klinik psikoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
klinik psikoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Ocak 2024 Salı

Gerçek Terapi

 



Gerçek şu ki, birçok hasta terapiye değişmek için gelmez. Yani tam olarak değil.

Değişmek istediklerini düşünebilir ve bunu söyleyebilirler. Çok geçmeden, tam olarak oldukları kişi olmaya devam etmek ve hayatı kendi kendilerini sınırlayan şekillerde yaşamak istedikleri ortaya çıkar, bunu yapmak onlara daha iyi hissettirir.

Gerçek terapi, kişinin isteğinin imkânsız olduğunu yalnızca anlamasına değil, aynı zamanda gerçekten ciddiye almasına yardımcı olmakla başlar. Başka bir deyişle terapi, hasta acı veren gerçekle uzlaşmaya çalışırken, ezici bir hayal kırıklığını da kabullenebilmesiyle başlar. Kaldı ki, ne terapistin ne de bir başkasının hastalara istediklerini verme gücü vardır.

Hastaların daha farklı hissedilmeleri için daha farklı olmaları gerekir, oldukları kişiden farklılaşma anlamında. Terapötik çalışmada bypass yoktur. Paradoksal bir şekilde, gerçekçi umudun kapısını açan tam da bu korkunç hayal kırıklığıdır.

Ne yazık ki bu paradoksal durumu anlayabilen ve bu zor işi yaparken hastalarla bu yolda yürümeye kararlı olan her bir terapiste karşılık, hastaların farklı olmadan da farklı hissedebilecekleri yanılsamasını beslemekten başka bir şey yapmayan terapistler de vardır, onlara göre terapi bir çeşit sihirle çalışır.

• Jonathan Shedler, Psikoloji Profesörü, Psikoterapist (Çeviri bana ait)

• Görsel: Alessandro Malossi

19 Ocak 2024 Cuma

Kendiliğin Çözümlenmesi

 



“Utanç duygusuna yatkın birçok kişinin güçlü idealleri yoktur, bunların çoğu, ihtirasları ile yönetilen teşhirci kişilerdir; yani kendine özgü ruhsal dengesizliğin (utanç şeklinde yaşanan) nedeni, yansızlaşmamış teşhirciliğin bene dolmasıdır, aşırı güçlü bir idealler sistemi karşısında benin görece zayıf kalması değil. Böyle insanların kendi başarısızlıklarına karşı verdikleri yoğun tepkiler de, -nadir istisnalar dışında- üst benin bir etkinliği değildir. Hırslı ve teşhirci hedeflerine ulaşma yolunda yenilgi yaşadıktan sonra, bu türden insanlar genellikle ilk önce dağlayan bir utanç ve ardından da kendilerini başarılı rakiple kıyaslayarak, yoğun bir haset yaşarlar.”

• Heinz Kohut, Kendiliğin Çözümlenmesi

Görsel: Annie Collinge

14 Aralık 2023 Perşembe

Aile İdeali

 


"Her anne babanın çocukları için ideal olan beklentileri vardır. Bu, onları kendi eksikliklerinden ve iğdiş edilmekten korur. Anne için çocuk düşlenen ideal fallusu temsil ederken, baba için soyunun asil değerlerinin sürmesi anlamına gelir. Düşlenen ve idealize edilen çocuk, bir eksikliği doldurur. Aile ideali, bu üst düzey beklentileri birleştiren aile üyeleri arasında paylaştırılır. Her birinin yaralanan narsisizmleri, hatta geçmiş kuşaklarınkiler bile, yeni gelen kuşakta bir avuntu bulmak ister."


• Alberto Eiguer

• Görsel: Ibai Acevedo

6 Aralık 2023 Çarşamba

Çocuk yetişkin olacaksa

 


"Şatonun kralı benim" oyunu, oğlanlardaki ve kızlardaki eril öğeyle bağlantılıdır. Bütün rakiplerin ölümünü ya da hâkimiyet kurulmasını ima eden bir konumdur. Çocuk yetişkin olacaksa, bu hamle bir yetişkinin cesedi üzerinden yapılır. Oğlanların ve kızların bu büyüme evresini, ille de evde isyan etmeden, gerçek ebeveynleriyle sürekli bir uyum ortamı içinde geçebileceklerini biliyorum şüphesiz. Ama isyanın, sizin onu kendi başına var olacak şekilde yetiştirerek çocuğunuza verdiğiniz özgürlükten kaynaklandığını hatırlamak akıllıca olacaktır. Bazı durumlarda 'Bir bebek ekip, bir bomba biçtiğiniz' söylenebilir. Aslında bu her zaman doğrudur, ama her zaman böyle görünmez.

• D. W. Winnicott, Oyun ve Gerçeklik

Görsel.

13 Kasım 2023 Pazartesi

Hakkımda

Tuna BAHAR / Klinik Psikolog

• Lisans: Pamukkale Üniversitesi-Sosyoloji 

• Lisans: İstanbul Kültür Üniversitesi-Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık 

• Yüksek Lisans: İstanbul Kent Üniversitesi-Klinik Psikoloji (Tezli) 

Kullandığı Terapi Ekolleri: Bilişsel ve Davranışçı Terapi, Metakognitif Terapi, EMDR, Şema Terapi

Aldığı eğitimlerden bazıları:

Bilişsel ve Davranışçı Terapiler eğitimini Prof. Dr. Ebru Şalcıoğlu'ndan ve yüksek lisans kapsamında; Prof. Dr. Mehmet Z. Sungur'dan, Metakognitif Terapi derslerini Doç. Dr. Anıl Gündüz'den, Şema Terapi derslerini Dr. Burcu Sevim'den, süpervizyonlarını Prof. Dr. Mehmet Z. Sungur, Doç. Dr. Anıl Gündüz ve Dr. Burcu Sevim'den almıştır. 

EMDR (Göz Hareketleriyle Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme), Davranış Bilimleri Enstitüsü. Emre Konuk, Şirin Atçeken. EMDR terapisinde 8 aşamalı, üç yönlü (geçmiş, şimdi, gelecek) bir protokol uygulanır. Hedef, geçmişte yaşanan anıların yeniden işlenerek duyarsızlaşmanın sağlanması, bugünkü semptomların tedavisi, danışanın gelecekte karşılaşacağı benzer sorunlar karşısında, kazandığı olumlu inanç ve duyguların geliştirdiği yeni bakış açısının yönlendirdiği davranışları gösterebilmesidir.

Çocuk-Ergen Şema Terapi. Dr. Alp Karaosmanoğlu ve Dr. Christof Loose tarafından verilen güçlü bir psikoterapi yaklaşımıdır.

İntegratif Psikoterapi eğitimini Soley Sezgin Akten'den (UT-CIIPTS) almıştır. 

CAS (Cognitive Assesment System) Bilişsel Değerlendirme Sistemi. İstanbul Üniversitesi, Doç. Dr. Tamer Ergin. 5-17 yaş grubu çocukları zihinsel açıdan değerlendiren bir zeka ve yetenek değerlendirme sistemidir. Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu olan çocukların, öğrenme güçlüğü olanların, zihinsel engelli olanların, travmatik beyin hasarı olanların, ciddi duygusal bozuklukları olanların, üstün zekalı çocukların, planlama problemleri olanların belirlenmesi ve başarının önceden kestirilmesi gibi durumlar için CAS (Bilişsel Değerlendirme Sistemi)  uygulanabilir ve kullanılabilir.

MOXO Dikkat Testi eğitimini MOXO Türkiye, Dr. Ferda Korkmaz Özkanoğlu'ndan aldı. 

Psikanaliz ve Pedagoji. İstanbul Psikanaliz Derneği'nde düzenlenen, iki psikanalist Alper Şahin ve Ayşegül Salgın moderatörlüğünde Psikanaliz ve Pedagoji seminerlerine iki dönem katıldı.

Uzmanlık Alanları:

• Duygudurum Bozuklukları,

• Kaygı Bozuklukları,

• Travma Sonrası Stres Bozukluğu,

• Obsesif-Kompulsif Bozukluk,

• Kişilik Örgütlenmesi ve Bozuklukları,

• Çift Terapileri,

• Kariyer Psikolojik Danışması.

9 Ekim 2023 Pazartesi

Herkes Gibi


Bazen paniklerim, herkes gibi. Her şey dağılıyormuş gelir, parça parça. Tutamam o dağılan parçaları, zaten tutmaya çalıştıkça başarısız olur daha da paniklerim.

Kalp atışlarım hızlanır, herkes gibi. Kulaklarımda patlayan kalp atışları korkutur, sesleri duyamaz olurum. Bir uğultu haline gelmeye başlar seslerine aşina olduğum dünya.

Ter dökerim, herkes gibi. Sıcak basar ve o dökülen terleri soğuk diye algılarım. Islanıyorumdur, hasta olacağım diye endişelenirim, ama derim, içimden, şu belayı bir atlatayım, hastalığa çözüm bulurum.

Sonra dururum biraz öyle, herkes gibi. Biraz durunca geçecek sanırım, aslında zihnimin bana bir oyunudur bu yaşadığım, ortalıkta tekinsizce gezen gerçek bir tehdit yoktur, terapistim böyle demiştir. Evet terapistim, onun söylediklerini anımsamaya çalışırım, herkes gibi. Bir yere tutunup oturur, gözlerimi kapatıp seans odasına dönerim, onun cümlelerini duymaya çalışırım. Bırak, der, serbest bırak korkunu-kaygını, duyguların en tepeye ulaşsın, kal orada! Kalıyorum. Bekliyorum, saniyeler saatler boyunca geçmiyormuş etkisi yaratır. Bu zamanı kim durdurdu? Kavga etme bununla, odaklan. Neye odaklanayım? Hah buldum, nefesime. Neydi o teknik? Burundan al, bekle, bekle, bekle, ve ağızdan yavaşça ver. Şimdi bir daha, burundan al, bekle, ağızdan ver. İşe yarıyor sanki, hadi bir daha.

Dünyanın aşina olduğum sesleri geri geliyor, gözlerimi açsam mı, biraz daha beklesem mi? Rahatlıyorum, biraz daha durayım böyle.

O sesler ne? İnsanlar konuşuyor, iyi mi, diyorlar, kalabalık yapmayın, açılın biraz, diyorlar. Gözlerimi açıyorum hafiften, başımda bir kalabalık, şaşkın ve meraklı gözlerle bana bakıyorlar. Su vermeye çalışıyorlar. Ölmemişim. Kafayı kırıp aklımı oynatmamışım. Dışarıdan nasıl görünüyorum acaba? Rezil olmuş muyumdur? Gülmüşler midir bana?

Sonra ayağa kalkarım, iyiyim derim, teşekkürler derim. Ve düşünürüm; neydi beni panikleten o şey? Yine bulamam ne olduğunu, bu sefer de elimden kaçırmışımdır, herkes gibi.

Ekim’23, İstanbul

Görsel: Jenny Brough

16 Nisan 2023 Pazar

İnsan ailesini seçemiyor Tuna Bey!

