26 Ekim 2022 Çarşamba

Güzel Yaşam Kılavuzu

Stoacı Psikoloji Teknikleri

Dikkatli kişi, başına gelebilecek kötülükler hakkında ara ara düşünür taşınır. Bunu elbette o şeylerin önüne geçebilmek için yapar. Mesela bazıları, hırsızlık amacıyla evine ne şekillerde girebileceğini düşünüp bunların önünü almak için kafa yorar. Kimisi de zihnini, yakalanabileceği hastalıklara yorar ki tedbiri ele alabilsin.




Ama meydana gelmelerini önlemek için ne kadar uğraşırsak uğraşalım, gelip bizi bulan şeyler yine olacaktır. Bu yüzden, başa gelebilecek kötü şeyler üzerine düşünmek için ikinci bir neden daha sunar Seneca. Bu şeyler hakkında düşünürsek tüm çabalarımıza rağmen yine de meydana geldiklerinde, üzerimizde bırakacakları etkiyi azaltmış oluruz: "Felaketi gelmeden gören, onun etki gücünü zayıflatır." Talihsizlikler en çok, der Seneca, "talihinin yaver gideceğine emin olanları bulur." Bu öğüdü Epiktetos da destekler: Unutmayın ki "her şey yok olmaya mahkûmdur." Bunun farkına bir türlü varamayıp değer verdiklerimizin hep var olacağını sanırsak elimizden alındıklarında muhtemelen kahroluruz. 

Başımıza gelebilecek şeyleri düşünmek için yukarıdakiler dışında üçüncü ve belki daha da önemli bir sebep bulunur. İnsanlar olarak doymak nedir bilmediğimizden neredeyse hep mutsuzuzdur. Arzu ettiğimiz şey uğruna onca ter döküp ona ulaşırız ve ardından, ilgimizi her seferinde kaybederiz. Tatmin olacağımız yerde canımız sıkılır ve bu sıkıntı karşısında daha başka, daha büyük şeylere kayar gönlümüz. 

Shane Frederick ve George Loewenstein adında iki psikolog, bu fenomen üzerine çalışmış ve buna bir ad takmışlardır: Hazza alışma (Hedonic adaptation). Alışma sürecini açıklamak üzere piyango talihlilerini inceleyen çalışmaları örnek gösterirler. Genellikle, kendine piyango çıkan kişi, hayallerini süsleyen hayatı yaşamaya başlar. Gel gelelim, baştaki sarhoşluk evresinin ardından bu talihliler, önceki mutluluk seviyelerine dönerler. O sağı solu kir pas içinde kalmış arabalarını ve daracık apartman dairesini nasıl kanıksamışlarsa gıcır gıcır Ferrari'nin ve malikânenin de kıymetini bilmez olurlar. 

Hazza alışmayı ikili ilişkilerde de yaşarız. Rüyalarımızdaki erkekle veya kadınla tanışır, fırtınalı bir flört döneminin ardından nikâhı basıveririz. Başta adanmışlık sevinci içindeyken  çok geçmeden karşı tarafın kusurları kafamızda dönüp durmaya başlar. Derken bir de bakarız, yeni bir ilişkiye başlama hayalleri kurmaktayız. 

Alışma süreci neticesinde insanlar, kendilerini bir tatminsizlik çarkı içinde kısılmış bulurlar. Doyurulmamış bir arzuları olduğunun farkına varıp mutsuz olurlar. Bu arzuyu gerçekleştirmek için, ancak o zaman tatmin olacaklarına inanarak durmadan çalışırlar. Oysa sorun, arzuladıkları şeye eriştiklerinde bu şeyin hayatlarındaki varlığına alışmaları, onu kanıksayıp arzulamaktan vazgeçmeleri veya en azından baştaki kadar arzulamamalarıdır. Sonuçta, arzularını doyurmazdan önce memnuniyetten ne kadar uzaklarsa yine o halde bulurlar kendilerini.

