Jacques Lacan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Jacques Lacan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mart 2023 Cuma

Lacan'da Ayrılma Kavramı

Ayrılma kavramını anlamayı kolaylaştırmak için bilgisayar benzetmesinden yararlanabiliriz. İnsanın bilgisayarlar hakkında çok sayıda kurgusal esere konu olmuş, korku dolu bir düşlemi vardır: Onları üretirken eksik (fazla veya yanlış) yapılacak bir şeyin, bir gün onların otonomilerini kazanmalarına yol açabileceği. Böylece, bilgisayarların, kendi arzularına sahip olup insanın (Öteki'nin) yazılımından, onlardan beklenenden ve içinde bulundukları yabancılaşmadan kurtularak bağımsızlaşacaklarını ve sonrasında insan türünü bir felaketin beklediğini kurgulmaktayız.


Böyle bir düşlem-kurgunun var olmasını, insanın belki de kendine yabancılaşmış bir varlık olduğunu az biraz sezdiği ve bu varoluş biçiminden çıkmak (kendi ebeveyninin arzusundan ayrılarak, öznel arzularını oluşturabilmiş, ileri düzeyde özneleşmiş biri haline gelmek) istediğine dair bilinçdışı bir düşleme sahip olduğu ama yine de son kertede durumun değişmesinden korktuğu şeklinde yorumlayabiliriz. Bu kurguda insan, kendini Öteki'nin (anne-ebeveynler-insan toplumu-kültür) yerine koyarken, bilgisayarları ise yabancılaşmayı feshetmiş, özgürlüğüne kavuşmuş (özbilince sahip) özneler yerine koymuş oluyor. Teknolojik ürünler yalnızca zihinlerimize ve bedenlerimize değil, yansıtmalarımızın nesnesi olma rolünü üstlenerek ruhsal meselelerimize de çözüm sunup hizmet verirler. 

Lacancı özne böylece iki hareket aracılığıyla oluşur: İlki, öznenin Öteki'nin diline ve arzusuna tabi olduğu yabancılaşma sürecine ve ikincisi de öznenin ve Öteki'nin arzularının ayrılmasına tekabül eder.

Ayrılma, öznede düşlem nesnesinin -nesne a- ortaya çıkmasına yol açar. Lacan'ın en ünlü kavramlarından biri olan ve bu kitapta yer vermediğimiz nesne a (nesne küçük a), anne-çocuk birliği bozulduğunda (ayrılma gerçekleştiğinde), bu birliğin ardında bıraktığı iz olarak tanımlanabilir. Çocuk artık anneyle birlik zamanının tamlık duygusu içinde değildir; düşlem yoluyla nesne a ile temasa geçmeye çalışarak eksikliğini gidermeye çalışan bir varlığa dönüşmüştür. Böylece özne, ayrılmayla düşlem dünyasına giriş yapar ve arzulu-arzulayan bir varlık olarak varlığını sürdürebilir.

Lacan'ın çalışmasının sonraki dönemlerinde ayrılma kavramı gözden kaybolur. Bunun yerine daha ileri bir ayrılma olarak nitelenen yeni bir kavram ortaya çıkar: "Düşlem katetme" (la traversée du fantasme). Öznenin temel düşlemi, varlığının nedenini oluşturan nesne a ile, biraz evvel söz edildiği gibi, düşlem yoluyla temasta kalmaya çalışmaktır. Öznenin temel nesnelerinden ve temel düşleminden daha ileri düzeyde bir ayrılma ancak bir psikanaliz çalışması içerisinde mümkündür.

Lacan'a göre bu amaçla analist "nesne a rolünü oynamalıdır." "Öznenin arzusu Öteki'nin arzusudur," veya "Öznenin arzusu Öteki tarafından arzulanmaktır," der Lacan. Hayatının başında kendi arzusunu annenin arzusuna göre konumlandırarak hayata başlayan özne, analizde aktarım içinde analistiyle bu temel döngüyü tekrar etmek isteyecektir. Onun gibi arzulamaya çalışacak ve analistinin kendisiyle ilgili her yanıta ve hakikatin bilgisine sahip olduğunu düşünecektir. Ancak analist, hem "bildiği varsayılan özne" konumunu işgal etmeyerek hem de analist olarak arzusunun ne olduğu konusunda esrarengiz konumunu daima sürdürerek, analizanın düşleminde bir sarsıntı yaratmanın peşindedir. Böylece analizanın arzusunu kendi arzusuna göre biçimlendirmeye değil, öznenin nesne a ile ilişkisini dönüştürmeye çalışır.

