18 Ağustos 2022 Perşembe

Kapağı Kaybolmuş Tükenmez Kalemlerin İntikamı

“Fermuarların Çalışma Prensibi” adlı hikâyesini yazmak için tüm notlarını gözden geçirdi. Daktiloya takacağı kâğıtları ayarladı, daktilosu tabii ki Remington markaydı. Yıllar önce Ağaçkakan’ı okurken nasıl da heveslenmişti Remington kullanmaya. İnsanlık için küçük kendisi için büyük bir mutluluktu elbette. Kendisiyle çok gurur duymazdı, esasen biraz düşününce Remington daktilo kullanmanın da pek gurur duyulacak bir yanı olmadığını kendine söylemişti. Kendine hep böyle davranıyordu.


Bir fincan Amerikan kahvesi yapmak için mutfağa gitti. Ropdöşambırını giymişti. Pahalı bir şey değildi. Az önce yaktığı Marlboro dudaklarının arasında beklerken iki yıldır oturduğu bu dairenin mutfak camlarını hiç sildirmediğini fark etti. Bunu fark edecek zaman değildi aslında ancak gel gör ki aklından geçen adamlar Raymond Carver, Tom Robbins, John Cheever gibi edebiyat devleriydi. Bu yüzden, işte sırf bu yüzden iki yıldır oturduğu dairenin camlarını sildirmemesine ayrıca dikkat etmesi çok iyi bir gelişmeydi. Çünkü iki yıldır doğru düzgün hiçbir şey yazmamıştı. Daha doğrusu yazamamıştı. Bu çok can sıkıcı durumu bertaraf etmeye çalıştıysa da pek becerikli davranamamıştı anlaşılan. Çünkü geliri iyiydi, çünkü oturduğu bu daire babasının varlıklı bir arkadaşına aitti ve kira vermiyordu, çünkü faturaları düzenli olarak çalıştığı şirket tarafından ödeniyordu. Çünkü hiç kadın derdi olmuyor, istemediği kadar kız ona kur yapıyordu. Hayatında neredeyse hiçbir zorluk yoktu. Carver’ın, Cheever’ın hayatları ise zorluklarla mücadele etmekle geçmişti. 

Sonunda fermuarların çalışma prensibi diye bir şey bulmuş ve heyecanlanmıştı. Üniversite döneminde adı sanı duyulmayan birkaç fanzinde hikâyeleri yayımlanmıştı. O fanzinleri hâlâ saklıyordu. Devamı gelmemişti ne yazık ki. Yüksek lisans eğitimi için Georgia State’e gitmek zorunda kalmış, dönünce mecburi vatan hizmetini tamamlamış, abisinin bir bağlantısı sonucu iyi bir teknoloji firmasında yazılım geliştirme bölümünde işe başlamıştı. Maddi anlamda bu kadar yüksek standartlara sahipken, babasının varlıklı arkadaşının artık unuttuğu bu dairesine yerleşmişti. 

Saat geceyarısını geçmişti ve nihayet mahallenin sesleri kesilmişti. İkâmet ettiği bu yerde mahalle sesleri aralıksız on sekiz saat yayın yapıyordu. Onun yazmak ve düşünmek ve hatta yaşamak için çokça sessizliğe ihtiyacı vardı. Bu yüzden kahveyi fincana doldurdu, buzdolabının fişini çekti, masasının başına dönerken salonun ışığını kapattı, masa ışığı olan soluk yeşil lambayı yaktı. Biten sigarasını küllüğe gömdü, cep telefonu kapattı, bir yudum kahve alacakken fincanı mutfakta bıraktığını anladı. Pofladı. Söylenerek yerinden kalktı, mutfağa gitti, geçen gün bir anlık öfkeyle duvara fırlattığı porselen fincanın yerine dolaplardan birinde bulduğu cam fincanı kullanıyordu artık. Tezgâhın üstündeki cam fincanın çatlayarak içindeki kahveyi kan sızarmış gibi dışarı bırakışını gördü. Söylenmesi sertleşti. Su bardağında da kahve içilebilir, ki yeniden kahve yapması gerekirdi ama makinede kahve kalmamıştı. 

