31 Ocak 2022 Pazartesi

Jan Valjean bir vebalıdır

Jan Valjean bir vebalıdır. Bütünüyle ahlaki değerleri simgeler ama yalnızca olumlu yönleriyle değil. Hugo ister istemez -ama bilinçle kurgulanmış olduğunu hiç sanmıyorum- olumlu olanın da ne olduğunu tartışmaya açmıştır. Kahramanlarının toplumsal konumlarını verirken alabildiğine acımasızdır, okuyucunun canının yanmasını ister adeta. Hugo'nun gözünün önünde bir okur manzarası vardır kuşkusuz; bunlar han odalarında, eski mutlu ve varlıklı günlerini çoktan geçmişte bırakmış ve bir anlamda köşeye sıkışmış konaklarda, köy evlerinde ve çoğunlukla Paris'in pislik içindeki sokaklarında bulunan korunmasız apartmanlarda yaşar. Yaşayınca da, böyle kıstırılmış ve çaresiz bırakılmış bir insanın yapacağı en iyi şey, kuşkusuz Sefiller'in yeni fasikülünü beklemektir.


Hugo bu insanların, yazdıklarını gözyaşları içinde okuduklarını bilir. Bir bakıma, onları ağlatabilmek ve isyan ettirebilmek yazınsal birr başarıdır zaten. Ama o bundan bir fazlasını yapar ve onları ağlatmakla kalmaz, canlarını yakar. Hugo saldırgandır. Kesinlikle kimsenin gözünün yaşına bakmaz ve kurguladığı sahnelerle birlikte, düşüncelerinin ve çözüm önerilerinin net biçimde anlaşılmasını ister. Bir ahlaki konu sonsuz bağımsızlık içerir mi? Jan Valjean bir hata yapmıştır ve Hugo şunu sorar. Bu hatanın telafi edilmesi şansı var mıdır? Edilebilirse, bu durumda, bir biçimde telafi edilebilen bir ahlaki hasar, kişiye bir ahlaki bağımsızlık, daha doğrusu bir ayrıcalık verir mi? Sefiller'in çözümlemeler ve karşılaştırmalar içeren sonsuz sayfaları içinde okur mutlaka hukuki çözümler görecektir; bu konuların tutarlı sonuçlarını, isterse eğer, eliyle koymuş gibi bulacaktır mutlaka. Ama o zamana kadar Jan Valjean bir vebalı, Javert de hukuka sonsuz bağlılığıyla birer örnek olmaya devam edeceklerdir.

Ama Jan Valjean'ın başka bir niteliği daha vardır; vicdanlı biridir o. Tanrısal adalet hakkında düşünür. Yaşamını, yaptığı hatayı telafi edebilecek fırsatı aramakla geçirir, insanlara yardım eder ve okur. Bir bakıma, yalnızca vicdan sahibi olduğu için, Jan Valjean'ı aydın sınıfından görmek gerekir. Dolayısıyla, öbür yönlerini bir yana bıraksak bile Sefiller bir yanıyla aydının sonsuz sürgününü anlatır; gittiği hiçbir yerde rahat edemez, hukukun değil de devletin soluğunu sürekli ensesinde hisseder. O devlet de, egemen sınıfın soluğudur zaten. Hukuk da onun hukukudur. İşte bu yüzden, Jan Valjean'a simgesel aydın payesini verebiliriz rahatlıkla ama Javert hiçbir zaman gerçeklik kazanmaz. Bir simge bile olamaz. Neden, başarısız bir biçimde anlatıldığı için mi? Hayır, son derece başarılıdır, okurken ona sinir oluruz. Javert'i boğazına sarılıp öldüresimiz gelir. Hatta romanın sonlarına doğru ona acırız bile. Göreve bunca bağlılık ve bunca dürüstlük "normal" değildir artık.

Zaten, Javert'ten şu sonucu çıkarırız: Kabul edilmiş yasalar bakımından "olumlu" ve "normal" her zaman tartışmalıdır elbette. Ama yine de, insanın elinde, "yazılı olmayan" bir kabul vardır. Bu her zaman, tam olarak ahlaki gerekçelerle açıklanamaz. Ama çoğunlukla, yani çoğumuz tarafından hissedilir. Bir şeyin "normal olmadığını" hissedebiliriz ama onun karşısına ille bir "normal" koymak zorunda da değilizdir. Fizik bakımından dengeyi hissetmek gibi bir şeydir bu. Onu hissettiğimiz zaman bulunduğumuz yere güven duyarız. 