(...) Demek ki alışma sürecinin önünü alacak bir yol bulmak şöyle dursun, bu süreci tersine çevirmek de gerek. Yani, hâlihazırda sahip olduğumuz şeyleri arzulamamızı sağlayacak bir teknik geliştirmeli. Dünyanın dört bir köşesinde binlerce yıldır insanlar, arzunun işleyişi üzerine düşünüp taşınmışlar ve şu sonuca varmışlar: Mutluluğu yakalamanın en kolay yolu, elinizde olanı istemektir. Söylemesi kolay, doğruluğuna da şüphe yok ama marifet, bunu hayata geçirmekte. Sahi, zaten elimizde olanı arzu etmeye kendimizi nasıl ikna ederiz?

19 Ekim 2022 Çarşamba

Zorluklarla Baş Etmek

Esneklik, derin bir travmadan etkilenen bir bireyin kendini yeniden inşa etmesine, bu şoku inkâr etmeden, hayatta ilerlemek için gerekli kaynakları kendi içinde bulmasına imkân veren psikolojik süreci tanımlar. Boris Cyrulnik, esnek bir insanın harika bir örneğidir: Her ikisi de Auschwitz'de ölmeden önce, ebeveyni, sınır dışı edilmekten kurtulabilsin diye onu 5 yaşındayken bir yatılı okula yerleştirmiştir. Devlet gözetiminde ve birçok koruyucu ailenin yanında yaşadıktan sonra, savaşın bitiminde teyzelerinden biri tarafından evlat edinilmiştir. Bu travmatik çocukluk, onu bir psikiyatrist olmaya ve bu korkunç sınavın üstesinden gelmek için kendi iç kaynaklarına güvenmeye teşvik edecektir. 


Mevcut kriz karşısında, esneklik ya da zorluklarla baş etme gücü hem bireysel hem kolektif olmalıdır. Kolektif olmalıdır, çünkü kriz, şiddetli bir şok yaşayan tüm insanlığı etkiliyor; bireysel olmalıdır, çünkü bu krizden güçlü bir şekilde etkilenen ve dolayısıyla psikolojik travma yaşayan herkes için bir ihtiyaçtır. Zorluklarla baş etme süreci pek çok araştırma ve teorinin konusudur, ancak şematik olarak travmadan sonra üç ana aşamadan söz edebiliriz: Direnç, intibak ve gelişme. 

İstikrarımız bozulduğunda veya ıstırap çektiğimizde, bizi etkileyen şeylerden kaçınmak için önce direnmekle, kendimizi korumakla başlarız. Bu ilk adım, kaygıyla ve travmanın yıkıcı etkileriyle mücadele etmek çoğunlukla gerekli olduğu için kurtarıcı olabilir. Ancak kişinin iyileşmesine yardımcı olmayacak savunma mekanizmalarına (inkâra, bölmeye, koruyucu ruhsal bir balona sığınmaya) yol açabilir. İlerlemek için gerçekle yüzleşmek ve duruma elimizden geldiğince uyum sağlamaya çalışmak gerekecektir. Büyüme ve gelişme ise bizi daha da ileriye götürür: Mesele artık sadece daha az acı çekmek değil, büyümek, dönüşmek, daha ileri gitmek için bu travmaya yaslanmaktır. 

Zorluklarla baş etme sürecini sonuna kadar götüren bir kişi, sadece yaşadığı travmayı kabul edip ona sırtını dayamakla kalmamıştır. Bu şoku, kendini geliştirmek ve büyümek için bir sıçrama tahtası olarak kullanmak yolunda gerekli kaynakları kendi içinde nasıl bulacağını bilmiştir. Birdenbire, maruz kaldığı travma ona, bu şok olmadan yapabileceğinden daha fazla gelişmesine imkân tanıyan bir fırsat olarak görünebilir. Boris Cyrulnik'in kitabının başlığı da bunu çok iyi ifade eder: Harika bir talihsizlik.

