ve savaş tehditleri, vb. Bunlar "dünya sahnesi"nde olup bitenler, tarih adına yazılanlar, çizilenler, söylenenler. Psikanaliz bir kulağını dünya sahnesine verse de bununla yetinmemesi gerektiği, yetinemeyeceği açık. Çünkü psikanaliz, sosyoloji, antropoloji ya da Freud'un deyimiyle bir Weltanschauungen (dünya görüşü) değil: "Weltanschauungen üretilmesine hiç eğilimli olmadığımı itiraf etmeliyim." (Freud, 1999)

Çağımızın bir kaygı çağı olduğu iddiası doğru olsun ya da olmasın kaygıdan muzdarip insanların buna bir çare bulmaya çalıştıkları aşikâr. Kaygının psikiyatri-psikoloji-psikanaliz alanına en sık başvuru nedeni olduğu yönünde birbiriyle tutarlı gözlemler var. Ve kaygının ele alınması için şu anda dünyadaki ilk seçenek psikanaliz değil, ama seçeneklerden birisi olduğı açık. Kaygının tedavisinde bütün dünyada en çok kullanılan yöntem ise içki içmek ve bunu madde kullanımı takip ediyor; yani kaygılı kişilerin ilk tercihi bir tür oto-tedavi, kendi-kendine tedavi. Bunları kaygıyı gideren ilaçlar izliyor. Psikiyatride kaygı en kısa yoldan geçirilmesi gereken bir belirti olarak görülüyor, pssikanaliz için ise durum bundan bir miktar farklı. Psikanalizde kaygı öncelikle öznenin sözünün dinlenmesi gereken bir alan teşkil ediyor.

- Özgür Öğütcen, Kaygı, Yanıltmayan Tek Afekttir!, Suret 9 - Tekinsiz

18 Kasım 2021 Perşembe

Aklı Başındalıkla Mücadele Yolları

Ailenizden ya da yakın çevrenizden birinin aklının başında olması daima zor bir durumdur, ama doğru adımları atarak bu durumla başa çıkabilirsiniz. Burada en önemli nokta, kendinizi veya toplumu suçlamamaktır: Yakınınızın aklının başında olması hiçbir şekilde sizin suçunuz değildir, zira yakın çevre (ve toplumun geneli) bireyi delirtmek için elinden gelen her şeyi yapar; buna rağmen akıl sağlığını koruyan kişinin sorunu ise büyük ölçüde psikolojiktir veya stres kaynaklıdır. Bununla birlikte, şayet doğru şekilde müdahale edilmezse, aklı başındalık zamanla ilerleyip geri döndürülmesi zor bir noktaya gelebilir. İşte kliniğimizin sizin için derlediği öneriler:


1) Aklı başında bireyin en önemli çıkmazı, sorunlarla yüzleşme eğilimidir. Onun kafasını dağıtmaya, dikkati zihnindeki sorundan başka yere çekmeye çalışın. Bunun için kafanıza bir huni geçirip karşısında tef çalmanız gerekse bile hiç çekinmeyin. Ücretsiz danışma hattımız huni ve tef tedarikinde size yardımcı olacak, hatta dilerseniz personelden iki-üç kişiyi sizinle birlikte tef çalmaya gönderecektir. Böylece hem siz daha çok eğlenirsiniz, hem de yakınınız çoğunluğun ezici gücü karşısında daha kolay boyun eğer. 

2) Doktorun önerdiği ilaç tedavisine sadık kalın. Aklını yitirmiş birey kötü bir olayla nasıl başa çıkılacağını bilir: Kendini alışverişe, tüketime, yemeye veya içmeye verir, olayı görmezden gelir, hiç olmamış gibi davranır vs. Aklı başında olan birey ise kişisel veya (sözde) toplumsal bir sorunla karşılaştığında, hiçbir şeyi değiştiremeyeceğinden bihaber olduğu için gereksiz yere tepki verir, sonuçta da hem kendini mutsuz eder hem de toplumun huzurunu kaçırır. Fakat doğru ilaçlarla hastanın ruhen ve bedenen uyuşturulması sağlanarak bu güdüler baskılanabilir.

3) Gerçekçi beklentilere sahip olun. Aklı başındalık tedavi edilebilir olsa da hemen düzelebilecek bir sorun değildir. Mucize beklemektense yakınınızın kaydettiği küçük ilermeleri teşvik edin. Mesela bir olaya aklı başında bir tepki vermek yerine gülüp geçtiğinde onu ödüllendirin; böylece gülümsemesi zamanla kahkahalara dönüşecektir.