İşte, Sefiller'le Yaban arasında bu anlamda bir yakınlık kuruyorum. Yaban, Anadolu'ya gittiği zaman orada hep ayrıksı durur. Oralı değildir, uzaktan gelmiştir, dolayısıyla yabancıdır ve ne tür bir hastalık taşıdığını bilemezsiniz. yabanın eti yenmez, ona ikramda bulunulmaz. Tabii bizim meşhur misafirperverliğimiz bunun dışında, bildiğin gibi. Biz misafiri severiz, ona temiz bir bardakla suyumuzdan veririz ama bir şartla. Çok uzun kalmaması şartıyla. Uzun süre kalan bir misafir yabana dönüşür ve bizi rahatsız eder.

- Faruk Duman, Sus Barbatus! 1

28 Ocak 2022 Cuma

Birhan Keskin'den...

Her gün bir kez bu kitabın başına geçtim. 

Her gün bir kez dışarı çıktım kırık bir bulutla yürüdüm, her gün bir insana bakıp, yüzümü yere eğdim. 

Her gün bir gazeteye boş gözlerle baktım. 

Her gün birileri konuştu, onları dinliyor gibi yaptım. 

Her gün bir kez "neredeyim" diye sordum kendime. 

Her gün bir kuzey kışı indi içime. 


Her gün karşımda duran fotoğraflarına baktım. Bir kez öfkelendim her gün bir kez sordum kendime neden bu kadar bağlandın. 

Her gün adalet ve zalimlik üzerine düşündüm. Belki de her şey. 

Her gün bir barbar, bir medeni ile gezdim sokaklarda. Minareleri her gün sabaha ezan sesleriyle ben açtım. 

Her gün bir perdeyi aralamaya çalıştım. 

Her gün hiçbir şeyi anlamadığımı düşündüm, her gün her şeyi anladığımı düşündüm. Güvercinleri yolculadım. 

Her gün, günlere dayanamadığımı düşündüm. Kitapları alt alta dergileri kıvırarak yan yana dizdim. Ne idüğü belirsiz yerler benimle yürüdü. Gördüğüm her "cümle" bana bir bıçak gibi battı, anlamadım. 

Her gün bir taş parçası söktüm içimden. 

Her gün uyku beni koynuna alsın diye yalvardım. 

Her gün, gün bitiyor gece bitmiyor dedim. 

Her gün işlerin beni avutmadığını gördüm. Ayrılık günlerini sonradan niçin sisli bir perde gibi hatırlarız diye sordum. Öfkeni unutma dedim kendime her gün, unutursan düşersin dedim. 

Her gün en az bir saati ayakta durmaya, dimdik durmaya ayırdım. 

Her gün ömür sözcüğünü bir kez kalbimden geçirdim. 

Her gün ömür sözcüğü kömür gibi tınladı içimde. 

Her gün sana içimden bir kez "sevgilim" diye seslendim. 

Her gün sana bir kez "zalim" diye seslendim. 

Her gün, yan yana oturup birbirine rikkatle bakan iki yaşlı kadını düşündüm. 

Her gün o kadınların bu fotoğrafı yırtıldı dedim. 

Her gün "âh" ettim bir kere, bir kere o âh'ı geri aldım. 

Her gün "yol arkadaşım" dedim, kahırla kapladım sözlerimi. 

Her gün acını tattım. 

Her gün unutmak için değil, unutmamak için ağu kattım kalbime. 

Her gün insan olmak ne çok kusur içeriyor diye düşündüm. 

Her gün bir kilidi açmaya çalıştım. 

Başka bir şey vardı, başka bir şey; ben sana dünyanın değil yeryüzünün diliyle seslenmiştim. Çile nedir, günah ne? Bana ne bunlardan. Dünyanın merkezi sendin her gün ben senden uzayan uçsuz bucaksız bir kara.


- Birhan Keskin, Y'ol

(Görsel: Design Observer)

26 Ocak 2022 Çarşamba

Mezarımdan Yazıyorum

İkinci perde boyunca hiçbir şey duymadım; ne oyuncuların sözlerini ne de seyircinin alkışlarını. Arkama yaslandım. Lobo Neves ile aramızda geçen konuşmanın parçaları zihnimde yankılanıyordu, onun genel tavrını da göz önünde bulundurarak bu yeni durumun eskisinden daha iyi olduğu sonucuna vardım. Gamboa'daki ev hâlâ bizimdi ve bu da amaçlarımıza ulaşmamıza yetiyordu. Öteki eve yaptığım ziyaretler belli ki birinde kıskançlık uyandırmış veya mevcut bir kıskançlığı artırmıştı ve bunun sonucu felaket olabilirdi.


Aslına bakarsanız her gün görüşmemiz gerekmiyordu; arada bir mola vermek, ilişkimize biraz özlem katabilirdi. Dahası, kırkımı geçmiştim ve hiçbir şey olamamış, kent meclisine bile girememiştim. Bir an evvel bir şeyler becermek zorundaydım; başka bir şey için değilse de Virgilia için yapmak zorundaydım bunu, adımı gazetelerin baş sayfalarında görmek ona gurur verirdi. Galiba ben bunları düşünürken izleyicilerden bir alkış koptu, ama yemin et deseniz edemem; o sırada aklımda başka bir şey vardı.