Bununla uğraşmak yerine masasına dönerek Marlboro paketini arandı. Yığılı kâğıtların altında can cekişen paketin içi tam takır kuru bakırdı. Bu deyişi sigara paketine yaptığına o an inanamadı. Mahallenin bakkalı yaklaşık bir saat önce kapanmıştı. Alnından ve şakaklarından sızan terleri avuçlarının içiyle sildi ve ellerini ropdöşambırına pat patladı. Daktilosunda takılı duran bembeyaz kâğıdı görünce hemen yazmaya karar verdi. Çünkü aklına bir şeyler gelmeye başlamıştı. Aklına gelen şeyler, gelir gelmez hoşuna gitmeye de başlamıştı. Hemen başlığı yazmaya girişti. Fermuarların Çalışma Prensibi’ni oluşturacak harflere sırayla bastı ve gözünü kâğıda çevirince ıssız bir boşluk gördü. Daktilonun mürekkebi yoktu. Ne zamandır kullanılmayan daktiloyu mürekkepsiz bırakmıştı ve üst üste gelen minik krizler boynunu kütletmesine yol açmıştı. 

Aklına sürekli yeni cümleler geliyordu. Hatta aklına cümle yağıyordu. Ucu kırıldığı için kullanılmayan bir kurşum kalem fark etti, sigara niyetine dudaklarının arasına aldı, bu girişimi sonuçsuz kaldı. Kalem çok uzun ve ağırdı. Sigara içer gibi düşünemiyordu kendini. Yedi saniye kaleme baktıktan sonra kalemi ortasına yakın bir yerden çat diye kırdı. Kâfi miktardaki kısmını dudaklarının arasına yerleştirdi ve biraz da olsa havaya girdi. 

O an kahve içme isteğini unutmuştu. Hemen boş bir kâğıt alarak başlığı yazdı. Yazısı epey çirkindi. Hele bir hikâyeyi yazsın, sonra elbet temize çekilirdi. Kim bilir Carver ve Cheever gibi dev yazarların hikâyelerini yazarlarken yaşadıkları ne garip olaylar vardı. Muhtemelen ileride –en nihayetinde– bir yazar olup kitabı çıktığında, bu yazmaya çalıştığı hikâyenin hikâyesini de kahkahalar atarak anlatacaktı. 

Hikâyede ilk paragrafın sonuna geldiğinde kalem daha zor yazmaya başladı. Yoğun mavi mürekkep üçüncü satırda soluklaşmaya başlamışken, dördüncü satırda artık hiç yazmaz oldu. Kalemi hemen fırlatıp kalemlikten yeni bir tane ucu açık bırakılmış tükenmezkalem aldı. Az önce kâğıdı hırpalayan ve izleri hâlâ belli olan harflerin üstünden bu sefer siyah boyayla geçti. 

İkinci paragrafta kahvesizliğini, sigarasızlığını, yorgunluğunu, uykusuzluğunu, daktilosuzluğunu ve diğer her şeyi unuttu. Artık tüm dikkati yazmakta olduğu satırlardaydı. Derken siyah boya da patinaj çekmeye başladı. O an odada kimden çıktığı belirlenemeyen bir hırlama duyuldu. Galiba kendisinden çıkmıştı bu ve hemen elindeki kalemin ucunu “o harfi” yaptığı ağzına yaklaştırarak kalemin ucuna hoh’lamaya başladı. Üç hoh’tan sonra yazmaya çalıştı, iki harf sonra tekrar hoh gerekiyordu ve bu şekilde dört kelime yazabildi. Nefesinin daraldığını ve yorulduğunu hissettiği ilk anda kendine “vazgeçme” dese de faydası olmadı, bu sefer az önce gerçekleştirdiği fırlatıştan daha iyisini yaptı ve elindeki kalemi iki yüz yetmiş santim uzaklığındaki duvara yapıştırdı. 