4) Onu aranıza alın. Hatta çevresini sarın. Sizinle daha çok vakit geçirdikçe kendi saplantılarının anlamsızlığını daha iyi görecektir.

5) Sosyalleşmenin yalnızca belli türlerini teşvik edin. Yakınınızın aklı başında olan başka kimselerle temasta bulunmasına izin vermeyin, zira böyle bir yakınlaşma zararlı tavır ve davranışların güçlenmesine neden olacaktır. Ülkemizde her aklı başında bireye karşılık yüz deli bulunduğundan böyle bir teması engellemeek zor değildir. 

6) Aklı başında olan yakınınıza yardım ederken kendinizi korumayı da ihmal etmeyin. Aklı başındalık bulaşıcı olmamakla birlikte, fikir alışverişinin bu rahatsızlığa yatkınlığı güçlendirdiği klinik deneylerle kanıtlanmıştır. Dolayısıyla yakınınızın söylediklerini dinlememeye özen gösterin. O konuşurken içinizden "portakalı soydum", "bir berber bir berbere", "kartal kalkar dal sarkar" gibi tekerlemeler söyleyebilirsiniz. Tekerlemeler konusunda yine ücretsiz danışma hattımızdan destek alabilirsiniz.

7) Bütün çabalarınıza rağmen yakınınızda herhangi bir gelişme görmezseniz ona nanik yaparak tepkinizi göstermekten çekinmeyin. Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı naniktir. 

- Özde Duygu Gürkan, Metis Ajanda 2015 - Beni Siz Delirttiniz

16 Kasım 2021 Salı

Eşitlik?

Tarım Devrimi'ni takiben çoğalan malvarlığıyla beraber eşitsizlik de arttı. İnsanlar toprak, hayvan, bitki ve aletlerin mülkiyetini edinince servet ve iktidarın büyük kısmının seçkin azınlıklar tarafından nesilden nesle daha çok tekelleşen hiyerarşik toplumlar oluştu. İnsanlar bu düzeni doğal ve hatta tanrı buyruğu addetmeye başladı. Hiyerarşi sadece bir norm değil, ideal olandı. Aristokratlarla halk arasında, erkekle kadın arasında, ebeveynlerle çocuklar arasında belirgin bir hiyerarşi olmadan nasıl düzen sağlanabilir? Dünyanın dört bir yanındaki din adamları, filozoflar ve şairler sabırla şunu açıklıyordu: Nasıl ki insan vücudunun tüm parçaları eşit değildir ve ayaklar beyne itaat etmek zorundadır, toplumsal eşitlik de kargaşadan başka bir şeye yol açmaz.


(...) Sanayileşmiş ekonomiler işçilerden oluşan halk kitlelerine gereksinim duyarken sanayileşmiş ordular da askerlerden oluşan kitlelerin sağlığı, eğitimi ve refahına büyük yatırımlar yaptı çünkü seri imalat bantlarında çalışacak milyonlarca sağlıklı işçi ve cephede savaşacak milyonlarca sadık asker gerekiyordu.

(...) Küreselleşmenin meyveleri giderek belli grupların tekeline girerken milyarlarca insan geride bırakılıyor. Daha da tedirgin edici olanı, en zengin yüz kişinin servetinin en yoksul dört milyar insanın toplam servetinden çok olması.

(...) Zenginler ve aristokratlar tarih boyunca herkesten daha yetenekli olduklarını ve kontrolün bu yüzden kendilerinde olduğunu sanmıştır. Görebildiğimiz kadarıyla bu doğru değil. Ortalama bir dük ortalama bir çiftçiden daha yetenekli değil; üstünlüğünü sadece haksız yasal ve ekonomik ayrımcılığa borçlu. Fakat 2100 yılına gelindiğinde zenginler gerçekten de varoşlarda yaşayanlardan daha yetenekli, daha yaratıcı ve daha zeki olabilirler. Zenginler ve yoksulların sahip oldukları beceriler arasında ciddi bir uçurum oluşursa bunu kapamak neredeyse imkânsızdır. Zenginler daha üstün olan becerilerini, onları daha da çoğaltmak için kullanırsa ve daha çok para da daha üstün beden ve beyinler satın almalarını sağlarsa, uçurum zamanla daha da derinleşir. 2100'de en zengin yüzde 1'lik kesim sadece dünya servetinin değil dünya güzelliklerinin, yaratıcılığın ve sağlığın da sahibi olur. 