Ey öldüğüm güne dek sevgisini kazanmak için çırpındığım kalabalıklar, sizin kayıtsızlığınızın intikamını böyle aldım işte: Siz etrafımda vızıldayıp durun, ben sizi duymuyordum bile. Benim bu tavrım, Aiskhylos'un Prometheus'unun, kendisine işkence edenlere karşı takındığı tavırla karşılaştırılabilir. Beni saçmalıklarınızın, önemsiz şeyler karşısında duyduğunuz heyecanın kayasına zincirleyebileceğinizi mi sandınız? Dostum, sizinkiler zayıf zincirler... Guliver gibi, bir kasımı oynattım mı, istediğim an kırarım ben onları.

İnsanın inzivaya çekilip düşünmesi sık rastlanan bir durumdur. Fakat tam bir şehvet hâli karşısında hareket ve sözlerden, küstahlık ve tutkulardan oluşan bir denizin içindeyken insan kendini soyutlamak; uzak ve ulaşılması imkânsız bir yabancı olduğunu ilan etmelidir, insan kendi kabuğuna çekildiğinde -daha doğrusu yine başkalarına döndüğünde- diyebilecekleri en kötü şey, fildişi kulesinden çıktığı olacaktır ki zihnin mimari yapısı içinde yer alan bu gizli ve aydınlık kule kişinin manevi özgürlüğünü hor gören bir ifadeden başka nedir? Aman Tanrı'm, ne etkileyici bir bölüm kapanışı oldu bu.

- Machado de Assis, Mezarımdan Yazıyorum

24 Ocak 2022 Pazartesi

Homo Deus - Yaşamın Dengesi

Biliminsanları beyindeki elektrik sinyallerinin nasıl bir araya gelip öznel deneyimler ortaya çıkarabildiğini bilmiyor. Daha da önemlisi, böylesi bir olgunun evrimsel açıdan faydalarını kestiremiyorlar. Yaşam algımızdaki en büyük eksik işte bundan kaynaklanıyor. Milyonlarca nesil boyunca insanların tavşanları kovalayabilsinler ve aslanlardan kaçabilsinler diye ayakları ve tavşanın nereye gittiğini, aslanın nereden geldiğini görebilsinler diye gözleri gelişti. Peki açlık ve korku gibi öznel deneyimler ne işe yarıyor?


Biyologlar kısa süre önce bu soruyu basitçe yanıtladı. Eğer açlık ya da korku hissetmezsek, tavşanları kovalamaya ya da aslanlardan kaçmaya bile yeltenmeyiz. Dolayısıyla öznel deneyimler, yaşamımızı sürdürebilmek için hayati önem arz eder. Bir aslan gördüğünde insan neden kaçar? Çünkü korkmuştur ve kaçar; öznel deneyimler insan davranışını böyle açıklar. Ancak biliminsanları çok daha detaylı gerekçeler sunabiliyor artık. İnsan bir aslan gördüğünde gözlerinden beynine elektrik sinyalleri iletilir. Gelen sinyaller, belirli nöronları harekete geçirerek daha çok sinyal iletilmesini sağlar. Bunlar da sırası geldikçe ateşlenen diğer nöronları uyarır. Eğer doğru nöronlar yeterince hızlı ateşlenebilirse böbreküstü bezlerine giden emirler adrenalin salgılar; kalp daha hızlı çarpması için talimat alır, motor bölgedeki nöronlar bacak kaslarına sinyaller gönderip kasılıp gevşeme emri verir; böylece insan aslandan kaçmaya başlar.

Çelişkili olansa bu süreci haritalandırmayı geliştirdikçe bilinçli hisleri açıklamanın da zorlaşmasıdır. Beyin daha iyi anlaşıldıkça, zihin de bir o kadar anlamsızlaşmaya başlıyor. Eğer tüm sistem elektrik sinyalleriyle çalışıyorsa neden korku hissetmeye ihtiyaç duyuyoruz? Eğer elektrokimyasal bir tepkime zinciri gözdeki sinir hücrelerinden başlayıp bacak kaslarının hareketini tetikleyebiliyorsa bu zincire neden öznel deneyimler ekleniyor? Ne işe yarıyor olabilirler? 