Eğitim kurumlarında rehberlik ve psikolojik danışma yaptığım yıllar boyunca ve sonra seans odalarında hastalardan sıklıkla duyduğum cümlelerden biri şu oldu: İnsan ailesini seçemiyor Tuna Bey!

Anladığım kadarıyla sadece bizim gibi geri kalmış toplumlarda ailesel ilişkilerin bozuk, sorunlu, hasarlı olduğu düşünülüyor, ancak ailesel ilişki sorunları dünyanın her yerinde, neredeyse bütün ailelerde öyle ya da böyle bir şekilde görülüyor. Elbette Türk toplumunun da kendine özgü sorunları var; özellikle Türkiye, batının ve doğunun ortasında kalmasıyla birçok konuda olduğu gibi ailesel sorunlarda da ne tam batılı ne de tam doğulu bir pozisyon alabilmiştir.


Buradan hareketle şunu söyleyebilmek mümkün: Bizim toplumda anne-babalarımıza söyleyemediğimiz birçok şey olduğu gerçektir. Yeterince anlaşılamamak, büyüyüp bağımsız bir birey olarak hayatımıza devam edememek, iş seçimimizden eş seçimimize kadar birçok kriterle (ailemizden kabul alabilmek için) boğuşmak zorunda kalmak, iyi para kazanmaya çalışmak bizi uğraştırıyor ve anne-babamızın gurur duyacağı (her şeye rağmen!) bir evlat olmaya çalışmakla çok zaman harcıyoruz. Söyleyemediğimiz şeyler yüzünden içimiz kabarmaya başlıyor, bu kabarmayı ara sıra "of'layarak ya da öf'leyerek" ifade ediyoruz. Ki birçok ailede evlat kaç yaşına gelirse gelsin of'ladığında anne-babasının tepkisini çekeceğini bilir. Bu yüzden anne-babasının olmadığı bir ortamda önce of'lar, sonra söylenmeye başlar. 

Bireyleşme ve ayrışma mücadeleleri neredeyse bütün terapistlerin ilgisini çekmiştir. Çünkü hastalar seanslarda konu ne olursa olsun mutlaka aileye değinir. İstedikleri gibi büyüyemediklerinden, istedikleri oyuncaklara sahip olamadıklarından, akranlarıyla/akrabalarıyla sürekli kıyaslanmaktan, dış görünümlerinden büyükleriyle nasıl konuşacaklarına, cinsel yönelimlerinden hangi mesleği icra edeceklerine kadar aileler söz sahibidir. Seansa gelen kişilerin önemli kısmı aslında terapiye gelmeleri gereken kişilerin onlara zorbalık yapan, onlara baskı yapan aile büyükleri, genelde anne-babaları olduğunu söylerler. Bu söylemler de ister istemez yazının başında değindiğim cümleyi kurmalarına neden olur: İnsan ailesini seçemiyor Tuna Bey!

Evet, seçemiyoruz. Hem de hiçbirimiz. Bu bilgiyle ne yaptığımız, bu bilgi karşısında nasıl bir tutum takındığımız daha önemli olabilir mi? Seçemediğimiz bu aileyle hayata nasıl devam ettiğimiz, her şeyi olduğu gibi mi kabul ettiğimiz ya da biz büyüdükçe kendimizde değiştirmek istediğimiz özellikleri belirleyip bunlar hakkında çalışmamız mı bu bilgiyi bir değer haline getirecektir? 

Ya da başka bakış açıları düşünülebilir mi? Örneğin: Biz ailelerimizi seçemiyoruz evet, ama diğer yandan, ailemiz de bizi seçemiyor, öyle değil mi? Çocuk sahibi olmak anne-babalar için sürpriz yumurta gibi bir şey, içinden ne çıkacağını bilmiyorlar. Bu açıdan bakınca belki de anne-babaların toksik davranışları biraz daha aydınlığa kavuşmuş olur. Yani, toksik davranış sergileyen anne-babalar temelde neden toksik davranırlar? Kabaca iki yanıt üretebilmek mümkün. Birincisi; kendi aileleri ve kendileriyle ilgili çok derinlerde yaralanmaları vardır ve bunları düzeltmemişlerdir, bu yaralanmalar ilişkilerini sağlıksız bir boyuta getirmiş ve bu boyutta kısılıp kalıp bunu "normal" zannetmişlerdir. İkincisi; çocuklarını seçemediklerini bildikleri için, var olan çocuğu seçilebilecek, istedikleri kıvama getirecek bir hale bürümeye çalışırlar. Hatta çocuklarını kendi yaralarına merhem olarak bile kullanabilirler. Zaten ailelerin dayanıl(a)maz davranışları da bu bilinçdışı isteklerinden gelmektedir. 

Şimdi durumu tekrar değerlendirelim: İnsan ailesini seçemiyor Tuna Bey! Demek ki bunu söyleyen kişinin arzusu şudur: Elimde olsa ailemi kendim seçerdim. Ve elbette bu aileyi seçmezdim! Şaşırtıcı mı geldi? Durun, dahası var. Çocukların, yaşı kaç olursa olsun, bu bilinçdışı istekleri, kendi ailelerinin bilinçdışı isteklerini sezerek öğrenilmiştir. Hiçbir çocuk yoktur ki ailesinin bilinçdışı isteklerini sezmesin! Bir nevi karşı atak denilebilir bu duruma. Madem siz beni beğenmiyorsunuz, beni değiştirmeye, istediğiniz kalıba sokmaya çalışıyorsunuz, o zaman ben de aynı şeyi sizin için yaparım. 

Bu karşı ataktan sonra da işler iyice çığrından çıkıyor. Kavgalar, tartışmalar, evi terk etmeler, alkole sığınmalar, uyuşturucuya bulaşmalar, gizli gizli ağlamalar, bir parça sevgi için olmadık kişilerin peşinden koşmalar, başkalarının elinde oyuncak olmalar; koşulsuzca çok sevdiğimiz anne-babalarımıza karşı içten içe uyanan nefret duygusu, nefretin beraberinde getirdiği suçluluk duygusu, bunlarla ne yapacağını bilemeyen, kendini köşeye sıkışmış hisseden savunmasız bir çocuğun yardım çığlıkları yankılanmaya başlıyor. Tabii ki duyabilene!

Bana bu yazıyı yazdırtan iki kitap oldu; Ocak ayında okuduğum Kendine Ait Bir Yuva ve şu an okumaya devam ettiğim Zor Bir Ailede Büyümek. Biri Kanadalı, diğeri Amerikan iki terapistin "ailesel ilişkileri" merkeze alan yazılarını okuyabiliyoruz bu kitaplarda. Acı çekebiliriz evet, acı bir seçim değil başımıza gelen bir olay, hissettiğimiz bir duygudur ama ıstırabı devam ettirmek opsiyoneldir, yani kişinin seçimine bağlıdır. Zor bir aileden gelmeyecek kadar şanslı olanlarımızın sayısı çok çok az, neredeyse hepimiz öyle ya da böyle çeşitli zorluklarla karşılaşarak büyüyoruz. Bu zorluklarla ne yaptığımız ise asıl belirleyici unsur oluyor. 

Acı çeken insanların seslerini duyurabilmesinin de önemli bir adım olduğunu düşünüyorum, çünkü ses çıkarmak ve bunun duyulmasını sağlamak için bile harekete geçmek gerekiyor. Yani bu bir opsiyon değil, bu bir zorunluluktur. Dilerim sesinizi duyurabiliyorsunuzdur. 

Sevgilerimle,

Tuna

1 Nisan 2023 Cumartesi

Sürekli Ertelediğimiz Ruh Sağlığımız

Yazının başında ruh sağlığı kavramından kastımın "akıl sağlığı" olduğunu hemen belirteyim. Yoksa psikoloji araştırmaları spiritüel konularla değil, pozitif bilim açısından somut olay ve olgularla ilgilenmektedir, bunu karıştırmayalım.

Bu bağlamda ele aldığım ruh sağlığına bakalım: Ertelersek ne olur? Aslında şu an, yıllardan beri süregelen yaşadıklarınız olur, kaba bir tabirle. Kronikleşen biliş ve davranış bozuklukları eğer psikoz seviyesinde değilse çoğu kişide kabul edilebilir (?) sorunlar oluyor. Ve deniyor ki, "herkesin sorunu var," "sorunu olmayan insan yok ki!" Evet, hayatımız boyunca öyle ya da böyle çeşitli sıkıntılar yaşayacağımız neredeyse kesin. Peki bu konuda ne yapmayı düşünüyoruz? 


Bir şey yapmamak, çoğu sıkıntılı ruh hallerinin gelip geçmesini beklemek de bir seçenek elbette. Sonuçta ruh sağlığı çoğunlukla kanser, bel fıtığı, hormonal düzensizlikler, fiziksel ağrı yaratan hastalıklar gibi seyretmez. Bu yüzden ruhsal anlamda yaşanılan sıkıntıları ertelemek, ileriye ötelemek, görmezden gelmek, nasılsa düzelir demek daha kolay ve tercih edilir bir yöntem oluyor. Psikoterapiye gitmek, psikolojik danışma hizmeti almak da kişinin kendine yaptığı bir yatırımdır en nihayetinde. Bu yatırımı yapmaktan çoğu zaman imtina ediyoruz. Neden? Çoğu kişiden duyduğum kadarıyla "deli damgası" yememek ve insanların bize acıyarak bakmasını engellemek gibi ciddi bir uğraş veriyoruz da ondan.

Beni şahsen tanıyan arkadaşlarımdan bazıları ara sıra psikolojik sorular soruyorlar bana. Bu konuşmalar genelde yalnız olduğumuz yerlerde, kimsenin bizi duyamayacağı şekilde gerçekleşiyor. Sorular da genellikle "Bende bir tuhaflık görüyor musun?" ya da "Dışarıdan nasıl görünüyorum?" veya "Bir terapist olarak beni nasıl değerlendiriyorsun?"dan başlıyor, ardından yaşadıkları uykusuzluk, gerginlik, huzursuzluk, belirsizliğe tahammülsüzlük, gelecek kaygısı, cinsel işlev bozukluğu gibi daha özel konulara gitmeye başlıyor. 