Kalemin duvara değmesini bile beklemeden yerinden kalkmıştı, masanın üzerindeki kalemlikten, kâğıt yığınlarının arasından kalem çıkmayacağını anlayınca yerdeki kutuları, rafları, dolapları karıştırmaya başladı. Sehpanın üstünde duran ucu açık tükenmezkalemi görünce bir an sevindi, hemen sonra kaşlarını şüpheli bir şekilde kaldırarak “acaba” diye düşündü, gazetenin açık duran sayfasındaki kare bulmacanın üstünün yazmayan bir tükenmezkalemle defalarca çizilmeye çalışıldığını ve gazetenin o sayfasının yırtıldığını fark etti. 

Harika! Evde kalem yoktu. Aslında vardı da hepsinin ucu açık bırakılmıştı. Titreyen elleriyle çakmağı kalemlere yaklaştırıp, kalemlerin içindeki tüpte kalan mürekkepleri ısıtıp akmasını sağlamaya çalışırken eli mürekkep oldu ve kalemlerin plastik tutacakları eridi. 

Sabah ezanı okunurken karanlık koridorda sırtını duvara yaslamış bir halde oturuyordu. Hırlamaları ve histerik şekilde bir anda beliriveren titremeleri geçmişti, öfkesi ise bakiydi. Ezanın bitimine doğru aklına yeni bir hikâye fikri geldi.


İstanbul, 2012

11 Ağustos 2022 Perşembe

Korkunç Ağlama Dürtüsü

Bir sinir krizi yaşadığının farkındaydı, bu farkındalık sırasında kendine başka bir soru sormayı ihmal etmedi: İki sinir krizi yaşasaydı durumu şu an ne olurdu?

Yaşadığı kriz geçmeden bir hikâye yazmak istedi. O sinirle kendisinden neler çıkacağını merak etmiyor değildi. Hikâyenin ne hakkında olacağını bile bilmiyordu. Ona göre bilmesine de gerek yoktu. Ağlamak istiyor, ancak yirmi sekiz yaşında olduğu için ağlamayı kendine yediremiyordu. Belki de krizi bu yüzden geçmek bilmiyordu.


Görsel: Mark Smith, TIME


Dizüstü bilgisayarını açtı, ekranda dijital harfler belirmeye başladı. Her zamanki gibi Times New Roman ve 12 puntoluk harfler. Çok tanıdık gelen bu görüntü karşısında mutlu oldu. Hemen sonra hikâyesinin yirmi sekiz yaşında, reklam ajansında metin yazarlığı yapan, kız arkadaşıyla aynı evde kalan bir adam hakkında olduğunu fark etti. Kendisi metin yazarı değildi, kız arkadaşıyla aynı evde de kalmıyordu, zaten kız arkadaşı da yoktu, bu hikâye nereden çıkmıştı? Kasmaya lüzum görmedi, zaten neyi kasacağını bilemedi.

Hikâyedeki metin yazarı kirada oturuyordu, o sıralarda işinden kovulmuş olan kız arkadaşı da onun evinde kalıyordu, kiraya ve diğer hiçbir şeye ortak olmuyordu. Metin Yazarı da evle ilgili işleri kızın üzerine yıkmak istemişti, madem öyleydi. Kızla açık açık konuştu; evin temizliği (banyo dahil), mutfak alışverişi, su-elektrik-doğal gaz faturaları, kredi kartları ekstreleri, internet ücreti. Metin Yazarı parayı hesaplayıp kıza verecek, kız da gidip gerekli yerlere bu paraları yatıracaktı. 

Kız ilk hafta limon ve pulbiber yerine kendine ucuzundan bir rimel aldı. Metin Yazarı buna ses çıkarmadı, çünkü kız rimel aldığını sevgilisine çarşafları ter içinde buruştururken söylemişti. O an içinde birikmeye başlayan milyonlarca zıpırı zıpkın gibi fışkırtmanın derdinde olan Metin Yazarı “hı hı” diyebilmişti sadece.

Bir sonraki hamlede internet ücretini yatırmak yerine kendine ucuzundan bir ayakkabı almayı tercih etmişti kız. İş görüşmelerine gidebilmesi için yeni bir ayakkabı gerekiyordu, hem, demişti kız sevgilisine, o sırada sevgilisinin üstünde rodeo yaparken, cep tellerimizde net var – gerek yok net ücreti ödemeye.