Sayısız domino taşı, hiçbir öznel deneyime ihtiyaç duymadan birbiri ardına düşebiliyor. Nöronlar birbirlerini ateşlemek ya da böbreküstü bezleri hormon salgılamak için neden duygulara ihtiyaç duyar? Kas hareketleri ve hormon salınımlarımız da dahil, bedensle etkinliklerimizin yüzde 99'u hiçbir bilinçli duygu olmadan harekete geçer. Peki geri kalan yüzde 1'lik kısımda yer alan durumlarda nöronlar, hücreler ve bezler neden çeşitli duygulara ihtiyaç duyar?

Anılarımızı sakladığı, plan yaptığı ve kendi kendine yepyeni imgeler ve fikirler üretebildiği için zihne ihtiyacımız olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak zihnin işlevi sadece harici uyarıcılara yanıt vermekten ibaret değildir. Örneğin aslan gören bir insan otomatik olarak harekete geçmez. Bir önceki yıl aslanın teyzesini yediğini hatırlar. Onun tarafından parçalanmanın nasıl bir his olacağını düşünür. Yetim kalacak çocukları için endişelenir. Bu nedenle de kaçar. Öyle ki zincirleme tepkilerin pek çoğuna doğrudan harici uyaranlar değil, bizzat zihin önayak olur. Daha önce uğradığı aslan saldırısını hatırlayan bir insan, aslanların neden olduğu tehlikeler üzerine düşünmeye başlar. Kabiledekileri toplar ve aslanı korkutup kaçırmak için yeni yöntemler geliştirmeye koyulurlar.

Bu noktada biraz durmak gerekiyor. Peki tüm bu anılar, hayaller ve düşünceler tam olarak nedir ve nerede dururlar? Biyolojideki güncel teorileri göre anı, hayal ve düşüncelerimiz metafizik bir alanda yer almaz. Bilakis, milyarlarca nöron tarafından ateşlenen elektrik sinyallerinin bir parçasıdır onlar da. Aslında anı, hayal ve düşünceleri oluştururken bile gerçekleşen sadece milyarlarca nörondan geçen bir dizi elektrokimyasal tepkimenin böbreküstü bezleri ve bacak kaslarında sonlanmasından ibarettir. 

21 Ocak 2022 Cuma

Bilişsel ve Davranışçı Terapiler

Son zamanlarda lisans/yüksek lisans öğrencilerinden aldığım birçok mesaj, benim devam etmekte olduğum eğitim süreçlerini kapsıyor. Klinik Psikoloji yüksek lisansıyla ilgili soruların yanında Bilişsel ve Davranışçı Terapiler adına da sorular geliyor. (Kognitif ve Davranış Terapileri olarak da bilinir, aynı şeyden bahsediyoruz.) Benim yaptığım okumalar sonucunda paylaştığım psikanalitik yazılar sanırım biraz kafa karıştırmış. Bana göre kafa karıştıracak bir durum yok aslında; psikanalitik yazılar okumayı, durumlara farklı açılardan bakabilmeyi seviyorum. Bu yüzden insan için yapılan ve geliştirilen her psikoterapi çok değerlidir görüşündeyim. Bir fanatik gibi ekol savunması hiç yapmadım, bundan sonra da yapmam büyük ihtimalle. Ben tamamen Kanıta Dayalı Psikoterapiler (Evidence-Based) olarak kavramsallaşan Bilişsel ve Davranışçı Terapiler (BDT) yönelimli bir eğitim alıyorum ve çalışma pratiğim de tamamen BDT'ye göre şekilleniyor.

Gelen soruları tek tek yanıtlıyorum ama sorular birbirine benzer olmaya başlayınca BDT'yle ilgili bir yazı yazmak istedim. Elbette birçok yazı bulunabilir web'de yapılan aramalarda, dilerseniz onlardan da faydalanabilirsiniz. Ben bu yazıdaki bilgileri Çocuk ve Ergenler İçin Bilişsel Davranışçı Terapi kitabından çocuk ve ergen tedavilerine geçmeden önceki BDT'nin anlatıldığı sayfalardan ve kendi eğitim bilgilerimden derledim.

İlgilenenlere iyi okumalar dilerken her zaman olduğu gibi sormak istediğiniz sorular ve randevu için tunabaharr@gmail.com adresine yazabilirsiniz.

(Görsel: Stephanie DeAngelis)


Bilişsel ve Davranışçı Terapiler: Kısa bir tarihçe

Kişinin yaşam deneyimleri oldukça kapsamlı bir şekilde düşünceleri ve davranışları tarafından şekilleniyor, bu durum psikoloji alanına öncülük ediyor ve bunun yanında bazı kuramcı ve pratisyenler bildiğimiz modern anlamda BDT'nin temellerini atıyorlar.  