Analistin rolü, analizanı yeniden ve bir kez daha Öteki'nin arzusuna tabi olmaktan yani yabancılaşmaktan uzaklaştırır ve öznenin Öteki'nin arzusuna göre konum alma yönündeki temel düşlemini katetmesini sağlar. İlk Öteki'nin (annenin) diliyle kendine yabancılaşan özne, bu kez yeni bir Öteki'nin (analistin) dili ile aynı süreci tersine çalıştırır. İleri bir ayrılma olarak nitelenen bu dönüşüm, öznenin kendi varlığının nedenini ve sorumluluğunu üstlenmesini mümkün kılmayı amaçlar. Özne kendi eksiği ile karşılaşmış olarak; "Başıma şu geldi," "Bana şunu yaptılar," yerine "Ben yaptım," ve "Bu benim," diyebilir.

- Sezai Halifeoğlu'nun Lacan'ın bazı kavramlarını anlattığı Çocuk ve Ergen Psikanalizi: Kuramcılar ve Kavramlar kitabından alınmıştır.

12 Ekim 2022 Çarşamba

Sonsuz Öpüşme, Aşk Üzerine Kısa Dersler

"Ayrılma/Bölünme"

Peki ayrılık ne anlama geliyor? Ayrılmak birinden kopmaktan, iki kişinin aralarına mesafe koymasından, birbirini bir daha görmemekten ibaret değildir. Ayrılık hiçbir zaman dışsal bir hareket tanımlamaz; bir kimseden veya şeyden kopmak değildir. Mesafe koymaktan, uzaklaşmaktan, kendini farklı bir konuma taşımaktan ibaret değildir.


Lacan'ın ifadesiyle, ayrılık her zaman bir ayrılma/bölünmedir [sépartition]. Bu da birinden ayrıldığımızda her şeyden önce kendimize ait bir parçadan, kaybettiğimiz kişiye yaslanan o parçadan da ayrıldığımız anlamına gelir. Âşık olduğum insanı kaybedersem kendi kendimi de kaybederim. Elimizi buz tutmuş bir metal parçasından çekmeye benzer bu; bizden bir parça, derimizin bir parçası o kayıp nesneye, artık bizimle olmayan o insana takılı kalır. Dolayısıyla ayrılmak hem ayrılmak hem de kendini bölmektir: Yalnızca artık bizimle olmayan Öteki'yi değil, kendi kendimizin bir parçasını da yitirmektir.

Ayrılıkların bu kadar acı vermesinin nedeni budur - çünkü bizden bir parçayı da koparıp götürürler. Çünkü Öteki gittiğinde benden de bir parça götürür beraberinde. Öteki beni böler, parçalar, yaralar. Her ayrılığa eşlik eden o bunalım halinin nedeni budur. Freud bunu bir boşalıma, libidinal kayba benzetir. Sevilen Öteki gittiğinde, beraberinde benim libidomu, arzumu da götürür. Terk edilen özne -ayrılık yaşayan özne- libidinal olarak zayıflamış, içi boşalmış, bir köşeye atılmış, değersizleştirilmiş bir öznedir. 

Dünya anlamını yitirmemiştir sadece: Bizzat öznenin kendisi de nasıl mahrum bırakıldığını, edilgen bir savunmasızlık haline düştüğünü kavrar, zira dünyanın ölümü öznenin asli bir parçasının ölümüyle çakışır. Hayatın bir çığlığa indirgenmesidir söz konusu olan; kimsenin duymadığı, yanıt veremediği bir çığlığa. Terk edilenlerin genelde yaşadığı bir duygudur bu; hayatları o asli haline dönmüş gibidir - dünyada yitip gitmiş savunmasız, zavallı, önemsiz, lüzumsuz bir şeye. Daha doğrusu, hayatım anlamını yitirir çünkü artık Öteki'nin eksikliğini duyduğu kişi olamam, o benim eksikliğimi duymaz, çünkü artık düşünmez beni, artık özlemez.

Aşk ayrılığının acısı sağır, psikolojik açıdan hazmı güç bir acıdır. Sevilenin varlığı olmazsa, söylediklerime kulak vermezse, özleminin verdiği armağandan yoksun kalırsam, savunmasız bir hayata gerçi çekilirim. Gecenin karanlığında atılan, kimsenin karşılık vermediği bir çığlıktan ibaret kalırım; kimse çağrımı duymaz. 

Sevilenin sessizliğinin katlanılmaz gelmesinin nedeni, sevilenin mevcudiyetinin kaçınılmaz olarak namevcudiyete dönüştüğüne güçlü bir şekilde işaret etmesidir. Verebileceğim sevgiye kimse karşılık veremez. İlanı aşkımın ("Seni seviyorum") herhangi bir muhatabı yoktur artık. Hayalet gemi misali, hiçlik içinde süzülürüm yeniden. Artık değerim yoktur çünkü hiç kimse özlememektedir beni, çünkü beni düşünen kimse yoktur. Aşkın bitişi beni düşünen bir düşüncenin, bana yanıt vermek için kulak veren birinin sona ermesidir. Onun eksikliğini duyduğu şey değilimdir artık. Öteki bensiz de yaşayabilir. Öteki'nin mevcudiyeti gitmiş, yerine namevcudiyetinin gölgesi düşmüştür.