Metin Yazarı akıllı adamdı, boşuna metin yazarı olmamıştı. (Hemen ne harika sloganlar bulduğunu düşündü, kendiyle gurur duydu, birkaçını konuşmasına eklemek istedi, yalnız bir tanesi bile aklına gelmedi.)

Neyse, akıllı adamdı bu Metin Yazarı. Kızın ikinci savurganlığından sonraki sabah kahvaltıda kızla konuştu. Bak, dedi, bu böyle olmaz. Benim gerekli harcamalarımı kendine yontamazsın. (Yontamazsın?) Kız şaşırmış bir ifadeyle bakakaldı oğlanın suratına, ama, dedi, bana harcamak için para vermiyorsun ki. Yoksa ben niye fatura paranı kendime harcayayım?

Metin Yazarı, hani derler ya, dumur deryası diye, işte o deryanın içinde çırpınıp durdu bir süre. On saniye falan. On birinci saniyede, ben sana para vermek zorunda değilim ki, dedi. Kız da buna karşılık, ben de burada kalmak zorunda değilim, dedi. Metin Yazarı bunun üzerine hızla kalktı masadan ve evden çıktı. Hemen bir plan yaptı, iş yerine gidecek, sabah brief’ine katılacak, HR Director’ın kendisine söyleyeceği şey neymiş toplantıdan sonra onu dinleyecek, tabii bu arada iki fincan kahve içecek, üçüncü fincanı için terasa çıkacak, hemen iki dal arka arkaya sigara yakacak, kızı arayacak ve lütfen ben akşama gelene kadar evimi terk etmiş ol, diyecek. Telefonu kapatınca da kulaklıklarını takıp Disturbed’ün Indestructible albümünü dinleyecek. 

Ajansa geldiğinde brief olmadığını öğrendi, arkadaşlarının çoğunun masası boştu. İlk kahvesinin sonuna doğru HR tarafından çağrıldı ve director’ın odasına girdi. Kel kafalı bok torbasının ilk bakışından kovulduğunu anladı. Sekiz aydır bu ajansta çalışıyordu ve HR Director’ın adını öğrenme gereği bile duymamıştı. Yine de Kel Kafalının konuşmasını sonuna kadar dinledi. Oradan çıkıp muhasebeye gitti, kalan ödemesinin bir sonraki ay yapılacağı kendisine bildirildi. Oradan da çıkıp masasına yöneldi, arkadaşlarının boş masalarına daha önce hiç görmediği birkaç kişi yerleşmeye başlamıştı. Kendi masasına kimin geleceğini sapıkça bir zevkle beklemek istedi, tabii hemen vazgeçti.

Dışarı çıkınca ilk kafeye oturmak istedi ve sadece ama sadece otuz üç adım sonra kafe – çay bahçesi oluşumlu bir yer gördü, daha önce burayı görmemişti, hemen oturdu. Garsona benzeyen birisi geldi, siparişini sordu, filtre kahve istedi. Garson da ona, o da ney abey?, diye sordu. Metin Yazarı neskahve istediğini söyledi, sade olsun

Cep telini çıkardı, reklam ajanslarının iş ilânlarına bakmaya başladı. CV’lerini teker teker gönderdi. İçi rahattı. CV’si bir hayli kabarıktı, onu almayacak bir tane bile reklam ajansı yoktu. Ama işten çıkaran çoktu. 

Aradan yedi gün geçmesine rağmen kimse dönmemişti. Artık ne iş olsa başvuruyordu. Kız da yoktu evde. Çarşaflar kırışmıyordu. Yeni hatun bulamazdı, parası yoktu. Bunun için sosyalist yoldaşlarla takılmayı bile düşündü. Ancak oradaki kızların akıllı tipler olduğunu hatırlayınca niyetinin hemen anlaşılacağından ürktü. 

Önce sular kesildi. Paniklemedi. Barajlar boştu ve koca İstanbul’a su yetmiyordu, bunu herkes biliyordu. Ardından elektrik de gitti. Mutfak camının olduğu apartman boşluğuna, Hatice teyze, diye seslendi. Kadın cama çıkınca kendisinde su ve elektriğin olduğunu söyledi. Metin Yazarı buna çok şaşırdı. Kadın hemen sordu, faturaları yatırmayı ihmal etmiyorsun değil mi? Metin Yazarı işte o an korkunç ağlama dürtüsüne kapıldı.