İlk olarak akla hayvanlar üzerinde deneyler yapan ve bugün Klasik Koşullanma olarak bildiğimiz yöntemi bulan Pavlov geliyor (1927-28). Hemen ardından Watson, gözlenebilir davranışlar ve organizmanın yeni davranışları öğrenme kapasitesi hakkındaki çalışmalarıyla öğrenme kuramına katkı yapıyor (1930). Skinner, edimsel koşullanmadaki pekiştirme süreçlerinin analiziyle öğrenme kuramının kapsamını genişletiyor (1958). Daha sonraları davranış terapileri adını alacak olan çalışmalar ve öğrenme kuramlarının gelişmesi Lazarus (1971), London (1972), Yates (1975) sayesinde oluşturuluyor. Benim kısaca geçtiğim bu yıllardan ve tartışılan bulgulardan sonra kişilerde uyuma yönelik olmayan davranışların büyük ölçüde öğrenme yoluyla kazanıldığı anlayışı yerleşmeye başlıyor.

Bu süreçten bahsederken Wolpe ve Eysenck'ten bahsetmemek olmaz: Wolpe'nin 1960'lara doğru yaptığı çalışmalar psikososyal müdahalede koşullanma tekniklerinin kullanımına ilişkin en iyi bilinen erken dönemli yaklaşımlardan biridir. Karşıt koşullanma üzerine yaptığı çalışmalara dayanarak Wolpe, kişilerdeki anskiyetenin olumlu yanıtlar, gevşeme ya da seksüel uyarılma gibi farklı bir parasempatik yanıtla engellenebileceğini göstermiştir. Benzer bir şekilde Eysenck (1959), korkulan nesnelerle ya da durumlarla kademeli temas gevşeme eğitimi ile eşleştirerek fobik yanıtları kontrol altına alabildiğini göstermiştir. 

1960'larda neredeyse eş zamanlı olarak psikoterapilerde bilişleri ön plana çıkaran iki yaklaşım gelişmeye başlamıştır; Bilişsel Terapi ve Rasyonel-Emosyonel Terapi. Aslında bir psikanalist olan Aaron T. Beck tarafından geliştirilen Bilişsel Terapi, kişilerin yaşamlarındaki olayları algılama ve anlamlandırmanın terapideki anahtar nokta olduğu esasına dayanmaktadır. Beck, ilk yıllarında özellikle depresif bireylerin erken yaşam deneyimleri ve olumsuz olayları nedeniyle olumsuz bir şema veya bakış açısı ile bilgi işleme süreci geliştirdiklerini öne sürmüştür. Bu şema, bireye kendine özgü öğrenme deneyimlerini hatırlatan durumlarda aktifleşir ve kendisi, dünya ve gelecek hakkında uyuma yönelik olmayan olumsuz inançlara sahip olmasına neden olur. (Bu olumsuz inançlar topluluğu literatürde Beck'in Bilişsel Üçlüsü olarak bilinir.

Beck'in kendi kuramını ve terapisini oluşturduğu bu yıllarda Albert Ellis de Rasyonel-Duygusal Davranış Terapisi (Rasyonel-Emosyonel, Akılcı-Duygucu gibi isimler aynı anlamdadır) olarak isimlendirdiği RET'i tanıtmaya başlamıştır. RET'de danışanlar A-B-C modelini kullanarak düşünceler, duygular ve davranışlar arasındaki ilişkileri algılamayı öğrenirler. Bu modelde; olaylar veya öncüller (A, antecedents), olayın anlamıyla ilgili inancı (B, belief), işlevsiz ve katı inançlar ise sonuç (C, consequence) anlamlarına gelir. Sonrasında terapist danışana, işlevsel olmayan inançları çürütmesi veya değiştirmesi için uyuşmayan düşünce (D) serilerini kullanmayı öğretir. İnanç bir defa çürütüldüğünde, ilk inancın yerini almak için daha esnek, etkili bir düşünce (E) üretilir ve kullanılır. Model, A-B-C-D-E olur. 

Bilişsel ve Davranışçı Terapilerde Genel İlkeler

BDT'nin şemsiye bir adlandırma olduğu söyleyebiliriz. BDT, çeşitli bozukluk ve sorunları ele almayı hedefleyen içinde çeşitli terapilerin bulunduğu, farklı teknikleri, yaklaşımları ve hedef popülasyonları vurgulayan geniş bir kategoridir. (BDT'nin üçüncü nesil, üçüncü dalga, yeni dalga diye adlandırılan çeşitlerinden bazıları Metakognitif Terapi, Kabul ve Adanmışlık Terapisi, Özşefkat Terapisi, Mindfulness, Diyalektik Davranış Terapisi'dir.)