Kendi hayatımda da aynı şeyi tecrübe etmişimdir. Fiziksel olarak terk edilmek veya şiddetli taciz görmek gibi travmalar yaşamasam da ağır ailevi nevrotik sorunlar nedeniyle oldukça mutsuz bir çocukluk ve ergenlik geçirdim. Bu durum beni psikoloji, felsefe ve maneviyatla ilgilenmeye ve uzun yıllar sürecek terapiye başlamaya sevk etti. Aldığım çeşitli destekler sayesinde yavaş yavaş bu içsel ıstıraptan kurtuldum ve birçok başarısızlıktan sonra mesleki ve duygusal açıdan gelişebildim. 40 yaşıma doğru, sonunda kendi kendime, hem dengesiz -ki uzun bir iyileşme ve içsel gelişim yolculuğuna çıkmamı sağlayan buydu- hem de her şeye rağmen toparlanma yolunda kaynaklar sağlayabilecek kadar sevgi dolu bir ailede doğduğum için şanslı olduğumu söyleyecek noktaya geldim.

- Frederic Lenoir, Öngörülemeyen Bir Dünyada Yaşamak

12 Ekim 2022 Çarşamba

Sonsuz Öpüşme, Aşk Üzerine Kısa Dersler

"Ayrılma/Bölünme"

Peki ayrılık ne anlama geliyor? Ayrılmak birinden kopmaktan, iki kişinin aralarına mesafe koymasından, birbirini bir daha görmemekten ibaret değildir. Ayrılık hiçbir zaman dışsal bir hareket tanımlamaz; bir kimseden veya şeyden kopmak değildir. Mesafe koymaktan, uzaklaşmaktan, kendini farklı bir konuma taşımaktan ibaret değildir.


Lacan'ın ifadesiyle, ayrılık her zaman bir ayrılma/bölünmedir [sépartition]. Bu da birinden ayrıldığımızda her şeyden önce kendimize ait bir parçadan, kaybettiğimiz kişiye yaslanan o parçadan da ayrıldığımız anlamına gelir. Âşık olduğum insanı kaybedersem kendi kendimi de kaybederim. Elimizi buz tutmuş bir metal parçasından çekmeye benzer bu; bizden bir parça, derimizin bir parçası o kayıp nesneye, artık bizimle olmayan o insana takılı kalır. Dolayısıyla ayrılmak hem ayrılmak hem de kendini bölmektir: Yalnızca artık bizimle olmayan Öteki'yi değil, kendi kendimizin bir parçasını da yitirmektir.

Ayrılıkların bu kadar acı vermesinin nedeni budur - çünkü bizden bir parçayı da koparıp götürürler. Çünkü Öteki gittiğinde benden de bir parça götürür beraberinde. Öteki beni böler, parçalar, yaralar. Her ayrılığa eşlik eden o bunalım halinin nedeni budur. Freud bunu bir boşalıma, libidinal kayba benzetir. Sevilen Öteki gittiğinde, beraberinde benim libidomu, arzumu da götürür. Terk edilen özne -ayrılık yaşayan özne- libidinal olarak zayıflamış, içi boşalmış, bir köşeye atılmış, değersizleştirilmiş bir öznedir. 

Dünya anlamını yitirmemiştir sadece: Bizzat öznenin kendisi de nasıl mahrum bırakıldığını, edilgen bir savunmasızlık haline düştüğünü kavrar, zira dünyanın ölümü öznenin asli bir parçasının ölümüyle çakışır. Hayatın bir çığlığa indirgenmesidir söz konusu olan; kimsenin duymadığı, yanıt veremediği bir çığlığa. Terk edilenlerin genelde yaşadığı bir duygudur bu; hayatları o asli haline dönmüş gibidir - dünyada yitip gitmiş savunmasız, zavallı, önemsiz, lüzumsuz bir şeye. Daha doğrusu, hayatım anlamını yitirir çünkü artık Öteki'nin eksikliğini duyduğu kişi olamam, o benim eksikliğimi duymaz, çünkü artık düşünmez beni, artık özlemez.