Bu nedenle biyomühendislik ve yapay zekâ alanında ilerleme süreçlerinin bir araya gelmesi sonucu insanlık, küçük bir insanüstü sınıfla işlevsiz Homo sapiens üyelerinden oluşan bir altsınıf şeklinde ikiye ayrılabilir. Kitleler ekonomik önem ve siyasi güçlerini yitirdiğinde devletin bu kitleye sağlık hizmeti, eğitim ve refah sağlama gerekçesini bir ölçüde bile kaybetmesi, zaten korkunç olan durumu daha da beter yapar. İşlevsiz kalmak çok tehlikeli. Böyle bir koşulda kitlelerin istikbali az sayıda seçkinin insafına kalır. Belki bir süreliğine insaf ederler. Ama iklim felaketi gibi bir kriz anında lüzumsuz insanları silkeleyip atmak son derece cazip ve kolay gelecektir.

- Yuval Noah Harari, 21. Yüzyıl İçin 21 Ders.

12 Kasım 2021 Cuma

İnsan bir kez okumaya başladı mı, geçmiş olsun!

Ersan Üldes, Hindi'nin Ruhu kitabında çok ilginç bir işe girişmiş. Önce alıntıyı okuyalım:

"Yazdığı hikâyeden de anlaşılacağı gibi, onun mazereti kitaplar; daim suskun kalışlarından istifade, kabahatin bütününü doğrudan kitapların üstüne atar. Buncasının varlığı, Mesut'un dünyaya karşı neden mesafeli durduğunun, ortalama bir hayata neden tavır koyduğunun yanıtını değilse de, neden genelde içeride kaldığının, neden dışarı çıkmakta ekseri zorlandığnın ipuçlarını da verir. Mesut'un içerideliği şu serzenişle birlikte muteber bir mazerete dönüşür: Ne çok kitap var Allah'ım okunacak. Bunu bir de değiştirerek söyler, fakat manası gene ağır olur: Allah'ım okunacak ne çok kitap var. 


Milletin La Mancha'lı atak kahramanı okuyup okuyup yollara düşer, okuduklarının tesiriyle maceradan maceraya koşarken, Hasan Cahit'in Kağıthane'li paytak kahramanı, okumadığı kitapların ağırlığı yüzünden kımıltısız kalır, bütün gün evde tüp gibi oturur, siftinir. Kitaplar rafta durdukça, eylem rafa kalkar. Duvarlar boyu sıra sıra, emre amade rütbesiz askerler gibi hazır kıta bekleşen ya da bazen yerde, yığınlar halinde, kötürümlere özgü bir tevekkülle daim ilgi dilenen sayısız tür, bin bir ekol, bilim, norm, dal ve disiplinin nefes almayı dahi zorlaştıran ezici tahakkümü altında kim olsa zorlanır.

Tek olsalar ya da tek tek gelseler belki bir nebze. Veya okumakla bitse. Japon edebiyatını da bilmek gerekir, Vikinglerin tarihini de, İspanya İç Savaşı'nı da anlamak gerekir, suyun akış kanunlarını da, Voltaire'e de göz atmak gerekir haliyle, ilk fırsatta, meziyetli ahbabın son verimine de. 

İşte bunlar, bu okunacaklar, doğal olarak ciltler tutar ve Mesut'un kollarına bağlanmış bu ağırlıklar, hayatın akışını içinde onu yavaşlatır, gevşekliğini katmerler. İnsan bir kez okumaya başladı mı, geçmiş olsun, işler asıl o zaman çığırından çıkar; çünkü okudukça artar okunacaklar. Bu fasit daire, Mesut'un içinde dönüp durduğu çemberdir işte. Mesut'sa çemberdeki fare."

Hindi'nin Ruhu, roman içinde bir roman, roman hakkında bir roman, yazar olamayan yazar hakkında bir deneme. "Akıcı kitaplar" okumaya alışkın bünyelere iyi gelmeyecektir bu kitap, ancak içindeki kelime oyunları ve karakterin gidişatını görmek, "şu insan psikolojisi de ne menem bişeymiş acaba" diye yeniden sorgulamak için fırsat. Postmodern kurgusuyla, kara mizahı elden bırakmamasıyla tüm okurlar için ilginç bir okuma deneyimi sunuyor. Ee, ne de olsa okundukça artar okunacaklar.

30 Ekim 2021 Cumartesi

"O kadar acıdan sonra yola çıkanla hedefe varan aynı kişi olmaz."