1) Danışanlar ve problemleri biliş ve davranış açısından kavramlaştırılır:

BDT'deki klinik formülasyonlar büyük ölçüde, uyuma yönelik olmayan düşünceleri ve davranışları sürdüren ve danışanda stres ve bozulmalara neden olan durumu anlamaya yöneliktir. BDT terapisti danışanın şu anda yaşadığı zorluklara katkı sağlayan düşünce ve davranışlara odaklanır. Erken yaşam deneyimleri, durumsal stresörler, biyolojik ve genetik faktörler, altta yatan inançlar ve şu anki düşünce ve davranışların etkileşimi, danışanın sahip olduğu bozukluğun nasıl geliştiğini ve devam ettiğini açıklayan bir çalışma hipotezi oluşturmada dikkate alınır.

2) BDT çoğunlukla şimdiki zamana odaklıdır:

Danışanın öyküsünü anlamak ve geçmişinin şu anki işlevselliğini nasıl etkilediğini değerlendirmek yararlı olsa da BDT'nin esas vurgusu danışan için bugün neler olduğudur. (Elbette bazı önemli istisnalar vardır.)

3) Uyuma yönelik olmayan düşünceler ve davranışların öğrenildiği varsayılır:

Her ne kadar az bir kesim tüm uyum bozucu düşünce ve davranışların talihsiz bir öğrenme geçmişinin sonucu olduğunu iddia etse de modern BDT, düşünce ve davranışların nasıl sürdürüldüğünü anlamakta yerleşmiş öğrenme ilkelerinin önemini vurgulamaktadır. 

4) BDT spesifik, açıkça belirlenmiş hedeflere odaklanır:

BDT terapisti danışanla hedefler belirler ve bu hedefler objektif ve ölçülebilir terimlerle ifade edilir. Danışan, belirlenen hedefe ulaştığını nasıl anlayacak? Düşünce ve davranışlarda hangi değişimler gerçekleşmiş olacak? 

5) BDT iş birliğini ve danışanın uzmanlığını vurgular:

BDT terapisti, danışanı kendi terapisinde aktif bir rol alması için destekler. Hem danışanın hem terapistin uzman olduğunu vurgular. Terapist uyguladığı ilke ve tekniklerde uzmanken, danışan kendisi hakkında uzmandır. Bu ortaklaşa uzmanlık başarılı bir tedavi için zorunludur. 

6) BDT yapılandırılmış ve zaman sınırlıdır:

BDT terapisti her seansı bir gündem maddesi listesi kullanarak organize etmeye çalışır. Şeffaflık ilkesinin devamlılığı kapsamında terapist, danışanı her seansın hedefleri konusunda bilgilendirir ve ona gündem maddelerine eklemek istediği yeni başlıklar ya da aktiviteler olup olmadığını sorar. BDT'nin genellikle belirtilerdeki rahatlamaya, bozukluğun remisyona girmesinin kolaylaştırılmasına, danışanın işlevselliğinin artmasına, danışanın gelecekteki bir alevlenmeyi önleme becerilerinin geliştirilmesine ve tedavinin sonlandırılmasına odaklanarak hedeflenen zamanla sınırlı kalması amaçlanır.

7) BDT danışanın gereksinimlerine özel olarak planlanmıştır:

BDT, danışanın yaşadığı zorlukları bilişsel ve davranışçı bir çerçeveyle formüle eder, bilimsel olarak desteklenen terapötik müdahalelere yüksek değer verir ve öğrenme teorisinin ilkelerine dayanır, ancak herkese uyan tek bir kalıp yaklaşım değildir. Her tedavi özgül olarak danışanın gereksinimlerine göre planlanır. 

8) BDT terapistin aktif duruşunu gerektirir:

Etkin bir antrenör saha kenarında oturup oyuncuları gözlemlemekle kalmaz, benzer şekilde etkin bir BDT terapisti de tedavide aktif, ilgili ve yönlendirici bir rol alır. Öğrenme BDT'deki anahtar noktalardan biri olduğu için terapist diğer yönelimlerden daha fazla "öğretmen/eğitmen" rolü üstlenir.

9) BDT terapi odası dışında, gerçek dünyada uygulamalar gerektirir:

BDT terapistleri danışanın günlük hayatta yaşadığı deneyimleriyle ilgili olarak terapide neler yapılabildiğiyle ilgilenir. Müdahalelerin daha belirgin hale getirilmesi için terapistin esnekliği ve yaratıcılığı gerekebilir. Danışana verilebilecek egzersizler ilk olarak terapi odasında terapist eşliğinde yapılabilir, rol oynama gibi teknikler kullanılabilir.


Yaygın Mitler ve Yanlış Bilinenler


1) BDT'de terapötik ilişki önemli değildir:

Terapötik ilişki başarılı bir tedavinin önemli unsurlarındandır. BDT terapistleri önceki maddelerde değinildiği gibi birçok ilke ve tekniği kullanırken sıcaktır, destekleyicidir, ilgilidir; gerçek bir terapötik ortam yaratmak için çabalar. Empati, onaylama ve olumlu bakış gibi terapi öğelerinin kullanımı BDT'de oldukça önemlidir. BDT terapisti danışanıyla iş birliği yapar. Bu iş birliği vurgusu yapılan birçok çalışmada olumlu sonuç verdiği için kanıtlanmıştır. BDT'nin düşünce ve davranışların değişimi için iş birlikçi deneyci yaklaşıma vurgu yapması, danışan ve terapist arasındaki bağı zayıflatmaz, aksine destekler. 