4 Ekim 2022 Salı

Arzu ile Jouissance

Freud yetişkinlikte ortaya çıkan kaygının suçluluk duygusuyla bağlantılı olduğunu, bundan dolayı kaygıyla üstben arasında önemli bir bağ olduğunu öne sürmüştür. Lacan da bu bağlantının altını çizmiş ve üstbenin, özneye keyif almasını emreden ama aynı zamanda bu keyif uğraşında başarısız olacağını alaycı bir şekilde öngören bir ses olarak işlediğine işaret etmiştir. 


Kaygının üstben buyruğuyla bağlantılı olan bu suçluluk hissine ilişkin olduğu sonucuna varmak kolay olsa da, bu kavrayışı tersine çevirip, kaygıyı doğuran şeyin, paradoksal bir şekilde, başarısızlık seçeneğinden ziyade başarı seçeneği olduğu gibi yeni bir fikir ortaya atmak mümkündür. Bu noktada kaygıyla ilgili gayet iyi bilinen iki Lacancı noktayı hatırlamamız gerekiyor: Birincisi, kaygı nesnenin eksikliğinden değil eksiğin eksilmesinden, yani eksikliğin yerinde bir nesne ortaya çıkmasından doğar; ve ikincisi, kaygı arzu ile jouissance arasında bir refüjdür.

Arzu tatminsizlikle (nesnenin eksikliğiyle) bağlantılıdır daima, oysa jouissance özneyi nesneye yaklaştırır - çoğunlukla da can yakarak. Arzunun eksiklikle bağlantılı olduğunu söylerken şu iki sonuca varmakta acele etmemeliyiz: Arzuyu tatmin edebilecek bir nesne asla yoktur; başarısızlıkta başarı, eriştiği şeyin asla istediği şey olmadığından yakınan arzu öznesine özgü bir stratejidir. 

Arzunun paradoksal özelliği, bir nesneden diğerine giden ve asla tatmin olmayan bir çeşit doymak bilmez ağız olmayışıdır: Arzunun kendisi, ancak özne arzu nesnesiyle, yani Lacancı nesne a -eksikliğin kendisinin bir başka adı- ile karşılaştığında harekete geçer. Ne var ki eksiklik, bir arzu nesnesiyle karşılaştığımızda değil de arzunun yerini jouissance aldığında var olmaya başlar - yani artık arzunun uçucu nesnesi olmayıp çoğunlukla acıyla birlikte belli bir keyif uyandıran, dolayısıyla özne için dehşet verici olan nesneye yaklaştığımızda.

Aşk ilişkilerinde bu, yoğun istek duyduğu bir partnerle nihayet başarılı bir cinsel karşılaşma yaşayan, ama bunun sonucunda bu deneyimden dehşete kapılan ve partnerini anında terk eden bir histerikte meydana gelebilir. Ne var ki mesele sadece öznenin arzusunun tatminsizliğini (yani erişilemeyen nesneye duyduğu özlemi) korumak istemesinden ziyade, jouissance nesnesine fazla yaklaşmakla bağlantılı olabilir. Lacan bu bağlamda şöyle bir yorum yapar: Orgazm, öznenin genelde gayet iyi tahammül ettiği bir kaygı halidir; ne var ki öznenin pekâlâ kaçınmak istediği bir nokta da olabilir.

- Renata Salecl, Kaygı Üzerine

23 Kasım 2021 Salı

Kaygı Çağı

Freud için kaygıdan bahsetmek demek, öncelikle ve temel olarak kastrasyondan bahsetmek demekti, ki buna katılmamak mümkün değil. Kastrasyon kavramını içermeyen bir kaygı teorisi olamaz. Hatta Freud başlarda kendi kendine bir çıkmaz yaratıp kastrasyonu penisin kaybedilmesi tehdidiyle ilişkilendirince, buradan mantıksal -ama klinik değil- bir çıkarsama yaparak erkeklerde kaygının daha çok olduğunu, kadınlarda ise penis olmadığı için kaygının olmadığını, bunun yerine penis hasetinin [Penisneid] olduğunu söyleyecekti. 