Gitmeye başlıyor da ben bu sırada hiç de rahat konuşamıyorum. Çünkü karşımdaki kişiler arkadaşlarım. Yani terapi uygulamadığım insanlar. Arkadaşlarımın "sıcak noktaları"nı bilmiyorum, bu yüzden hangi konu başlığı, dil kullanımı, kelime seçimi onları nasıl etkiler, bunları bilmeme imkan yok. Bu yüzden verdiğim geri bildirim nasıl sonuçlanak diye kafam karışıyor ve çok dikkatli konuşuyorum. İşin bu tarafını bilmeyen arkadaşlar ise yuvarlak cümlelerim karşısında genelde hayal kırıklığı yaşıyorlar :) 

İşin aslı şu ki, doğmadan önce anneyle kurulmaya başlayan ilk ilişkiden itibaren çevremizle sürekli gelişen bir ilişki ağına sahibiz. Çok renkli ve çok sesli bu sosyal çevre çoğu zaman istediğimiz, beklediğimiz insanları ve olayları bize vermeyecektir. Genetik geçişleri şimdilik bir kenarda tutarsak, bu sosyal çevre bağlamında biz de nasibimize düşen değişimleri, etkileşimleri yaşıyoruz. Doğumdan sonra edindiğimiz tüm yaşanmışlıklar, tüm deneyimler de bizi biz yapmaya başlıyor. Ebeveynlerimizden gördüğümüz ilgi, alaka, yakınlık vs. bizim kendimizle de nasıl ilgileneceğimizi birçok açıdan belirliyor. Seviliyor muyum, sevilmeye değer miyim, onaylanıyor muyum, haklı mıyım, haksız mıyım, görülüyor muyum, önemseniyor muyum, ciddiye alınıyor muyum... bunları uzatmak mümkün tabi. Neredeyse hiçbir zaman tam olarak yanıtlayamadığımız bu sorular içinde boğulduğumuz da olur, ama benim özellikle bu yazıda değindiğim konu şu: Bu sorularla ne yaptığımız kendimize karşı bakış açımızı ve dolayısıyla hayatımızla ne yaptığımızı da belirliyor. 

Ruhsal sağlığı erteliyor olmak kendimize yatırım yapmamızı engelliyor olabilir, kendimizi buna değer görmüyor olabiliriz, ama söz konusu çocuğumuz olunca nasıl koşa koşa iyi bir terapiste gittiğimizi de lütfen göz önünde bulunduralım. Bu ne demek olabilir? "Ben o kadar önemli değilim, alıştım zaten böyle yaşamaya, ama çocuğum benim yaşadıklarımı yaşamasın. Onun sağlığı ve mutluluğu için ne gerekiyorsa yaparım.

Harika değil mi? Böyle fedakar anne-babaları görünce insanın içine güneş doğuyor. Bir de işin şu tarafı var: Çocuğa yapılan ruhsal sağlık yatırımında çocuk sağlıklı olanı öğrenip devam ederken, ruhsal sağlığını ihmal eden anne-babasına bakışı nasıl olacaktır kim bilir? Küçük bir çocukken aile evinde kendini geri plana atmaya alışmış birey, büyüyüp kendi ailesini kurduğunda, bu sefer çocuğunu ön planda tutup kendini yine geri plana attığını ne zaman fark eder sizce? Fark ettiğinde de bu farkındalıkla ne yapar? 

Bu noktada "yaşam" ve "hayat" arasında kendimce yaptığım ayrıma değineyim: Hani derler ya "Hayata bir defa geliyoruz" diye. Bunu "Yaşam bir tane, fiziksel ve biyolojik tek bir yaşamımız var ama bu yaşam içinde farklı hayatlara sahip olabiliriz" diye algılıyorum ben. Aile hayatımız, iş hayatımız, değiştirdiğimiz işlerde farklı farklı hayatlarımız, arkadaş hayatımız, özel hayatımız, yurt içindeki hayatımız, yurt içinde farklı şehirlerdeki hayatımız, yurt dışı hayatımız, kariyer hayatımız... 

Yaşanılan her yeni gün yeni bir hayat kurmak için fırsat olabilir mi? Ve bu yeni hayatlarda artık kendimizin ruhsal sağlığıyla ilgilenmek gibi bir adım da olabilir mi? Sadece soruyorum, beraber düşünelim diye.

Sevgilerimle,

Tuna

31 Mart 2023 Cuma

Dokunan Sözcükler

Hastanın Bütünleşme Arzusunun Güvencesi Olarak Analist

Bazı vakalarda, psikanalist hastanın nevrotik savunmalarını algılamaya hazır haldeyken, ilkel savunmalarını anlamaya değildir. Bu, ilkel savunmalarının varolmadığı anlamına gelmez. Analist hastanın kullandığı ilkel savunmaları tespit etmek ve heterojenliğini fark etmek için kimi zaman kendini zorlamak zorunda kalır -zira bazı hastalar, bilinçdışı olarak analiste kendilerinin yalnızca bir yönünü gösterme eğilimindedirler, bu durumda analist diğer bir yönün varolduğunu fark etmede başarısız olabilir. Böyle bir durumda, hasta bilinçdışı olarak analistin bölmeye kanmasını ister ve aynı zamanda kanmamasını da ister. 


Psikanaliz, hastayı düşlem dünyası ile temasa geçirmekle, psikotik ve nevrotik taraflar arasında salınıp duran hastaya bir seçim ortamı sağlar. Genel bir kural olarak, hasta analistin nasıl dinlediğine bağlı olarak bir tarafı ya da diğerini daha fazla göstermeye başlayacaktır. Hindistanlı bir hasta olan Laure'den bir örnekle bunu açıklayayım. Ön görüşmelerinin ilkine şöyle diyerek başlamıştı: "Altı aylık doğdum." Bu ilk cümle farklı şekillerde duyulabilir: Altı aylıkken kendisini evlat edinen ebeveynlerine bir saygı ifadesi olabilir, ancak eşit derecede yaşamının ilk birkaç ayının varlığının inkarı da olabilirdi -ve bu ihtimallerin hiçbiri, diğerini dışlamıyordu. Varmak istediğim nokta, analistin aynı kesinlikle hastayı nevroz ya da psikoz ya da aynı anda her ikisi bakımından değerlendirebilmesidir. Bununla beraber, heterojen bir hastanın analizden geçmeyi ve yola çıkmayı kabul etmesi için, analistin her iki yanının da varlığının bilincinde olduğunu ve her ikisini de dinlediğini hissetmeye ihtiyacı vardır. Eğer hasta kendinin farklı yanlarını kabul edecek ve geride kalan yanının yeterince büyümesine izin verecekse, diğer yanıyla bağlantı kurabilmesi önemlidir, böylece kendilik yeniden bir araya gelebilir.

Genel anlamda analist, hastanın bütünlük arzusunun emanetçisi ve bütünleşme ihtimalinin güvencesini sağlayan olarak hazır bulunur. Analist daha olgun yanları düzeyinde yorumda bulunmayı seçse dahi, heterojen hastalar, ilkel yanlarının varlığının unutulmadığını hissetmeye ihtiyaç duyarlar ve tam aksi de geçerlidir. Kendilerinin bir yanını seans dışında bırakmış olsalar bile, analistin bu dışarıda bırakılan yanı da dinlediğini hissetmeye ihtiyaç duyarlar. Örneğin, eğer hasta öfkesini dışarı vurduysa, analist bu sebepten başka zamanlarda gösterdiği şefkati unutmayacaktır ya da aksine, dışa vurulan şefkat ise karşıt duyguları ortadan kalkmış olmayacaktır: Analizanın ikisini de analistte bir arada bulmaya ihtiyacı vardır. 

3 Mart 2023 Cuma

Delilik nedir? "Psikoz"

Öznenin haksızlığa uğradığını hissettiği gerçek bir olayın, çoğu zaman bir kazanın yahut miras mevzusunun peşinden hukuki bir dava, bir adalet arayışı geldiğinde, paranoya daha görünür bir hal alabilir. Otoritelere ve gazetelere mektuplar yazılır. Günümüz toplumunda kendimizi mağdur olarak görmeye teşvik ediliyoruz; insan faaliyetlerinin neredeyse tümü için haklarında şikâyette bulunabiliyor olmamız yasallık ölçütünü oluşturuyor. Dolayısıyla toplumsal kuvvetler, vatandaşlar için şikâyetin son çare değil, tüm alışverişleri tanımlayan temel bir özellik olduğu bir manzara yaratmaktadır. Hatta günümüzde çocuklar, ebeveynleri hakkında resmî şikâyette bulunup, dava açabiliyorlar. Yani modern öznellik ile paranoya arasında, normallik ile delilik arasında bir ahenk mevcut. 

Eski psikiyatride paranoyayı tanımladığı düşünülen özellikler -masumiyet ve adaletsizlik hissi- günümüz modern bireyinin özellikleri haline gelmiş durumdadır. İnsanların kimi zaman çeşitli kurumlardan zulüm ve yanlış muamele gördüğü yadsınamaz elbette. Fakat önemli olan bunun nasıl yorumladığı, nasıl işlendiği, nasıl anlamlandırıldığıdır. Güçlü bir doğruluk-yanlışlık hissi çoğu zaman altta yatan bir psikozun emaresidir. Dış dünyaya atfedilen kabahat ne kadar sıkı ve sabitse, paranoya teşhisi de o kadar muhtemeldir. Zaman zaman uğradıkları tüm haksızlıkları en ince ayrıntısına kadar tarif eden paranoyaklarla karşılaştığımız olur: Arkadaşlarının ona sırt çevirmesi, iş yerinde maruz kaldığı bir mağduriyet, başına gelen korkunç bir kaza veya felaket. Verilen örneklerin hiçbirinde şüpheye mahal olmamasına rağmen, bu şikâyet sağanağı paranoyanın alameti farikası olan katılığı açığa vurmaktadır. Tek tek örnekler sahiden talihsizlik gibidir, diğer insanlar sahiden hatalı gibidir... ama yine de, şikâyetçinin günahsız oluşunun ta kendisi, tanıya uyanmamızı sağlamalıdır. 

Bazı paranoyaklar uysal ve sakin görünürken, bazıları kıpır kıpırdır ve çoğu kez önemli toplumsal değişimlerin failleri olurlar. Nevrotik insanlar fazla mücadeleci değildir, daha ziyade hayatlarını başka birilerinin yoluna koyacağı hayaliyle yaşar, risk almaktan kaçınırlar. Oysa paranoyaklar inandıkları dava uğruna tüm enerjisini seferber eder; toplumumuzda meydana gelen dönüşümlerin en iyilerini ve en kötülerini onlara borçluyuzdur. 

Belli bir hakikati aktarmayı, belli bir yanlışı veya kötülüğü açığa çıkarmayı görev edindikleri için, gayet hayırlı işlerde bulunabilirler; hem daha önce belirttiğimiz gibi, paranoyak bir hezeyan hakikate birebir denk düşebilir. Macar doktor Ignaz Semmelweiss, doğum esnasındaki kötü hijyen koşullarının bebek ölümlerine yol açtığını gözlemleyerek milyonların hayatını kurtarmıştı; gelgelelim, düşüncesinin doğruluğuna duyduğu hezeyanlı inanç, akıl hastanesine kapatılmasına yol açmıştır.

Klinisyenlerin sık sık yanlış anladığı bir şeydir bu; şayet hastanın başına korkunç bir olay gelmişse, hezeyan ihtimali olmadığı sanılır. Oysa gerçek bir olay ile hezeyan arasında herhangi bir uyuşmazlık yoktur. Çocukken suistimal edilmiş birisi de suistimal edildiği hezeyanına kapılabilir: İşin püf noktası, o kişinin belli bir olay etrafında nasıl anlam oluşturduğu, bu olaya hayatında nasıl bir yer atfettiğidir. 