2) BDT problemin kökenini değil, belirtileri giderir:

BDT'de bozukluğun altta yatan nedeni danışan formülasyonu ve müdahale yaklaşımının önemli bir parçasıdır, ancak burada nedenden kastedilen uyuma yönelik olmayan biliş ve davranışları pekiştiren ve sürdürülmesine neden olan süreçlerdir. BDT formülasyonu müdahalelerle keşfedilebilen, daha test edilebilir hipotezlere dayanır. BDT'de süreç öngörülebilir, geçici olarak geri dönen belirtiler için danışanla birlikte bir plan oluşturulur. Tedavinin sonlandırılmasını planlarken terapist, danışana gelecekte sorunların ne şekilde ortaya çıkabileceğine, bu durumda onları nasıl yönetebileceğine ve kayma ile nüksün arasındaki farkı nasıl anlayabileceğine dair bilgiler vererek yardımcı olur. 

3) BDT terapistin yaratıcılığını ve esnekliğini sınırlar:

BDT'ye aşina olmayan kişiler arasındaki en yaygın yanlış düşünce, bu tekniğin kullanımının terapistin danışanıyla yaptığı seansta spontane, özgün ve yaratıcı olabilmesini kısıtladığıdır. Aslında etkin bir BDT, terapistin seans gündemini BDT prensiplerine göre danışanın gerçek hayatına geçirebilmesini sağlayabilme yeteğine bağlıdır. 

BDT canlı, aksiyon dolu bir terapidir. Tıpkı, öğrencilerinin deneyimlerinden yararlanarak çeşitli aktivitelerle ve eğlenceli metaforlarla öğrencilerinin ilgisini çekebilen iyi bir öğretmen gibi, BDT terapisti de benzer bir şeyi yapar. BDT yeni davranışları ve değişen düşünceleri açıklamak için yaratıcı yaklaşımların kullanılmasını vurgular.


Sonuç olarak...

BDT, dünyada en yaygın uygulanan ve kapsamlı olarak incelenebilen psikososyal tedavilerden birini oluşturmak üzere, Bilişsel Terapi ve Davranışsal Öğrenme İlkeleri olarak iki farklı yöntemden evrilmiştir. BDT, uyuma yönelik olmayan bilişleri ve davranışları, aynı zamanda bunların duygular üzerinde etkisini yönetmek için kendine yeni teknikler ekleyerek evrilmektedir. Araştırma ortamlarından hastaneler, klinikler ve okullardaki pratiğe taşmaktadır. Sayısız bozukluğu ele alabilmesi, bozulma ve sıkıntıların azaltılabilmesi, günlük hayata uyarlanabilmesi ve kişinin işlevselliğinin arttırılabilmesi için zengin teknikler sunmaya devam edecektir.


Sevgiler,

Tuna 

20 Ocak 2022 Perşembe

Son Düello: Bir Kadının Savaşı

Gladyatör, Kara Şahin Düştü, Cennetin Krallığı, Robin Hood gibi meşhur filmlerden tanıdığımız yönetmen Ridley Scott'ın son harikası, gerçek bir olaydan yola çıkarak yazılan bir kitaptan uyarlama Son Düello, izleyenleri epey düşündüren bir film olmuş.


14. yy Fransa'sında geçen hikâye o dönemin derebeyleri arasındaki hiyerarşiyi, krala bağlılığı, kilisenin inanılmaz üstünlüğünü, dogmatik düşünceyi de film boyunca aktarıyor. Baskın ataerkil düzen, erkeklerin mülkiyet hakkı, erkeklerin her an üstünlüklerini-güçlerini ispatlamak için savaşa hazır durumda olmaları gibi buram buram testosteron kokan yapısı yüzünden filmi izlemek çok da kolay değil. 

Yönetmenin önceki filmleri yüzünden müthiş aksiyon sahneleri izleyeceklerini sanan izleyiciler ise aradıklarını bulamayacaklar. Bir olaydan yola çıkılarak durumlar üstüne çekilen filmin derdi başka: Bu filmde düello yapan, çarpışan, dövüşen kişiler iki erkek de olsa asıl savaşı veren karakter bir kadın. Bu kadın onurunun savaşını herkese karşı veriyor. Aksiyon sahnesi isteyenler için ise yönetmen finalde çok iyi çekilmiş düello sekansıyla gönül alıyor. Filmin senaryosunu Nicole Holofcener'le birlikte Good Will Hunting'ten bu yana ilk kez beraber senaryo yazan Matt Damon ve Ben Affleck kaleme almış. 