Klinik gözlem Freud'u doğrulamadı. Lacan bu soruyu ciddiye alır. Kadınlarda mı daha çok kaygı vardır? Yoksa erkeklerde mi? Ve burada Kierkegaard'ı anar, o, kadınlarda daha çok kaygı gözlemlendiğini söylemişti ve Lacan ona hak verir, Freud'a değil. Kierkegaard'ın kaygı tartışmasında haklı olduğu bir nokta daha var: Kaygıyı korkuya dönüştürmek evladır. Kaygı eksikle [manque/lack] ilgilidir, doğru, ama anatomik olarak bir organın eksikliğiyle değil. Freud, kastrasyonun analizin geçilemez sınırı olduğunu da söyleyecekti: Kastrasyon kayası. (Freud, 1937) Lacan buna da katılmaz, Lacancı analizle kastrasyon bertaraf edilmez; ama ona yeni bir yaklaşım getirilebilir. Kısacası Lacancı ve Freudcu analizlerin sonuna ilişkin, aralarında bir farklılık vardır.

Anlaşılacağı üzere, Freud için kaygı ya da psikanalitik travma hemen tedavi edilmesi gereken bir olgu değil, öncelikle anlaşılması gereken bir olguydu. Freud'un çağı, başlarda "histeri çağı"ydı, ama 1910'ların sonlarına doğru bir "travmatizmler çağı"na dönüşmüştü ve bu adlandırma İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra da devam etti, ama burada kalmadı: "Kaygı çağı", "borderline çağı", "bipolar çağı" ve yine tekrar "travma çağı", bu ilk adlandırmayı takip etti. "Kaygı" kelimesi, gitgide, özellikle Anglo-Amerikan geleneği içinde, "post travmatik stres bozukluğu", "stres", "panik bozukluk" gibi sözde adlandırmaların içinde boğuldu. Ancak mesele hâlâ ortada duruyor: Dünya sahnesinde olanlarla psikanalizin nevrotik kaygısını bir araya getirebilecek bir teoriye hâlâ ve her zamankinden daha çok ihtiyaç var. Ama indirgeme yapmadan ve doğrudan, basitleştirilmiş denklikler kurmadan bunu başarmak gerekiyor. İşte bu zor sorunu Freud ve Lacan'la birlikte ele almak mümkün. Ve Freud'un keşfinin en radikal boyutunu oluşturan "cinsel" kategorisini dikkate alarak bunu yapmak gerekiyor, ki bu bizi psiko-lojikleştirilmiş, bilinçdışını yok sayan yaklaşımlardan koruyacaktır. 

Bugüne gelirsek, içinde bulunduğumuz dönemin, çeşitli nedenlerle -bu terime katılalım ya da katılmayalım, bunu meşru bulalım ya da bulmayalım- "kaygı çağı" olarak adlandırabileceğini söyleyebiliriz: İş güvencesinin azalması ve işçi sınıfının proleteryadan prekaryaya dönüşümü, sınıflar ve ülkeler arasında muazzam ölçülerde derinleşen eşitsizlikler, iklim felaketi, "terörizm", göç meselesi, nükleer savaş tehdidinin güncelleşmesi, bölgesel ama çok şiddetli savaşlar ve savaş tehditleri, vb. Bunlar "dünya sahnesi"nde olup bitenler, tarih adına yazılanlar, çizilenler, söylenenler. Psikanaliz bir kulağını dünya sahnesine verse de bununla yetinmemesi gerektiği, yetinemeyeceği açık. Çünkü psikanaliz, sosyoloji, antropoloji ya da Freud'un deyimiyle bir Weltanschauungen (dünya görüşü) değil: "Weltanschauungen üretilmesine hiç eğilimli olmadığımı itiraf etmeliyim." (Freud, 1999)

Çağımızın bir kaygı çağı olduğu iddiası doğru olsun ya da olmasın kaygıdan muzdarip insanların buna bir çare bulmaya çalıştıkları aşikâr. Kaygının psikiyatri-psikoloji-psikanaliz alanına en sık başvuru nedeni olduğu yönünde birbiriyle tutarlı gözlemler var. Ve kaygının ele alınması için şu anda dünyadaki ilk seçenek psikanaliz değil, ama seçeneklerden birisi olduğı açık. Kaygının tedavisinde bütün dünyada en çok kullanılan yöntem ise içki içmek ve bunu madde kullanımı takip ediyor; yani kaygılı kişilerin ilk tercihi bir tür oto-tedavi, kendi-kendine tedavi. Bunları kaygıyı gideren ilaçlar izliyor. Psikiyatride kaygı en kısa yoldan geçirilmesi gereken bir belirti olarak görülüyor, pssikanaliz için ise durum bundan bir miktar farklı. Psikanalizde kaygı öncelikle öznenin sözünün dinlenmesi gereken bir alan teşkil ediyor.

- Özgür Öğütcen, Kaygı, Yanıltmayan Tek Afekttir!, Suret 9 - Tekinsiz