Hakan Günday'ın taze çıkan yeni romanı Zamir'i okuyorum. Daha kitabın başında şu cümlelerle okuru sarsıyor Günday, alıntılıyorum:



"Sınırdaki onlarca mülteci kampının arasından, patlatmak için El-Aman’ın seçilmiş olması elbette bir tesadüfün eseri değildi. Diğer kampların aksine, mülteciler için El-Aman’dan sonra yeni bir hayat ihtimali gerçekten de vardı. Kamp yönetiminin uluslararası bağlantıları sayesinde o mülteciler bir gün El-Aman’dan çıkabilir ve evlerinde bıraktıkları kendilerine çok uzaklarda yeniden kavuşmayı deneyebilirlerdi. Ne de olsa mülteci sadece evini değil, yola çıktığı gün kendini de terk eder. Çünkü o kadar acıdan sonra, yola çıkanla hedefe varan aynı kişi olmaz. Yine de savaşın olmadığı bir coğrafyaya ulaşıp gerçekte kim olduğunu hatırlamaya çalışmak o kampta kalanlar için mümkündü. Hatta bir gün gelebilir ve yasal sorumlulukların dan kaçınmak için bütün devletlerin göçmen olarak andığı o insanlar, sahip olmaları gereken mülteci statüsüne, El-Aman yönetiminin de desteğiyle, gittikleri ülkede kavuşabilirlerdi. İnsanların bir damla su için göç yollarında birbirini boğazladığı bir evrenden insanların indirimde olan bir telefon için mağazalarda birbirini boğazladığı farklı bir evrene açılan, boyutlar arası bir kapıydı o kamp.

Bu yüzden o bomba başka bir yerde değil de El-Aman’da patladı. Hatta bebek de bu yüzden o kamptaydı. Bomba ve bebek aynı nedenle bırakılmışlardı oraya. Çünkü El-Aman’da umut vardı.

Bombayı kampa kimin bıraktığı öğrenilemedi. Ancak patlamadan altı gün önce Türkiye topraklarında doğan bebeği sınırın diğer tarafına kimin geçirdiği belliydi. Suriye’deki o kampa gizlice kimin soktuğu da belliydi. Hatta Yusuf Ali’ye göre patlamayla birlikte ağlamayı kesen bebeğin yüzündeki sinirler öldüğü için Asbjörn’e göre bir daha asla ağlayamayacağı da belliydi."

18 Ekim 2021 Pazartesi

Beni burada unutsalar

Beni burada unutsalar. perdeyi sımsıkı çekip savrulsalar. Şakağımda bekleyen namlusuyla baş başa kalsam. Oturup kendime üzgün bir çukur açsam. İçine girip uyusam. Uyudukça tenhalaşsam. Uzak olsam.

Çünkü onlar annelerini erken, babalarını ölümlerine yakın seviyor. Onlar en çok bunu biliyor. Babalarsa sevilmeye gelmiyor. Babalar bir kere sevildi mi hemen kısalıp ölüyor. Buna önce yas, sonra yasa deniyor. Böyle oluyor: Çocuk tüfeği eline alıyor. Namlunun ucunda: okunaksız bir baba. Sonra korkunç şeyler oluyor. Kırık cıncık ve leke. Saçma ve kül. Ve bir de bakmışsın, baba gökte soluk bir amblem. Tedavülden kalkmış delik para.


İşte bana da yenik düşürecek bir baba lazımdı. Sütten kesilince gözümden düşürürdüm onu. Kasıklarım tüylenince dilimden düşürürdüm. Ayağı mı kaydı, hemen basardım üstüne, boyum uzardı. Sonra tüfeğimi alırdım elime, bıyığım çıkardı. Sonra sonra, dünyanın rengine kandım, derdim, ah ah ah, ama çok sonra, bu sefer başka bir namlunun uğursuz ucunda: Gençliğin coşkun ve korkunç kanatlarıydı onlar! Ki haklılığıma ne hayat ne dünya halel getirebilirdi: kulağı geçmeyen boynuzun neye faydası olur ki? Bense bir kurşun kazasıyım. Zaten vurulmuş bir babanın kırık boynuzuyum.

- Birgül Oğuz, Hah 

15 Ekim 2021 Cuma

İşler Daha mı Kötüye Gidiyor?

Dünya geneline dair tahminlere göre 3,2 milyar insanın yani dünya nüfusunun yüzde 45'inin cep telefonu var. Küresel yayılmaya dair bu kanıtın ve artık bu cihazları çanta ve ceplerimizde taşıyor olmamızın ötesinde, yeni dijital mecralar da sürekli daldan dala atlamayı kolaylaştırıyor. (...)