- Darian Leader, Delilik Nedir?

19 Şubat 2023 Pazar

Afacan Bir Psikanalistin Düşünceleri

“Divanı hâlâ kullanıyor musunuz yahu?”

“Birlikte çalışmaya ne dersin? Sen hastalara sorunlarının nereden kaynaklandığını açıklarsın, ben de danışmanlık hizmeti veririm.”

“Doktor Bey, benim bugünden söz etmem gerek, yoksa siz yalnızca geçmişle mi ilgileniyorsunuz?”


Her geçen gün işte ve arkadaşlarımla olduğumda fark ediyorum ki, psikanaliz günümüzde biraz eski moda zihinsel bir hobi gibi, geçmişe özlem duyanların yaşamları hiçbir şey olmamışcasına akıp giderken kendilerini şımartmak (ya da içlerini dökmek) için yıllarca sürdürdükleri bir şıklık gibi görülüyor.

Büyük bir tutkuyla sevdiğim, uğruna yıllarca çalıştığım, emek ve para harcadığım bu disiplin üzerinde artık baskı oluşturan bu ağır önyargılar, bir yanıyla moda yaklaşımlara ayak uydurma kaygısıyla bir yana bırakılmış klasik kurumlara yönelik tahammülsüzlükten kaynaklanıyor elbette, ama psikanaliz dünyasının da sütten çıkmış ak kaşık olduğu söylenemez.

Özellikle burjuva sınıfından son derece namuslu kadınların cinsel dürtülerini dile getirmeleri nedeniyle kültürel bir skandal olarak doğan disiplinimiz, diktatörlüğe dönüşen pek çok devrim gibi, zaman içinde yenilikçi gücünü sürdürmekte zorlandı. Pek çok analist psikanalizin evrilmesine fırsat tanımaktansa, ruhunu kaybedeceğinden korkarak sıkı bir kalıba hapsolmasını göze almayı yeğledi. Bunun sonucunda da zavallı hastası içindeki fırtınaları gözyaşlarına dökerken koltuğunda çıt çıkarmadan oturan, hatta uyuklayan analisti –ama haklı ama haksız yere– alaya alan karikatürler çıktı ortaya.

İçerik ve üslupla ilgili ağır ilerleyen bu kültürel devrimin, meslek camiasının dışında yeterince yayılmamış olması beni müthiş üzüyor. Bunun nedeni, Freud gibi her şeye karışan bir babanın gölgesinden kurtulmanın çocukları açısından zorluğu veya analistlerin medyada yer alarak ya da daha geniş kitlelere hitap edecek nitelikte yazılar yazarak kavramlarını gereğinden fazla yalınlaştırmaktan korkmaları olabilir. Sonuçta pek çoklarının gözünde psikanalizin üstü toz tutmuş bir saçmalık olduğu bir gerçek.

Peki kendi içlerine gitmek isteyen ve bu yolda çok da korkmadan ilerlemelerini sağlayacak birini bulmayı umut eden meraklı insanlar ne olacak? Ya da şu aralar pek geçerli olan bilişsel-davranışçı uygulayımlara başvurmak zorunda kalmadan düşleri dinlemek ve karşısındakini kucaklamak isteyen bugünün ve yarının genç analistleri?

Eğitim ve analiz masraflarını karşılayabilmek için geceleri barlarda çalışan, garsonluk yapan ve haftada ancak birkaç saat terapist gömleğini giyen sağlık ya da üniversite çalışanlarını düşünüyorum. Meslekten olmayanların anlamakta zorlanacağı bir tutkuyla yanıp tutuşan, terapiye başlayıp sonra bir anda gelmeyi bırakan hastalarla özelde çalışan (ve hastalar gelmeyi kestiklerinde ne hata yaptım diye düşünerek içi karalar bağlayan) uzmanlar ne olacak?

Bu kitap işte bu düşe kapılanlara seslenmek için ortaya çıktı.

- Antonino Ferro, Luca Nicoli, Afacan Bir Psikanalistin Düşünceleri

18 Ocak 2023 Çarşamba

Dağın Yükü

Karşımda duran bu dağın üzerime serpiştirdiği hüzünleri, çıkışsızlıkları ne yapacağım. Onları biriktirmek, biriken yığında boğulmaktan öte ne işe yarar? Yoksa, onların bedenime bedenime sızmalarına engel mi olmalıyım? Evet belki de yapılması gereken tek şey bu!


Bu yükü taşımaktan usandım artık. Dağın, denizin, dünyanın ağırlığını başkası yüklenmeli. Sırayla yapılmalı bu iş. Böylece duyarsızların duyargaları işlerlik kazanabilir. 

Sabah olunca doktorun karşısına çıkıp, dağı taşımaktan vazgeçtiğimi, yıprandığımı, yorulduğumu söyleyeceğim. Ama bunu da anlamayacak. Her zamanki gibi ruhumun elbisesini çıkarmaya yeltenen bakışlarıyla aynı şekilde nefes alıp nefesini verirken aynı ses tonuyla konuşacak. O öfkesiz, duru, kuru ses akordunu daha odasının kapısında hemencecik yapıveriyor. Ve dinlemeye başlıyor beni, ama duymadan. Biliyorum. Saçmaladığımı düşünüyor. Bunu kanıtlamak hiç zor değil. Örneğin şu dağ meselesi.

Ona ilk kez dağın yükünü söylediğimde bir babanın oğluna nasihat etmesi gibi "O avucunuzda tuttuğunuz bir taş, dağ değil" demişti. Avucumdaki taşın taş olduğunu bilmediğimi sanıyordu. Ve böylece bir kat daha artmıştı taşıdığım ağırlık. Dağları, denizleri, ağaçları, irili ufaklı tüm canlıları, insanları, okyanusları, yani dünyayı, yani dağı nasıl taşıdığımı insanlara gösterebilmek için bir dağ boyutlarında maket yapıp, onu avuçlarıma sığdırmamı beklemek gibi bir mantıksızlığın peşinden koşuyor. Bir de yeri geldiği zaman "Hastanın sözleri hastalıklı sözlerdir" diyor. Sanki o beklentisi çok sağlıklı! Biliyorum. Bana öyle söylediği zaman içinden kıkır kıkır, fıkır fıkır, tıkır tıkır gülüyor. Dudaklarına hapsettiği kahkahaların yankısı beynimin duvarlarında tokat gibi şaklıyor. 

Olsun, yine de seviyorum doktorumu. Dayatmaları, kibar zorbalıkları, kurallara bağımlı eşinmeleri, beynimi ilaçlarla uyuşturup kendince "hastalıklı-bozuk" düşüncelerden ayrıştırma hayalleri olsa da seviyorum onu. En azından Hipokrat'ın çocuklarından biri, ama biraz beni hastaların yatağına yatırmadan dinlemeye çalışsa her şey açığa çıkacak. O zaman "hastane korumalı bir yerdir" demekten vazgeçip kendisini ve beni rahatlatmış olacak. Hem kim ya da kimlerin korunması için söylüyor bunu? Beni insanlardan mı, yoksa insanları mı benden korumaya çalışıyor? Her ne şekilde olursa olsun bir şekilde hayvansallık çıkıyor ortaya. Hastalıkları standardize edip renkli çamaşır, beyaz çamaşır ayırır gibi ayırıp, çamaşır makinesine tıkıp kirli ruhları yıkamaya çalışıyor. 

Ama insan dünyaları iç çamaşırları ya da pantolonlar veya bluzlar gibi sayılı modellerle sınırlı değil ki. Hem acizliklerimi bildiğime göre aciz sayılabilir miyim?

Olsun. Artık hiç önemi yok bunların. Çünkü dağın, denizin, dünyanın, yani şimdi avucuma almakta olduğum bu taşın, yani YAŞAM'ın yükünü taşımayacağım. Onu yarın sabah doktorun masasına bırakacağım.

- Bu yazı 3 Eylül 1997 tarihinde Bakır Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde yatan hasta Mustafa K.'ya ait. Cemal Dindar'ın NAL, Bir Akıl Hastanesinin Hatıra Defteri kitabından alınmıştır. 

31 Aralık 2022 Cumartesi

2022 Biterken...

Yılın son günündeyiz sevgili blog okuru. "2021 Biterken..." adlı yazımı tam bir yıl önce bugün yayınlamıştım, Ingmar Bergman'ın (özenmekten kendimi duvardan duvara döşediğim) çalışma odasının görselleri eşliğinde paylaşmıştım yılın dökümünü; bu yıl çok sevdiğim ressam Edward Hopper'ın Felsefeye Yolculuk (Excursion into Philosophy, 1959) tablosu eşlik ediyor yazıma. Yıl boyunca felsefe, özellikle stoacı felsefe okumaları yapmaya çalıştım, yaşam felsefesi kurma gayretimi ciddi biçimde ilerlettim, bu yüzden aklıma ilk gelen görsel bu tablo oldu. 


Gelelim yılın dökümüne: 2022'nin bahar dönemi klinik psikoloji yüksek lisans eğitimimde süpervizyonla geçti, çok da iyi oldu. Üç hocamdan ayrı ayrı süpervizyon almak beni hem mutlu etti hem de geliştirdi. Bahar döneminin sonunda bitirme tezi için etik kurul başvurusu yaptım, onayımı aldım, çalışmaya başladım. Aralık itibariyle de tez tamamlandı, muhtemelen Şubat 2023 gibi savunmaya çıkıp bu macerayı da geride bırakmış olacağım. 

Ocak 2022'de serbest zamanlı başladığım Gülümse Terapi'deki psikoterapi uygulamalarım tüm hızıyla devam ediyor. Ofiste iyi bir ekip olduğumuzu düşünüyorum, kurumda liseli öğrencilerle çalışırken ofiste yetişkin yaş grubuyla bireysel ve çift terapi seansları yapıyorum, danışanlarla birlikte büyüyorum, öğreniyorum. 

Film/dizi adına yine ölü bir yıl geçirdim desem yeridir. Beğendiğim filmler blogda yazılarına yer verdiğim Son Düello, C'mon C'mon, Macbeth'in Trajedisi ve Dünyanın En Kötü İnsanı oldu. Dizi olarak annemle en baştan başladığımız Person of Interest yolculuğumuz devam ederken, ortalığı toza dumana katan House of the Dragon'u (eleştirdiğim yerleri olsa da) heyecanla izledim. 

Müzik... Spotify hesabıma göre 2022'de en çok Turgut Çıngı, Şebnem Ferah, Gojira, Sertab Erener ve Pentagram dinlemişim. Sertab'la Şebnem'i bu kadar çok dinlediğimi fark etmemiştim, Turgut Çıngı'yı Gidemem şarkısı yüzünden onlarca kez dinlerken favori metal gruplarımdan Gojira'nın özellikle Fortitude albümüne fena sardım. Pentagram ise benim için tüm zamanların favorilerinden, her sene 5. sıradaki yerini alıyor. Bu sene de Makina Elektrika albümleriyle fanlarını memnun ettiler. 