İşte metin yazarıyla ilgili yazdıkları bu kadar. Aklına başka da bir şey gelmiyordu. Sürekli olarak Ctrl+S tuşlarına basıp, tekrar tekrar sayfayı kaydetmek istiyordu. Bunu nasıl yapabilmişti? Hikâyesindeki metin yazarı korkunç ağlama dürtüsüne kapılınca o nasıl ağlamaya başlamıştı? Histerik bir şekilde sayfayı kaydedip dururken yirmi sekiz yaşında işsiz olduğunu ve onun parasını çar çur eden bir sevgilisinin bile olmadığını kendine tekrar etti durdu.

İstanbul, 2014

4 Ağustos 2022 Perşembe

Terapi Odası

Psikoterapist kadın mı erkek mi olsun? Terapi dünyasında kadınlar ağırlıklıdır, peki neden? Psikoterapi (bence) rant getiren bir alan değil. Psikoterapi yapmak ve hayatımızı bu yolla kazanmak istiyorsak çok uzun yıllar eğitimlerden geçeriz ve iyi bir klinisyen olmayı öğreniriz. Rantın az bulunduğu hatta olmadığı bir yerde doğal olarak erkekler az bulunur. Terapi dünyası kadınlara bırakılan bir alandır. Ayfer Tunç benzer bir ifadeyi edebiyat dünyası için de söyler: Bir alanda kadınlar artıyorsa o alanda değersizleşme vardır, bakın akademik dünya, edebiyat dünyası, terapi dünyası. Bu durumun yarattığı şöyle bir olumlu taraf var, rant olmadığı için nitelik yükseliyor. Terapide bir rant olmadığı için kadınlar bu alanda ciddi bir engellenmeyle de karşılaşmıyorlar.




Cinsiyetleri bir kenara bırakırsak, terapi nerede ve nasıl iş görür? Ne bekleriz? Ne buluruz? 

Terapiye kendimizi yok olmaktan kurtarmak adına da gideriz. Yok olma korkusu bizim toplumumuzda iliklerimize kadar işlemiştir. Kendini hep yok edilme korkusu içinde bulan bir toplumuz. Hem kendimizi bu kadar "büyük" görmemiz hem de bu kadar yüksek bir beka korkusu yaşamamız çok manidar bir durum toplumumuz adına. 

Ben neler yapıyorum/yapmaya çalışıyorum terapi odasında? Öğrendiğim yöntem ve tekniklerin ışığında nasıl en iyi çalışabiliyorsam, kendi pratiğimi bu şekilde oturtmaya gayret ediyorum. Tamamen uygulamalı bir alan olduğu için farklı hayatlardan gelen kişilerle zihinlerimizin aynı frekansta uyumlanmasını sağlamak adına kuramsal zeminler ve rotalar belirlemeye çalışıyorum. 

Genel olarak bahsedecek olursam; Uygulandıkça kompaktlaşıyor terapi (sıkı ve yoğun), lafı çok uzatmanıza gerek kalmıyor, daha kristalize oluyor zihninizde uyuma yönelik olmayan düşünce ve davranışlar. İlk aşama tersine mühendislik, yapanlar nasıl yapmış görmeye çalıştığımız bir bölüm. Terapide, tersine mühendislik gerçek hayattan örnekleri kapsayabilir, daha önce benzer sorunlarla başvuran ve onlar nasıl aştı örnekleri olabilir. Bu zamana kadar danışanın sorununu sürdüren düşünceleri-yaşadığı sorunla ilgili sahip olduğu bilgilerini yokluyor ve bir anlamda bunların tozunu alıyoruz. Düşüncelerimizin, bilgilerimizin tozunu alıyoruz, çünkü bilgi kirliliği ve mitler psikolojide çok fazla. Bir anlamda danışanın içinde yaşadığı bağlamı ve oluşturduğu yapıyı görüyorum. 