Aşk ayrılığının acısı sağır, psikolojik açıdan hazmı güç bir acıdır. Sevilenin varlığı olmazsa, söylediklerime kulak vermezse, özleminin verdiği armağandan yoksun kalırsam, savunmasız bir hayata gerçi çekilirim. Gecenin karanlığında atılan, kimsenin karşılık vermediği bir çığlıktan ibaret kalırım; kimse çağrımı duymaz. 

Sevilenin sessizliğinin katlanılmaz gelmesinin nedeni, sevilenin mevcudiyetinin kaçınılmaz olarak namevcudiyete dönüştüğüne güçlü bir şekilde işaret etmesidir. Verebileceğim sevgiye kimse karşılık veremez. İlanı aşkımın ("Seni seviyorum") herhangi bir muhatabı yoktur artık. Hayalet gemi misali, hiçlik içinde süzülürüm yeniden. Artık değerim yoktur çünkü hiç kimse özlememektedir beni, çünkü beni düşünen kimse yoktur. Aşkın bitişi beni düşünen bir düşüncenin, bana yanıt vermek için kulak veren birinin sona ermesidir. Onun eksikliğini duyduğu şey değilimdir artık. Öteki bensiz de yaşayabilir. Öteki'nin mevcudiyeti gitmiş, yerine namevcudiyetinin gölgesi düşmüştür.

10 Ekim 2022 Pazartesi

Bekleyecek Vaktim Kalmadı Artık

Anne tarafından dedemin adı Camille'di ve kendisi bir makinistti. 

Buharlı trenler çağıydı. Hani şu Magritte'in tablosu Hançerlenmiş Zaman'daki şömineden fırlayan, İçimizdeki Hayvan'daki Jean Gabin'in kullandığı tren gibi. 

O zamanlar trenler saatte 50 km hızla gidiyordu. Bugün ise son yapılan denemelerde tren saatte 600 km hıza ulaşıyor. Böylesi daha mı iyi acaba?


Eskiden Paris-Arras arasını dört saatte alırdık. Çok daha uzak bir yere gittiğimizi sanır, heyecanlanırdık. 

Şimdiyse 45 dakikada gidebiliyoruz ve ineklerin bizi görecek zamanı dahi olmuyor. Çok daha kısa sürüyor. Bir romanın tamamını okumak için, yan koltuklarda oturanlarla tanışmak ya da öğle yemeği yemek için vakit kalmadı.

Eskiden yemekli vagon vardı. Modası geçmiş ama samimi bir yerdi. Oturur, güzel tabaklarda, gümüş yemek takımlarıyla öğle yemeğinizi yerdiniz.

Şimdiyse hızlı servis var, sıcak yemeğiniz karton tabakta servis edilsin diye ayakta bekliyorsunuz. Yemekten sonra filtre kahve alır, kahve damlalarının çiçek desenli bir porselen fincana yavaşça düşüşünü duyardık ve filtrenin gümüş renkteki metalinden manzara yansırdı.

Şimdiyse kahve saatte yüz kilometre hızla, gürültülü bir kahve makinesinde yapılıyor, üstelik tıpkı yangın hortumu gibi gürültü çıkararak. Kahve denize atılacak ve balıkları zehirleyecek plastik bardağa dökülüyor. Her gün, her şey çok daha hızlı ilerliyor. Neyse ki gelişmeler devam ediyor.

Ulaşım süresi kısalıyor. Zaman kazandığımızı sanıyoruz. On beş dakika kazandım diyorum. Kazanılan zaman neye yarar?

"Peki mutlu yolcular bu kadar pahalıya mal olan bu çeyrek saatle ne yapacaklar? Birçoğu saati beklemek için kuyruğa girecek; diğerleriyse kafede bir on beş dakika daha oturacak ve gazeteyi en küçük ilanlarına kadar okuyacaklar" diye yazmış Filozof Alain, Mutluluk Üzerine'de, tam yüz yıl önce. Le Havre ile Paris arasındaki güzergâhtan bahsediyordu, derslerini yolda verirdi.