Ve kitaplar... Blogun sıkı takipçilerinin çok iyi bildiği üzere kitaplar vazgeçilmezimdir. Yine çok iyi kitaplar okudum, üzerine düşündüm, taşındım, yazdım, sildim, karaladım, tekrar yazdım. Geçen yılki yazımda kitap fiyatları ve yayıncılık krizinin olduğuna değinmişim. Malumunuz, bu sene yayıncılık daha da büyük krizlerle devam etti, kitap fiyatları sürekli arttı. Buna rağmen indirim yakaladığımda kaçırmadım; alıp henüz okuyamadıklarım da var elbette, ancak okuduklarım bana "vuhu" dedirtti. Okuyup çok sevdiğim kitaplardan bazıları:

1) Marieke Lucas Rijneveld, Akşamlar Rahatsız Edicidir

2) Tea Obreht, Bozkır

3) Evelio Rosero, Öğle Yemekleri

4) Saul Bellow, Günü Yaşa

5) Merce Rodoreda, Ölüm ve Bahar

6) Tim Winton, Dönüş

7) Douglas Stuart, Shuggie Bain

8) Jenny Offill, Hava Durumu

9) William B. Irvine, Güzel Yaşam Kılavuzu: Antik Stoacı Sevinç Sanatı

10) Frederic Lenoir, Spinoza Mucizesi, Öngörülemeyen Bir Dünyada Yaşamak ve Arayanlar İçin Açıklamalı Bilgelik

11) Louis Cozolino, Terapi Neden İşe Yarar?: Zihnimizi Kullanarak Beynimizi Değiştirmek

12) Latife Tekin, Sevgili Arsız Ölüm ve Berci Kristin Çöp Masalları

13) Ari Folman, David Polonsky, Anne Frank’ın Hatıra Defteri (Grafik Uyarlaması)

14) Faruk Duman, Sus Barbatus! 1-2-3

15) Annie Ernaux, Seneler

2021 yılın dökümünde 7 kitap yazmışım, bu sene 15 maddede 20 kitap sığdırmış oldum, demek ki daha isabetli tercihler yapmışım. Bir de geçen yıl yazıyı bitirirken bitirme tezi ve yeni roman projesinden bahsetmişim. Bitirme tezine zaten yukarıda değinmiştim, roman da tamamlandı, kitaplarını okuduğum bazı yayınevlerine gönderdim, bazıları olumsuz dönüş yaptı, bazıları henüz dönüş yapmadı. Olumlu dönüş olur mu olmaz mı şu an için bilemiyorum, beklemedeyim. Ama pek bir umudum yok, çünkü bir editörün gözünden geçmeden bir kitap dosyasının kabul alabilmesi pek mümkün görünmüyor. Yazı dili ve üslûbun yayınevine uygunluğunu da o yayınevinden bir editörle çalışmadan pek bilme durumumuz olmuyor. En azından ben üstüme düşeni şimdilik yaptığımı düşünüyorum. Sırada bir çocuk romanı var, 2023'de bunu bitirmek için mesai harcayacağım gibi görünüyor. 

Ruh ve beden sağlığımızı koruduğumuz, huzurlu ve mutlu olduğumuz, sevdiğimiz işleri yaptığımız ya da yaptığımız işleri sevdiğimiz bir yıl dilerim hepimize. Görüşmek üzere...

- Tuna 

9 Kasım 2022 Çarşamba

"Düşüncelerime Hakim Olamıyorum"

Günümüzde birçok kişi sıklıkla "düşüncelerime hakim olamıyorum" şikayetiyle bizlere başvuruyor. Ya da başvuru nedenleri arasında o nedenleri etkileyen en önemli gündem maddesi olarak karşımıza "düşünceler" çıkıyor. Gayet insani bir durum bu ancak düşüncelere hakim olamamanın çok ciddi zararları da vardır. Yalnız burada ufak gibi görünen fakat etkisi çok büyük olan bir anlam ayrımına başvurmamız yerinde olur: Düşüncelerinize hakim olmaya çalışmak... belki de asıl sorun budur! 


Milyonlarca, belki de milyarlarca insan düşüncelerini gerçek sanarak hayatına devam ediyor. Şimdi size bir soru: Düşüncelerinizin gerçek olduğunu nereden öğrendiniz? Bunu size kim öğretti? 

Genelde bu tür bir soru duymazsınız, ilk kez duyduğunuzda da önce bir afallarsınız. Bazılarınız şaşırarak "Düşünceler gerçek değil mi?" diye sorarken, bazılarınız da soruyu hemen normalleştirerek "Düşünceler elbette gerçek değil, sadece kafamın içinde olup biten şeyler" cevabını verir. Her iki durumda da şunu anlıyoruz: Cevabınız ne olursa olsun bugün size zorluk çıkaran şey düşünceleri tehditkar bir şekilde algılamaktır. 

Düşünceler nerede üretilir? Zihnimizde. Peki zihnimizde oluşan şeye bizler nasıl oluyor da gerçek diyebiliyoruz? Aslında bunları neredeyse hiçbir zaman aklımıza bile getirmiyoruz. Çünkü zihnimizin kullanma kılavuzu bizlere verilmedi. Deneyimler sayesinde zihnimizi daha doğru bir kullanıma çekmek istiyoruz. Hayatlarımızın tuhaf ironilerinden biri de bu zaten; ortalama 75 yıl boyunca kullanacağımız zihnimizle ilgili neredeyse hiçbir şey bilmezken, ortalama 4 yıl kullanacağımız bir cep telefonunun sayfalarca kullanma kılavuzu oluyor ve biz o aletin neredeyse tüm detaylarını biliyoruz. 

Gelelim bir başka açıya: Düşüncelerimiz zihnimizde oluşuyorsa ve gerçeklikleri tamamen sorgulanmaya açıksa ben düşünceleri hiç üretmem o zaman. Üretmediğim için de sorun yaşamam. Keşke bu kadar kolay olsaydı. Yani biz demek zihnimiz demek olsaydı evet, bu mümkündü. Ancak biz demek zihnimiz demek değildir. Zihinlerimiz bizim birer parçamız ama aynı zamanda bizi ifade etmeyen bir parçamız. Biraz kafa karıştırıcı olduğunu farkındayım, şöyle düşünelim o zaman: Siz gözünüz müsünüz? Bir çift göze sahip olduğunuz doğru ama kendinizi gözünüz olarak tanımlamazsınız muhtemelen. Peki siz böbreğiniz misiniz yoksa bir çift böbreğe sahip misiniz? Şimdi tekrar ele alalım durumu ve soruyu şöyle soralım: Siz zihniniz misiniz yoksa bir zihne sahip misiniz? Evet, bizler birer zihne sahibiz yalnızca. 

Ancak bizler farkında olmadan zihnimize kendimizmiş gibi davranıyoruz. Hatta çoğu zaman zihnimizin ürettiği düşüncelere bile kendimizmiş gibi davranıyoruz. Bizler düşüncelerimiz de değiliz. Düşüncelere sahibiz. 

İşte bu ayrımı yapamamak, yani kişilerin düşüncelerine bu kadar yapışması, kaynaşması aslında patolojilerin de kaynağını oluşturmaktadır. Kişiler durumu böyle algıladıklarında bu sefer ne yapıyorlar? Düşünceler zihinlerine, akıllarına gelmesin diye önlem almaya başlıyorlar. Kişiler, rahatsız oldukları düşünceler gelmesin diye hayatlarını kısıtlamaya başlıyorlar; örneğin bir yerlere gitmemeye başlıyorlar, başka kişi ve olaylarla ilişkilenmekten kaçınıyorlar, kısacası temelde kaçınma davranışlarını aktive ediyorlar. Biraz daha somutlaştırmamız gerekirse, kişiler bir anlamda kakası, çişi gelmesin diye uğraşıyorlar. Peki bu mümkün mü? Yani insanlar fizyolojileriyle, normalleriyle savaşıyorlar aslında diyebilir miyiz? Böylesi durumlarda evet diyebiliriz. 

Kişi kendi düşüncelerinden, duygularından kurtulmak için savaşmaya başladığı anda kendi normaliyle savaşa giriyor, patolojiyi de bu doğuruyor. Tuvaletinizle bir probleminiz var mı? Muhtemelen yoktur. Ama tuvaletinizin gelmesini problem olarak algılamaya başladığınız andan itibaren epey büyük bir probleme sahip olmaya başlarsınız.

Kognitif ve Metakognitif Terapiler sayesinde artık zihnimizi daha iyi tanımaya başlıyoruz. Düşüncelerimize hakim olmak zorunda değiliz, zira bu zaten mümkün de değildir. Ancak bazı durumlarda süper güç yerine geçebilecek bir özelliğimiz var: Zihnimizi daha doğru kullanarak düşüncelere verdiğimiz tepkileri değiştirebiliyoruz. İşte bu da her şeyi değiştirmek demektir. 

Sevgilerimle,

Tuna

2 Kasım 2022 Çarşamba

Hayatta Kalmak

"Biri tarafından yürekten sevilmek güç verir; birini yürekten sevmekse cesaret." Lao Tzu

Yaşamımızın ilk yılları annemizi tanımaya, onun kokusuna, tadına, hissine ve yüzünün nasıl göründüğüne adanmıştır. Zamanla annemizin varlığı güven anlamına geldikçe, onun bize uyum sağlayabildiğini ve sıkıntımızı giderebildiğini deneyimleriz. Büyüdükçe annemiz ve babamız içgüdülerimizle ahenk içinde beynimizi bütünüyle şekillendirirler.


Bir insan yavrusunun hayatta kalması hızlı koşabilmesine, ağaca tırmanabilmesine, yenilebilir mantarı zehirlisinden ayırt edebilmesine bağlı değildir. Bizlerin hayatta kalması, çevremizdekilerin ihtiyaç ve niyetlerini tespit etmede ne kadar yetenekli olduğumuza bağlıdır. İnsanlar için, başlıca çevreyi öteki insanlar oluşturur. Eğer ilişkilerde başarılı isek yiyeceğimiz, barınağımız, korumamız ve çocuklarımız olur. İhtiyaçlarımızı başkaları ile birbirimize bağlı olmamız üzerinden karşılarız ve bu da bir çocuğun zihninde terk edilmenin neden ölümle bir tutulduğunu açıklar.

Günümüz toplumunda yetişkinlerin aynı anda pek çok işi yapması, iş ve aile sorumluluklarını dengede tutması, sonsuz bilgiyi yönetmesi ve stresle başa çıkması gerekir. Kendi bakış açımızı kaybetmememiz, ne için savaşacağımızı özenle seçmemiz ve bitmek bilmeyen talepler içinde kendimizi unutmamamız gerekir. Bizi tüm bunları yapabilmeye en iyi ne hazırlar? Bazı bakımlardan, atalarımızı onların dünyasında hayatta kalmaya hazırlayan her neyse aynısı: Erken dönem fiziksel ve duygusal bakım.