Sonraki aşama: Yaşanılan sıkıntılar nerelerden besleniyor, bu hikâyeler nereden geliyor? başlığını taşıyor. Terapide sorunlar/sıkıntılar nereden geliyor, diye soruyoruz. Bunları nasıl oluyor da yaşıyoruz? Bize bu sorunu sürdüren, düşünceleri uzatan ve o sorun davranışları sergilememize neden olan uyaranlar-tetikleyiciler nelerdir, danışanla bunları inceliyoruz. Bu aşamada artık biraz daha içerikle ilgileniyoruz. Esasında hiçbir sorunun büsbütün yepyeni bir sorun olmadığını da konuşuyoruz burada. Yaşadığımız durumların emsali görülmemiş olmadığını konuşuyoruz. (Tersi de olabilir elbette.) Çünkü çoğu danışan yaşadığı şeyleri sadece kendisi yaşıyormuş gibi algılayabiliyor. Bir bütünün, akış halindeki bir bütünün parçası olduğumuzu fark etmek ilerlemede önemli yere sahip. Danışanın burada sahip olduğu birikimi anlamaya çalışıyorum. Çünkü hiçbir danışan karşımıza bembeyaz bir sayfayla gelmez. Danışanlar; karalanmış, yazılmış, çizilmiş, yırtılmış, koparılmış, atılmış, tekrar yapıştırılmış sayfalarla gelirler karşımıza. Danışanın karşımıza kadar gelen sürecindeki bütün birikimini önemsiyorum; eleştirmeden, yargılamadan, olduğu gibi kabul ederek, danışanın kendi hakkında uzman olduğunun bilinciyle danışanı tedaviye angaje ediyorum. Yapacağımız yeni deneyler bütün bu birikimin üzerine inşa ediliyor. 

Terapiye gelen danışanlar, terapiye giden başka arkadaşlarıyla konuştuklarında genelde derler ki, "Kafamda öyle bir hareketlilik var ki daha önce yapılmayan bir şeyi yapacakmışız gibi." Böyle bir şey genelde olmaz ama danışan için yepyeni bir şey olabilir. Orijinallik peşinde değil, danışana iyi gelecek egzersizlerin peşinden koşuyoruz. Kanıta dayalı terapilerin büyük sandığından hangi kıyafetler bu danışana uyar, bunları deniyoruz bir anlamda. 10 yüzyıl önce yaşanılan benzer insan düşünceleri ve davranışları günümüzde nasıl tezahür ediyor, o zamanın şifahanelerinde benzer neler yapılmış, günümüzde neler yapılıyor, aradan geçen 10 yüzyılda biz insanların yaşadıkları nasıl birbirine benzer şeyler, bu yaşantılar birbiriyle nasıl konuşuyor? Danışan bunları gördükçe gelişmeye, ilerlemeye, vizyonunu genişletmeye başlıyor. (Bu kısım çoğu meslektaşım için gereksiz gelebilir.)

Bir sonraki aşamada "eyleme geçiyorum" başlıyor. Burada ön sözleşmemiz şu; yöntemi denemeyi istemek. Yöntemi denemeyi isteyenlerle bu süreç keyifli bir şekilde devam eder, in vivo exposure’lar (gerçek hayatta alıştırmalar) sayesinde, davranışçı aktivitelerle danışan kendinin başka ve yeni ve belki de hiç düşünemediği durumlarında bu deneyleri yapabilir mi? Bu uygulamalarda danışan alıştırmaların ve egzersizlerin çalıştıklarını/işe yaradıklarını gördükçe ilk iki aşamada yapılan paylaşımların, verilen psikoeğitimlerin çok katkısı oluyor. 