Çoğumuzun aynı anda birden çok dijital mecra ile meşgul olma eğiliminin giderek arttığı belgelerle gösterilebilecek kadar açık. Örneğin Dr. Rosen'ın laboratuvarında yapılan bir çalışmada, tipik bir ergen ya da yetişkinin aynı anda altı ila yedi farklı dijital mecrayı idare edebileceğine inandığı görüldü. Diğer araştırmalar ise nüfusun yüzde 95'inin her gün aynı anda birden çok dijital mecra kullandığını, günün yaklaşık üçte birini kaplayan bir zamanda bu ortamlarda aktif olduğunu gösteriyor. 


Dahası, bu teknolojik yeniliklere bir de toplumsal beklentilerdeki değişimler ekleniyor, öyle ki artık yıldırım hızıyla yanıt ve daimi bir üretkenlik talep ediyoruz. Yapılan birçok araştırmada Amerikalı yetişkin ve ergenlerin uyanık oldukları saatlerde günde 150 kez ya da her 6-7 dakikada bir telefonlarını kontrol ettikleri görüldü. İngiltere'de yapılan benzer araştırmalarda yetişkinlerin yarısından çoğunun ve ergenlik çağındakilerin üçte ikisinin telefonlarına bakmadan 1 saat bile geçiremedikleri ortaya çıktı. ABD'deki her 4 akıllı telefon kullanıcısından 3'ü telefonlarını hemen ellerinin altında bulamazlarsa paniğe kapılıyor, yarısı sabah uyanır uyanmaz ilk iş telefonlarına bakıyor, her 3 kişiden 1'i tuvaletteyken telefonuyla meşgul oluyor ve her 10 kullanıcıdan 3'ü başkalarıyla yemek sofrasındayken telefonuna bakıyor. 

Sürekli erişilirlik, davetsiz bildirimler, daldan dala atlamayı kolaylaştıran özellikler ve beklentilerin yaygın bir şekilde değişmesi, içinde bulunduğumuz ikilemi daha çıkışsız ve kalıcı hale getiriyor. Öyle ki modern teknoloji dünyasının bu harikaları, bizi şimdiye kadar yaşadığımızdan daha ciddi ölçüde hedeflerimizden saptırıyor. Bu toplumsal eğilimin bedeli olarak bazılarımızın kırılgan bilişsel becerileri hızla kırılma noktasına geliyor olsa da durum değişmiyor ve tüm göstergeler sorunun daha da tırmanacağına işaret ediyor. Bazı açılardan daha aydınlanmış bir zamanda yaşadığımız düşünülürse de, bu alandaki davranışlarımız hedeflerimize ulaşma çabamızın doğasına yani insanlığın son derece temel bir özelliğine tamamen ters düşüyormuş gibi görünüyor. 

- Adam Gazzaley, Larry D. Rosen, Dağınık Zihin 

14 Ekim 2021 Perşembe

İrrasyoneli Anlamak

Rasyonellik anlaşılmadan irrasyonellik anlaşılamaz. O halde öncelikle rasyonelliğin ne olduğunu sormak gerekiyor. 

Rasyonellik iki şekilde ortaya çıkar: Verilen bilgilere dayanarak en doğru olabilecek sonuca ulaşmaya çalışmak bir rasyonel düşünme çabasıdır. Rasyonel kararlar daha karmaşıktır, zira bir kararın doğruluğu ancak kararın amacı biliniyorsa değerlendirilebilir.



Rasyonel bir eylem, kişinin bilgisiyle birlikte anlam kazanan ve amacına ulaşıp ulaşmamasıyla anlaşılan bir eylemdir. Kişinin ne bildiği çok önemlidir, mesela astronomi konusunda iyi kötü bir şeyler bilen birinin aya gitmeye niyetlenip ağaca çıkması ahmakça bulunabilir, ama bunun yanı sıra davranışı bir çocuk gerçekleştirseydi son derece rasyonel bulunabilirdi. 

Bu nedenle irrasyonelliği cehaletten ayırmak da çok önemlidir. Cehalet daha genel bir kavramdır. 1976'da Amerikalıların %40'ı İsrail'in bir Arap ülkesi olduğunu sanırken, bugün üç yaşındaki İngiliz çocukların üçte biri Güneş'in Dünyanın çevresinde döndüğünü sanıyor.

Rasyonel karar almanın, kişinin ne bildiğine bağlı olduğunu daha önce vurgulamıştım. Bir ilavede daha bulunayım: Eğer biri bir konuda bilgisinin yetersiz olduğunu düşünüyorsa, o konuda verilecek önemli bir karar arifesinde daha fazla araştırma yapması rasyoneldir. İnsanlar böyle durumlarda genelde irrasyonel bir yol tutarak sadece kendi mevcut inançlarını destekleyecek deliller ararlar. 

- Stuart Sutherland, İrrasyonel