Erken dönem bakım beynimizin çok yönlü sistemlerinin gelişmesinde ve bütünleşmesinde hayati rol oynar. Prefrontal korteksin erken dönem sağlıklı ilişkiler ile ideal biçimde şekillenmesi kendimiz hakkında olumlu düşünmemizi, başkalarına güvenmemizi, duygularımızı düzenlememizi, pozitif beklentiler içinde olmamızı, entelektüel ve duygusal zekamızı anbean problem çözmede kullanmamızı sağlar. Buna göre Darwin'in doğal seçilim teorisine göre bugün yeni bir eklemede bulunabiliriz: En iyi bakımı alanlar, karmaşık sosyal dünyada hayatta kalma ihtimali en yüksek olanlardır.

Ebeveynlerin ihmali, terki ya da çocuklarına duyarsız oluşu çocuğa hayatta kalmaya uygun olmadığı mesajı verir. Bu mesaj kasıtlı verilmese de genç beyinlerin bilgiyi işleyiş şeklinin doğal bir yan ürünüdür. Sonuç olarak, çocuğun beyni onun uzun dönem hayatta kalışını desteklemeyecek biçimde şekillenir. Sevgisiz davranışlar çocuklara dünyanın tehlikeli bir yer olduğu mesajını verir ve onlara "araştırma, keşfetme ve en önemlisi risk alma" der. Çocuk travma geçirir, istismara uğrar ya da ihmal edilirse; büyüdüğü zaman sağlıkla ve uzun süre hayatta kalma ile ters düşen düşünceler, ruh halleri, duygular ve bağışıklık fonksiyonları geliştirirler. Bir diğer deyişle, bizi öldürmeyen şey zayıflatır.

Danışanlarımız eşlerinden şikayet etmeye bayılırlar. Ancak şunu da akılda tutmakta yarar var: Herkes yanlış kişi ile evlidir. Amacım herkesin eş seçerken kötü bir tercihte bulunduğunu söylemek değil. Demek istediğim şu: Herkes eşinden onun veremeyeceği bir şey beklemektedir - o hep istediği anne/babayı... Bu yüzden, sonuçta her zaman beraber olduğumuz kişiye kırgın oluruz. Çünkü onu, istediğimizi verebilecek bir başkası ile kıyaslarız. Bu fantezi, yaşamımızın ilk günlerinden beri var olan duyulmak, görülmek, hissedilmek ve anlaşılmak ihtiyaçlarımız ile iç içe geçmiştir. Eşimize bütün bunları nasıl yapacağı konusunda yardım edebiliriz. Ama hiçbir eş bir fantezi ile yarışamaz.

- Louis Cozolino, Terapi Neden İşe Yarar?

25 Eylül 2022 Pazar

Yas ve Melankoli

Freud, "Narsisizm Üzerine" (1915) adlı makalesinde, iki uçlu bozukluk (bipolar) tanısında sık gözlenen bir özellik olan megalomani ve grandiyozite üzerine düşünmüştür. İki uçlu bozukluk tanısı ve altında yatan dinamiklere dair kapsamlı bir düşünme girişmesi ise ancak 1917 yılında yayımlanan "Yas ve Melankoli" metniyle olur. 


Aslında hem Karl Abraham'ın hem de Freud'un bakışı kendisinden önceki pek çok klinisyenle aynı çizgidedir; manik atakları ve melankolik ataklar farklı görünümlerine karşın ortak dinamiklerle tetiklenmektedir. Bu temel anlayışın, yani melankoli ve maninin aynı madalyonun iki farklı yüzü olduğu fikri, psikanalizin o güne değin melankoli üzerine geliştirdiği anlayışı mani için de kullanmasını olanaklı kılar. Freud, mani hecmelere (ataklara) ilişkin bu ilk kuramsallaştırma çabasında oldukça ihtiyatlıdır, bu adımı geliştirilmeye muhtaç bir ilk deneme olarak görür. Tutarlıymış gibi duran bir açıklama önermiş olsa da kendi önerisinin yeterince açıklayıcı olmadığını düşünür ve yanıtlanması gereken pek çok soruyu okuyucularına hatırlatır. Bu sorulardan en önemlisi, neden her depresif bireyin manik bir döneme geçmediğidir. Bu soruya verilebilecek ilk yanıt, aynı makale boyunca tartıştığı melankoli ve yas ayrımı olabilirdi: Melankoli bir anlamda yas süreçlerinin sağlıklı işleyemediği ağır çökkünlük dönemleridir ve yas süreçlerine kıyasla daha ağır bir tablodur. Yas süreçleri, kişinin ruhsal gelişimine katkılar sağlarken, melankolik süreçler çoğu kez kısır ve yıkıcı süreçlerdir. 

Bu bağlamda, melankolinin yarattığı ruhsal ıstırabın daha kesif olduğu ya da melankolik bireylerin ruhsal acıyı yaşama, hüzne yer verebilme kapasitelerinin çok daha sınırlı olduğu söylenebilir ve bu yüzden manik bir kayma yaşamalarının daha olası olduğu öne sürülebilir. Ancak, ne her manik epizot bir melankolik sürece ardıl olarak gelişir ne de melankoli eğilimi olan her birey manik epizotlar yaşar. 

(...)

R. Rousullian (2016), Freud'un "Yas ve Melankoli" makalesinin ana konusunun duygulanım bozuklukları olmadığını, ana konunun narsisizm olduğunu öne sürer. Ona göre Freud'un yas ve melankoli ayrımına ilişkin önerdiği belirteçler esasında narsisitik bir yapı farkına işaret etmektedir. Freud, bu metninde melankoli için üç temel koşuldan söz eder; "nesne kaybı", "ikirciklilik" ve "libidonun benliğe geri dönmesi". Bunlardan ilk ikisinin melankoliye spesifik olmadığı, yas süreçlerinde de ortaya çıktığı açık olduğuna göre, melankoliyi yastan ayırt eden ana öğenin "libidonun bene geri dönüşü" olarak tanımlanan süreç olduğu açıktır. "Libidonun bene geri dönüşü" ifadesi de zaten Freud'un bakışıyla narsistik problematiğin en kısa tanımıdır; dolayısıyla melankoli narsistik bir problematiktir diyebiliriz. 

- İshak Sayğılı, İki Uçlu Bozukluk Üzerine Psikanalizin Söyledikleri ve Söylemedikleri. Bu yazının tamamı Psikeart Dergisinin Eylül-Ekim 2022 tarihli "Bipolar Bozukluk" sayısında yayımlanmıştır. 

20 Eylül 2022 Salı

Kişisel Otoritenin Kazanılması

Yaşamın ikinci yarısında, iki büyük görev bizi bekler. İlki, kişisel otoritenin kazanılmasıdır. Bu ne anlama gelir? Hepimiz hayata naif ve başkalarına bağımlı olarak başlarız, kendi ihtiyaçlarımızı karşılamak ve hatta bazen hayatta kalmak için çevrenin dayattığı koşullara (aile, sosyoekonomik şartlar, kültürel zorunluluklar vb.) uyum sağlamak zorundayızdır. Her bir adaptasyon, içgüdüsel hakikatlerin, kişisel ihtiyaçların, tercihlerin ve ruhun arzularının feda edilmesini gerektirir. Gerekli adaptasyonların tekrarı, yetkenin kendi dışımızda yerleşmesine yol açar. 


Bununla birlikte, zamanla bu dış otoriteler yer değiştirir ve kompleks olarak içselleştirilerek bizi içeriden yönetmeye başlar. En güçlülerimiz bile, bu içsel tiranlara tabidir. Bilinçli varlıklar olduğumuza inanırız, aslında çoğu zaman, hatta her zaman, kişisel geçmişimizden kaynaklanan otoritelere ve günümüzün hüküm süren çeşitli değerlerine tabiyizdir.

Ruhumuz kişisel otoritemizi geri kazanmamızı ister ve bu günlük olarak bizi bekleyen bir görevdir. Genellikle, en azından acı, kendimiz ya da çevremizdekiler için tahammül edilemez hale gelinceye kadar, ruhun gündemini mümkün olduğu kadar bastırarak, ruhumuzun bu taleplerinden kaçmaya çalışırız, ta ki bu taleplere kulak vermek mecburiyetinde kalıncaya dek. Hepimiz dış otoriteyi benimsemeye koşullandığımız ve bu tür öğütleri, gündemleri ve tepkileri kendi komplekslerimiz olarak içselleştirdiğimiz için kişisel otoritemizi tekrar geri kazanmak zor, hatta korkutucu bir görevdir. Balık suda yüzdüğünün farkında mıdır? Dış otoritelere değil, tümü geçmişimize bağlı olan algılar ve tepkiler denizinde yüzdüğümüzü kavrayabilir miyiz? Beklentiler ve sonuçlar arasındaki tutarsızlık artık inkâr edilemez hale gelinceye kadar bu örtük otoriteleri ve etki alanlarını sorgulamamız çok düşük bir ihtimaldir. 

"Kişisel otorite" nelerden oluşur? En basit ifadeyle, kişinin kendisi için doğru olanı bulması ve bu dünyada onu yaşamasıdır. Eğer yaşanmazsa, bizim için henüz gerçek değildir ve Sartre'ın "kötü inanç", teoloğun "günah", terapistin "nevroz" ve varoluşsal filozofun "otantik olmayan varlık" olarak adlandırdığı duruma katlanmak zorunda kalırız. Başkalarının haklarına ve bakış açılarına saygılı olan kişisel otorite, narsisist veya yayılımcı değildir. Var etmek istediklerimizin akçakgönüllü bir kabulüdür. Eğer ego içimizden çıkıp yaşamak isteyen bu enerjinin önünden çekilmezse, bu enerji patolojik patlamalara dönüşerek bizi çiğner ya da bedenlerimiz senelerce varolmaya devam etse de, içimizdeki çok hayati bir şey ölür. 

Hepimiz, bundan kaçsak bile, esasında bu çağrının bize her gün yapıldığını biliriz: Sizin için doğru olanı bulun ve onu yaşama cesareti gösterin, başta başkalarını şaşırtabilir ve korkutabilirsiniz, ancak zamanla dünya size saygı gösterecektir.

7 Eylül 2022 Çarşamba

Hastadan Öğrenmek, Bir Psikanalistin Danışma Odası

Yorumlama Seçimi: Bazı Örnekler

Bu malzemeye elbette çok sayıda olası yanıt bulunur. İç denetim çalışmalarının bir kısmı, hastanın ve iyileşme sürecinin çıkarlarına neyin en iyi şekilde hizmet edebileceğini değerlendirmektir. Müdahale etmeden önce kendime bir "tereddüt dönemi" (Winnicott, 1958: Bölüm 4) tanımış olsam aklımdan geçebilecek seçenekleri genişleterek farklı olasılıklar sunacağım.