Terapiye kimler geliyor, nasıl etkileniyorlar? Haftalık egzersizleri düzenli kontrol etme kısmına geldiklerinde deneme-yanılma, deneme-yeniyi öğrenme, deneme-yapabiliyorum demeye başlama-kognitif yapının hızlıca değişime başlaması basamaklarında terapi daha canlı ve aksiyon dolu olmaya başlıyor. Danışanların bir kısmı diyor ki, "Sakın bana yazdırmayın, ben sadece biraz daha dinlemek, konuşmak ve anlaşılmak için geldim." Bir kısım danışan diyor ki, "Bana bunları yaptırtmayın, korktuğum her şey gerçekleşirse?" İşte sorunu sürdüren faktörlerden biri bu zaten: Danışanın bilişsel çarpıtmaları. Biri diyor ki, "Ben sadece denemek istedim." Başka birisi diyor ki, "Ben gidişatımdan memnun değilim, sanki kötü bir şeyler olacak ve hasta olacağım, hasta olmamak adına neler yapabilirim, bunları öğrenmeye geldim." Bu danışan çeşitliği arasında "bana sakın bunları yaptırtmayın" diyen kişilerin, yapacak daha yaratıcı aktiviteler bulup ofisten çıktıklarında ben müthiş mutlu oluyorum. Mekanizmayı anlamış, artık kendinin terapisti olmuş. Terapi gündemlerimiz dışında yaşadığı hayat karşısında da yeni becerileri kendi kendine geliştiriyor, kendinin terapisti olabilmiş, bu harika bir şey danışan adına.

İnsanların terapinin sonunda öğrenmiş, aydınlanmış bir şekilde ayrılmasını bekliyoruz. Mekanizmayı öğrenmiş olması çok önemli. Ama bu şu demek değil, onları poh pohlamak, sen iyisin aslansın kaplansın değil, alâkası yok bunlarla, insanlara yapamayacakları şeyleri yaptırtmıyoruz, böyle bir şey talep bile etmiyoruz zaten. Aslında yapabilecekleri ama bilişsel çarpıtmalar nedeniyle yapmaktan imtina ettikleri davranışları alıştırmalar, egzersizlerle kademe kademe yapıyoruz ve değişim zaten kaçınılmaz olduğu için mekanizmanın nasıl çalıştığını anlayan kişiler öğrenmeye de başlıyor. Sorun davranış öğrenildiği için kalıplaşır, demek ki davranışı sorun olmaktan çıkartan yeni bilişler ve davranışlar da öğrenilebilir. Bu yüzden teknik eğitim önemlidir. Sanat eğitimleri de dahil olmak üzere eğitim dediğimiz şey çoğunlukla tekniktir. Ancak bizler tekniker değil klinisyeniz. Yani birine heykel eğitimi verebilirsiniz ama ne heykeli yapacağını öğretemezsiniz. Danışanlara da sorun davranışlarıyla ilgili teknik eğitimi teorik ve uygulamalı verebilirsiniz ama nasıl bir insan olarak hayatına devam edeceğini belirleyemezsiniz. 

Herkesin hayatında bir merkez vardır. Merkez dediğimiz şey fıstık olsun, hayatımız da çikolata olsun, bunu bir araya getiriyorlar, sonra biz bunu yiyoruz, biri de bize diyor ki neymiş bu söyle hadi: Tadını aldım, bu fıstıklı çikolata ama bana çıkar o fıstığı geri ver dediğinde, ben onu çıkaramam. Ama tadını aldım. Yani sezgisel de öğreniyoruz ama bu sezgiselliğin içinde deneyimsel öğrenme de var. Başkası o merkezi oraya koyduğunda böyle bakmak bizi soyutluyor elbette, başka hayatlara müdahale edemiyoruz, kişi kendi çalışmalarında o merkezi kendisi koyacak oraya, diğer parçaları da merkezin etrafına yaymaya başlayacak. Birbirine doğru çekilmesini bekliyoruz yeniden kurduğumuz/inşa ettiğimiz ya da yoktan var ettiğimiz parçaları bu bütünün içinde, bu sayede manyetik alanı yaratmaya başlamış oluyoruz. 

Bu yazdıklarım belki de çoğu meslektaşım için gereksiz gelebilir. Ancak ben öyle düşünmüyorum. Yaptığımız işin tek bir boyutu ve yapılış şekli yok. Terapilerde asıl önemli noktanın kanıta dayalı bir şekilde çalışmak olduğundan hareket ederek bu sağlam zeminin üstüne kendi klinik pratiğimi böyle bir felsefi anlayışla geliştirmeye çalışıyorum. 

Buraya kadar okuduğunuz için teşekkürler, umarım faydalı olmuştur, sevgilerimle.

Tuna