Bu kazanılan zamanla ne yapılır ki? Altın külçeleri gibi sandığa koyup, artık zamanımız kalmayıp da iş işten geçtikten sonra acil durumda çıkarıp kullanılır mı? Kim bilir belki de zaman zamanla değerlenir. Hatta unvanı bile olabilir. Adı Dönem olur, tıpkı mobilyalar gibi. 

Trenler çok daha hızlı gidiyor. Gideceğimiz yere çok daha çabuk varıyoruz. Bir gün, daha yola çıkmadan varmış olacağız. Yakında yola çıkmamıza bile gerek kalmayacak. 

- Jean-Louis Fournier, Bekleyecek Vaktim Kalmadı Artık 

4 Ekim 2022 Salı

Arzu ile Jouissance

Freud yetişkinlikte ortaya çıkan kaygının suçluluk duygusuyla bağlantılı olduğunu, bundan dolayı kaygıyla üstben arasında önemli bir bağ olduğunu öne sürmüştür. Lacan da bu bağlantının altını çizmiş ve üstbenin, özneye keyif almasını emreden ama aynı zamanda bu keyif uğraşında başarısız olacağını alaycı bir şekilde öngören bir ses olarak işlediğine işaret etmiştir. 


Kaygının üstben buyruğuyla bağlantılı olan bu suçluluk hissine ilişkin olduğu sonucuna varmak kolay olsa da, bu kavrayışı tersine çevirip, kaygıyı doğuran şeyin, paradoksal bir şekilde, başarısızlık seçeneğinden ziyade başarı seçeneği olduğu gibi yeni bir fikir ortaya atmak mümkündür. Bu noktada kaygıyla ilgili gayet iyi bilinen iki Lacancı noktayı hatırlamamız gerekiyor: Birincisi, kaygı nesnenin eksikliğinden değil eksiğin eksilmesinden, yani eksikliğin yerinde bir nesne ortaya çıkmasından doğar; ve ikincisi, kaygı arzu ile jouissance arasında bir refüjdür.

Arzu tatminsizlikle (nesnenin eksikliğiyle) bağlantılıdır daima, oysa jouissance özneyi nesneye yaklaştırır - çoğunlukla da can yakarak. Arzunun eksiklikle bağlantılı olduğunu söylerken şu iki sonuca varmakta acele etmemeliyiz: Arzuyu tatmin edebilecek bir nesne asla yoktur; başarısızlıkta başarı, eriştiği şeyin asla istediği şey olmadığından yakınan arzu öznesine özgü bir stratejidir. 

Arzunun paradoksal özelliği, bir nesneden diğerine giden ve asla tatmin olmayan bir çeşit doymak bilmez ağız olmayışıdır: Arzunun kendisi, ancak özne arzu nesnesiyle, yani Lacancı nesne a -eksikliğin kendisinin bir başka adı- ile karşılaştığında harekete geçer. Ne var ki eksiklik, bir arzu nesnesiyle karşılaştığımızda değil de arzunun yerini jouissance aldığında var olmaya başlar - yani artık arzunun uçucu nesnesi olmayıp çoğunlukla acıyla birlikte belli bir keyif uyandıran, dolayısıyla özne için dehşet verici olan nesneye yaklaştığımızda.

Aşk ilişkilerinde bu, yoğun istek duyduğu bir partnerle nihayet başarılı bir cinsel karşılaşma yaşayan, ama bunun sonucunda bu deneyimden dehşete kapılan ve partnerini anında terk eden bir histerikte meydana gelebilir. Ne var ki mesele sadece öznenin arzusunun tatminsizliğini (yani erişilemeyen nesneye duyduğu özlemi) korumak istemesinden ziyade, jouissance nesnesine fazla yaklaşmakla bağlantılı olabilir. Lacan bu bağlamda şöyle bir yorum yapar: Orgazm, öznenin genelde gayet iyi tahammül ettiği bir kaygı halidir; ne var ki öznenin pekâlâ kaçınmak istediği bir nokta da olabilir.

- Renata Salecl, Kaygı Üzerine