Terapistlerin düşünmek için zamana ihtiyacı vardır ancak terapistin kendisi bir hastanın söylediği şeyin miktarı (veya etkisi) yüzünden boğulmuş hissetmediği sürece, insan zihni, aynı boğulan bir kişininki gibi, çok hızlı çalışabilir. Kendini bunalmış hissederse, ayrıntılı içeriğinde kaybolma riskine girmeden önce iletişimin biçimine (tüm ağırlığı veya hacmine) dikkat kesilmesi daha yararlı olacaktır.


Ayrıntıları Terapi ile İlişkilendirmek

Bunu terapiyle ilişkilendirerek hastanın sözlerindeki detayları ona tekrarlamak, terapist tarafından epey yaygın yapılan bir yorumdur lakin bu, çok yoğun biçimde uygulandığında, bir yorum değil bir ders haline gelir. Örneğin bir hastaya şöyle yanıtlar verildiğini duydum:

"Bence siz, gelecekteki işlerin sizin için nasıl olacağını  öngörerek kaygınızı azaltabilmem için benim bir kahin olmamı isterdiniz. Ayrıca, daha yeni okumaya başladığınız kitapta olduğu gibi, terapinizi erken bırakarak neyin 'okunmamış' kaldığını merak ediyor olabilirsiniz. Artık geçmiş yaşamınızı ya da geleceğinizi daha derinlemesine inceleyecek vaktimiz yok; öyleyse, rüyanızda boğulan kişi siz olabilirsiniz, bu da benim sizi kurtarmak için dalmaya tereddüt eden kişi olarak temsil edildiğimi gösterir. Daha fazla terapi almak yerine, Proust'u kendi kendinize okumayı planlıyorsunuz, bu kendi kendinizin terapisti olmak, geçmiş yaşamınızdan kurtarabileceğiniz kadarını kurtarmak ve bunu kendi başınıza yapmak için bir girişim olabilir."

Bu, hastanın söylediklerinin çoğunu kapsar ve terapi etrafında epey düzgün bir şekilde bir araya getirir. Hatta hepsi doğru da olabilir. Oysa iç denetim, buradaki odak noksanlığının farkına varmamıza yardımcı olur. Deneme özdeşleşimini kullanırsak bu daha da netleşir. Bir hastanın buna tepkisi ne olurdu? Farz edin ki bu uzun yoruma "Evet" diye karşılık verdi, neye "Evet" demiş olacak?

Ayrıca, bu kuşatıcı yorumla hastanın bombardımana tutulduğu hissine de kapılabiliriz. Hasta ya terapistin her şeyi (eğer uyuyorsa) bu şekilde bir araya getirme becerisinden etkilenir ya da sanki öyle olmak zorundaymış gibi her şeyin terapistle ilişkili olduğu temel varsayımından rahatsız olabilir. 

Bu tarz yorumlamanın tedavi sürecini geliştirmesi olası değildir. Hastaya, seansın bu noktasında, aktardıklarının hangi kısmının en acil olduğunu ayırt etmeye yönelik yol göstermesi için izin verilmez. 

- Patrick J. Casement, Hastadan Öğrenmek 

4 Ağustos 2022 Perşembe

Terapi Odası

Psikoterapist kadın mı erkek mi olsun? Terapi dünyasında kadınlar ağırlıklıdır, peki neden? Psikoterapi (bence) rant getiren bir alan değil. Psikoterapi yapmak ve hayatımızı bu yolla kazanmak istiyorsak çok uzun yıllar eğitimlerden geçeriz ve iyi bir klinisyen olmayı öğreniriz. Rantın az bulunduğu hatta olmadığı bir yerde doğal olarak erkekler az bulunur. Terapi dünyası kadınlara bırakılan bir alandır. Ayfer Tunç benzer bir ifadeyi edebiyat dünyası için de söyler: Bir alanda kadınlar artıyorsa o alanda değersizleşme vardır, bakın akademik dünya, edebiyat dünyası, terapi dünyası. Bu durumun yarattığı şöyle bir olumlu taraf var, rant olmadığı için nitelik yükseliyor. Terapide bir rant olmadığı için kadınlar bu alanda ciddi bir engellenmeyle de karşılaşmıyorlar.




Cinsiyetleri bir kenara bırakırsak, terapi nerede ve nasıl iş görür? Ne bekleriz? Ne buluruz? 

Terapiye kendimizi yok olmaktan kurtarmak adına da gideriz. Yok olma korkusu bizim toplumumuzda iliklerimize kadar işlemiştir. Kendini hep yok edilme korkusu içinde bulan bir toplumuz. Hem kendimizi bu kadar "büyük" görmemiz hem de bu kadar yüksek bir beka korkusu yaşamamız çok manidar bir durum toplumumuz adına. 

Ben neler yapıyorum/yapmaya çalışıyorum terapi odasında? Öğrendiğim yöntem ve tekniklerin ışığında nasıl en iyi çalışabiliyorsam, kendi pratiğimi bu şekilde oturtmaya gayret ediyorum. Tamamen uygulamalı bir alan olduğu için farklı hayatlardan gelen kişilerle zihinlerimizin aynı frekansta uyumlanmasını sağlamak adına kuramsal zeminler ve rotalar belirlemeye çalışıyorum. 

Genel olarak bahsedecek olursam; Uygulandıkça kompaktlaşıyor terapi (sıkı ve yoğun), lafı çok uzatmanıza gerek kalmıyor, daha kristalize oluyor zihninizde uyuma yönelik olmayan düşünce ve davranışlar. İlk aşama tersine mühendislik, yapanlar nasıl yapmış görmeye çalıştığımız bir bölüm. Terapide, tersine mühendislik gerçek hayattan örnekleri kapsayabilir, daha önce benzer sorunlarla başvuran ve onlar nasıl aştı örnekleri olabilir. Bu zamana kadar danışanın sorununu sürdüren düşünceleri-yaşadığı sorunla ilgili sahip olduğu bilgilerini yokluyor ve bir anlamda bunların tozunu alıyoruz. Düşüncelerimizin, bilgilerimizin tozunu alıyoruz, çünkü bilgi kirliliği ve mitler psikolojide çok fazla. Bir anlamda danışanın içinde yaşadığı bağlamı ve oluşturduğu yapıyı görüyorum. 

Sonraki aşama: Yaşanılan sıkıntılar nerelerden besleniyor, bu hikâyeler nereden geliyor? başlığını taşıyor. Terapide sorunlar/sıkıntılar nereden geliyor, diye soruyoruz. Bunları nasıl oluyor da yaşıyoruz? Bize bu sorunu sürdüren, düşünceleri uzatan ve o sorun davranışları sergilememize neden olan uyaranlar-tetikleyiciler nelerdir, danışanla bunları inceliyoruz. Bu aşamada artık biraz daha içerikle ilgileniyoruz. Esasında hiçbir sorunun büsbütün yepyeni bir sorun olmadığını da konuşuyoruz burada. Yaşadığımız durumların emsali görülmemiş olmadığını konuşuyoruz. (Tersi de olabilir elbette.) Çünkü çoğu danışan yaşadığı şeyleri sadece kendisi yaşıyormuş gibi algılayabiliyor. Bir bütünün, akış halindeki bir bütünün parçası olduğumuzu fark etmek ilerlemede önemli yere sahip. Danışanın burada sahip olduğu birikimi anlamaya çalışıyorum. Çünkü hiçbir danışan karşımıza bembeyaz bir sayfayla gelmez. Danışanlar; karalanmış, yazılmış, çizilmiş, yırtılmış, koparılmış, atılmış, tekrar yapıştırılmış sayfalarla gelirler karşımıza. Danışanın karşımıza kadar gelen sürecindeki bütün birikimini önemsiyorum; eleştirmeden, yargılamadan, olduğu gibi kabul ederek, danışanın kendi hakkında uzman olduğunun bilinciyle danışanı tedaviye angaje ediyorum. Yapacağımız yeni deneyler bütün bu birikimin üzerine inşa ediliyor. 

Terapiye gelen danışanlar, terapiye giden başka arkadaşlarıyla konuştuklarında genelde derler ki, "Kafamda öyle bir hareketlilik var ki daha önce yapılmayan bir şeyi yapacakmışız gibi." Böyle bir şey genelde olmaz ama danışan için yepyeni bir şey olabilir. Orijinallik peşinde değil, danışana iyi gelecek egzersizlerin peşinden koşuyoruz. Kanıta dayalı terapilerin büyük sandığından hangi kıyafetler bu danışana uyar, bunları deniyoruz bir anlamda. 10 yüzyıl önce yaşanılan benzer insan düşünceleri ve davranışları günümüzde nasıl tezahür ediyor, o zamanın şifahanelerinde benzer neler yapılmış, günümüzde neler yapılıyor, aradan geçen 10 yüzyılda biz insanların yaşadıkları nasıl birbirine benzer şeyler, bu yaşantılar birbiriyle nasıl konuşuyor? Danışan bunları gördükçe gelişmeye, ilerlemeye, vizyonunu genişletmeye başlıyor. (Bu kısım çoğu meslektaşım için gereksiz gelebilir.)

Bir sonraki aşamada "eyleme geçiyorum" başlıyor. Burada ön sözleşmemiz şu; yöntemi denemeyi istemek. Yöntemi denemeyi isteyenlerle bu süreç keyifli bir şekilde devam eder, in vivo exposure’lar (gerçek hayatta alıştırmalar) sayesinde, davranışçı aktivitelerle danışan kendinin başka ve yeni ve belki de hiç düşünemediği durumlarında bu deneyleri yapabilir mi? Bu uygulamalarda danışan alıştırmaların ve egzersizlerin çalıştıklarını/işe yaradıklarını gördükçe ilk iki aşamada yapılan paylaşımların, verilen psikoeğitimlerin çok katkısı oluyor. 

Terapiye kimler geliyor, nasıl etkileniyorlar? Haftalık egzersizleri düzenli kontrol etme kısmına geldiklerinde deneme-yanılma, deneme-yeniyi öğrenme, deneme-yapabiliyorum demeye başlama-kognitif yapının hızlıca değişime başlaması basamaklarında terapi daha canlı ve aksiyon dolu olmaya başlıyor. Danışanların bir kısmı diyor ki, "Sakın bana yazdırmayın, ben sadece biraz daha dinlemek, konuşmak ve anlaşılmak için geldim." Bir kısım danışan diyor ki, "Bana bunları yaptırtmayın, korktuğum her şey gerçekleşirse?" İşte sorunu sürdüren faktörlerden biri bu zaten: Danışanın bilişsel çarpıtmaları. Biri diyor ki, "Ben sadece denemek istedim." Başka birisi diyor ki, "Ben gidişatımdan memnun değilim, sanki kötü bir şeyler olacak ve hasta olacağım, hasta olmamak adına neler yapabilirim, bunları öğrenmeye geldim." Bu danışan çeşitliği arasında "bana sakın bunları yaptırtmayın" diyen kişilerin, yapacak daha yaratıcı aktiviteler bulup ofisten çıktıklarında ben müthiş mutlu oluyorum. Mekanizmayı anlamış, artık kendinin terapisti olmuş. Terapi gündemlerimiz dışında yaşadığı hayat karşısında da yeni becerileri kendi kendine geliştiriyor, kendinin terapisti olabilmiş, bu harika bir şey danışan adına.

İnsanların terapinin sonunda öğrenmiş, aydınlanmış bir şekilde ayrılmasını bekliyoruz. Mekanizmayı öğrenmiş olması çok önemli. Ama bu şu demek değil, onları poh pohlamak, sen iyisin aslansın kaplansın değil, alâkası yok bunlarla, insanlara yapamayacakları şeyleri yaptırtmıyoruz, böyle bir şey talep bile etmiyoruz zaten. Aslında yapabilecekleri ama bilişsel çarpıtmalar nedeniyle yapmaktan imtina ettikleri davranışları alıştırmalar, egzersizlerle kademe kademe yapıyoruz ve değişim zaten kaçınılmaz olduğu için mekanizmanın nasıl çalıştığını anlayan kişiler öğrenmeye de başlıyor. Sorun davranış öğrenildiği için kalıplaşır, demek ki davranışı sorun olmaktan çıkartan yeni bilişler ve davranışlar da öğrenilebilir. Bu yüzden teknik eğitim önemlidir. Sanat eğitimleri de dahil olmak üzere eğitim dediğimiz şey çoğunlukla tekniktir. Ancak bizler tekniker değil klinisyeniz. Yani birine heykel eğitimi verebilirsiniz ama ne heykeli yapacağını öğretemezsiniz. Danışanlara da sorun davranışlarıyla ilgili teknik eğitimi teorik ve uygulamalı verebilirsiniz ama nasıl bir insan olarak hayatına devam edeceğini belirleyemezsiniz. 

Herkesin hayatında bir merkez vardır. Merkez dediğimiz şey fıstık olsun, hayatımız da çikolata olsun, bunu bir araya getiriyorlar, sonra biz bunu yiyoruz, biri de bize diyor ki neymiş bu söyle hadi: Tadını aldım, bu fıstıklı çikolata ama bana çıkar o fıstığı geri ver dediğinde, ben onu çıkaramam. Ama tadını aldım. Yani sezgisel de öğreniyoruz ama bu sezgiselliğin içinde deneyimsel öğrenme de var. Başkası o merkezi oraya koyduğunda böyle bakmak bizi soyutluyor elbette, başka hayatlara müdahale edemiyoruz, kişi kendi çalışmalarında o merkezi kendisi koyacak oraya, diğer parçaları da merkezin etrafına yaymaya başlayacak. Birbirine doğru çekilmesini bekliyoruz yeniden kurduğumuz/inşa ettiğimiz ya da yoktan var ettiğimiz parçaları bu bütünün içinde, bu sayede manyetik alanı yaratmaya başlamış oluyoruz. 

Bu yazdıklarım belki de çoğu meslektaşım için gereksiz gelebilir. Ancak ben öyle düşünmüyorum. Yaptığımız işin tek bir boyutu ve yapılış şekli yok. Terapilerde asıl önemli noktanın kanıta dayalı bir şekilde çalışmak olduğundan hareket ederek bu sağlam zeminin üstüne kendi klinik pratiğimi böyle bir felsefi anlayışla geliştirmeye çalışıyorum. 

Buraya kadar okuduğunuz için teşekkürler, umarım faydalı olmuştur, sevgilerimle.

Tuna

29 Temmuz 2022 Cuma

Terapinin Aşırısı İyidir

Psikoterapi, bir anlamda denize girmek gibidir. 

Kişi, denize girmeden önce (çok istekli değilse) yavaş yavaş, küçük, kararsız adımlarla kıyıya gelir. Mayosunu giymiştir, biraz şanslıysa yanında sevdiği bir-iki kişi de vardır. Minik dalgaların kıyıya vurduğu yerde ayaklarını sokar, en fazla bileklerine kadar. İlk başta su soğuk gelir, geriye doğru zıplar. Yine de denize girmek istiyordur; yüzmek, ferahlamak, yazın tadını çıkarmak istiyordur, alışmak biraz zaman alıyordur. Suya girdikten sonra suyun belirsizliği, suyun içinde neler olup bittiğinin görünemezliği de kişide belli bir korkuya neden olabilir. Bu kadar sığ sularda bir şey olmayacağı garantisi etraftan verilir. Bu kişi kadar çok düşünmeyenler, pervasız bir şekilde suya “dalıyordur.” Yeniden cesaret ederek ayaklarını suya sokan kişi, yine suyu soğuk algılayacak ama bu sefer beklendik bir soğuk olacaktır bu. Çünkü az önce hissetmiş, deneyimlemiştir o soğuğu. Ve suyun içine adım atmaya başlayacaktır. Her adımda su soğuk olduğu için hızlı ve kesik kesik nefes alıp verecek ama yine de yürümeye devam edecektir. Derken dizlerini geçmeye başlayan suyun içine tüm bedenini sokacaktır. 


Psikoterapi biraz böyledir. Kişi yardım almak, sorunlarını çözmek ve bu sayede hayatın tadını çıkarmak ister. Ancak alışmak biraz zaman alabilir. Terapinin içine girmeden, içinde ne olduğu dışarıdan bakarak anlaşılamaz. Her kişi için her kıyı ve her deniz nasıl ki uygun olmayabilirse, terapide de kişi kendine uygun kıyılar arayabilir. Uygun kıyılar hem uygun terapi yöntemi hem de uygun terapist demektir. Bu süreçte iki kişinin zihninin birleşmesi vardır, bu birleşme güven temasının üzerinde kuruludur. Kişi kendine veya yanındaki kişiye güvenmiyorsa denize girmek istemez. 

Tabii iş denize girmekle bitmez. Yüzmek, dalmak, kulaç atmak, eğlenmek de bu işin doğasında vardır. Terapinin içinde de kişiler çabalar. Suya alışırlar. Bazen derinlere dalarlar, tehlikeli oluyorsa terapist kişiyi derinlerden çekip çıkarabilir. Kişi kulaç attıkça, suyun üstünde kaldıkça, bir noktadan başka bir noktaya yüzebildiğini ve yol alabildiğini gördükçe motive olur. Tüm bu aşamalarda terapisti yanında olur. 

Ancak denizde dalga vardır. Terapist denize hükmedemez. Terapist Poseidon’dan rol çalamaz. Denize giren kişiye kılavuzluk edebilir terapist. Denizde dalga, dışarıda rüzgâr çıkabilir. Deniz ve dalgalar yabanileşebilir, saldırganlaşabilir. Bu da esasında zaten gündelik hayatlarımızın bir parçasıdır. Hayatlarımız dalgalı, olaylar zaman zaman saldırgandır. Terapötik düşüncenin aşırısı bu bakımdan iyidir. Geçici bir süreliğine kişi terapide olduğunu ve normalden daha çok çabalamasının uzun dönemde sağlıklı sonuçlar doğurabileceğini hesap edebilirse, terapisine devam ederken terapisiyle ilgili aşırı düşünce ve eylemleri (ses kaydı, not almaları, günlük tutmaları, egzersiz ve görev çizelgelerini ihmal etmemeleri, vb.) kişiyi zihinsel açıdan meşgul eder. Bir sonraki seansın açılışı bir önceki seansla kurulacak bağlantı, kişiye verilen egzersiz ve görevlerin gözden geçirilmesi olacağı için, kişinin aşırı terapi düşüncesi bu zaman dilimi için faydalıdır. Yani yabani ve saldırganlıktan kastımız terapinin kendisiyse. 

Gelin görün ki terapiye giden kişi için de hayat yine olması gerektiği gibi olacaktır. Evren böyledir. Evrenin kendi yasaları vardır, biz faniler, evrenin yasalarına uyarak hayatta kalmaya ve yaşamaya çalışıyoruz. Bu da çok ciddi uğraş demektir. Bu uğraş esnasında terapiye de gerçekçi bir gözle bakmamız ve evrenin yasalarından terapinin ayrı olmadığını bilmemiz yerinde olacaktır. 

Bu bakımdan terapi her zaman keyif vermek zorunda değildir. Derin çalışmalar hiç böyle olmamıştır. Zaman zaman, denizin çarşaf gibi olduğu, bir tehlikenin olmadığı durumlarda su nasıl keyif verir ve bizi ferahlatırsa, terapi de eğlenceli, hoş, komik, yaratıcı, esenlik sağlayan, ferahlık getiren bir alan olabilir. Ama öyle zamanlar gelir ki, terapi korkutucu da olabilir. Gerçekten iyi olan hiçbir terapi naif değildir aslında. 

Terapi bir senfoni gibidir aynı zamanda. Birbirinden farklı enstrümanlar vardır, hepsi sırası gelince devreye girer, ses verirler. Bütün bir ahenk ve düzen vardır senfonide. Orkestra şefini takip eder müzisyenler. Şef, terapisttir. Müzisyenler, danışanların farklı özellikleridir. Hangi durumda hangi enstrümanını kullanacağını öğrenen birer yaşam yolcusudur danışanlar.

Şunu demek psikoterapiler için çok yanlış olmaz sanırım: Aynı anda hem şiddet hem de cazibe vardır. Sudaki dalgalar şiddetli ve denizin rengi enfestir. Şiddet ve cazibeyi birbirinden ayırmak mümkün olmadığı gibi gereksizdir de. Bazen kısa süreli terapiler yumuşak ve sessizdir. Hatta bazen uzun süreli terapiler için de bu söylenebilir - nadir de olsa. Ama genel olarak, gerçekten iyi icra edilen bir terapide huzur ve kavga, dinginlik ve kaos bir aradadır. 

Çoğu kez kişilerin kafası karışır, uzun süreli terapi mi yoksa kısa süreli terapi mi? Bu soruya verilebilecek net bir yanıt olmamakla birlikte genelde kısa süreli terapilerin daha çok suçlandığını görebiliyoruz. Kısa süreli terapilerin sığ, yüzeysel, basit gibi kelimelerle yaftalandığına şahit olabiliyoruz. Ancak durum pek de böyle değildir; kısa süreli terapi uygulayan bir klinisyen yöntem ve teknikleri zamanında, yerinde, uygun biçimde uygulamalıdır, bu da kısa zamanda danışanın iyileşmesi demektir. 

Kısa süreli terapiler uygulayan klinisyen canlı, aksiyon dolu seanslar yapar ve maharetini her an göstermek zorundadır. Ayfer Tunç'un roman ve öykü benzetmesini kullanacak olursam diyebilirim ki; psikoterapi, kimsenin kimseyi dövmediği bir boks maçı gibidir. Uzun süreli terapilerde toplanılan puanlarla maçı kazanabilirsiniz ama kısa süreli terapilerde nakavt etmek zorundasınız. 

Sevgiler,

Tuna