Jean de Carrouges (Matt Damon), bölgenin eskiden tanınan ailelerinden birinin hayattaki tek oğlu, tek varis karakter. Lady Marguerite’le (Jodie Comer) evleniyor, ki bu evliliğin sonunda karısına kalan miras ve topraklar de Carrouges'u çok heyecanlandırıyor. Jacques Le Gris (Adam Driver) ise de Carrouges'un daha önce beraber, omuz omuza savaştıkları bir nevi silah arkadaşı. Ancak Le Gris, Lady Marguerite'e kalacak önemli bir toprak parçasına bölgenin derebeyi Kont Pierre’in (Ben Affleck) sayesinde el koyuyor. O topraklarda gözü olan de Carrouges ise sinirden köpürüyor. Zaten film boyunca de Carrouges'u onuruna çok düşkün, neredeyse sürekli sinirli, oyunlar oynamayan dümdüz bir adam olarak tanıyoruz. 

Filmin unutulmasına izin vermeyen olayı ise üç karakterin gözünden yaşananları ayrı ayrı göstermesi bence. Le Gris, de Carrouges'un gittiği bir savaşı fırsat bilerek de Carrouges'un karısı Lady Marguerite'e tecavüz ediyor. Bu olay öncesinde ve olay sırasında yaşananlar hem de Carrouges'un, hem Le Gris'nin hem de Lady Marguerite'in gözünden anlatılıyor. Anlatımlar arasındaki küçük nüanslar bireysel algılarımızın ne kadar farklı olduğunu bir kez daha göstermesi açısından da ilgi çekici. 


1386 yılının Fransa'sında susup kaderine razı olması beklenen kadın karakter susmuyor ve kocasına duruma anlatıyor. Onuruna düşkün ve Le Gris'ye zaten çoktan düşman olan de Carrouges deliye dönüyor ve önce bölgenin derebeyi Kont Pierre'e gidiyor. Kont Pierre'in Le Gris'yle arası çok iyi olduğundan sonuç alınamıyor ve de Carrouges Fransa Kralı'na kadar gidiyor. O dakikadan sonra olayı Fransa'da duymayan kalmıyor. Oldukça genç, toy bir delikanlı sayılacak kral ise düelloya karar veriyor. Düello'yu kazanan kişi Tanrı'nın iradesi sayesinde haklılığını ispatlamış olacakmış. Ve iş bu kadarla kalmıyor: de Carrouges düelloyu kaybederse, karısı tecavüz suçlaması yaptığı için haksız bulunacak ve diri diri bir kazığa oturtulup yakılacak. de Carrrouges bunu tereddütsüz kabul ediyor. Çünkü onun için onuru ve Le Gris'yi yenmek her şeyden önemli. 

Filmdeki bazı diyalogların çok önemli olduklarını düşünüyorum, filmin asıl meselesi o konuşmalarda yatıyor. Ancak izlemeyenler için keyfini kaçırmamak adına o konuşmaları alıntılamayacağım. Filmin gidişatını güzelleştiren anlardan birini yazayım: Film üç karakterin gözünden anlatılan üç bölümden oluşuyor. Her bölüme geçiş sırasında ekran kararıyor ve yeni bölümün başlığını yazıyor. Üçüncü bölümde ise çıkan yazı "Chapter Three - The Truth according to The Lady Marguerite" oluyor ve yazılar silinip geriye sadece "The truth" kelimesi kalıyor. Bu da bir kadının haklı mücadelesini gözler önüne seriyor zaten. Ki bu kadın bırakın erkekleri, kadınların bile desteğini alamadan mücadelesini sürdürmek zorunda kalıyor. 

İyi film. 

17 Ocak 2022 Pazartesi

Anna Karenina'ya Ağlamak

1860'da, Garibaldi'nin Sicilya'ya yaptığı keşif yolculuğunun peşinden gitmek için Akdeniz'den geçmek üzereyken, Alexandre Dumas (baba) Marsilya'da mola vermiş ve kahramanı Edmond Dantés'nin Monte Cristo Kontu olmadan önce on dört yıl hapis yattığı ve hapishane arkadaşı papaz Faria'dan hücresinde ders aldığı If Şatosu'nu ziyaret etmiş. Dumas oradayken, ziyaretçilere hep Monte Cristo'nun "gerçek" hücresi denilen yerin gösterildiğini ve rehberlerin, Dantés, Faria ve romandaki diğer karakterlerden sahiden yaşamış kişilermiş gibi söz ettiklerini keşfetmiş. Oysa aynı rehberler, If Şatosu'nda Mirabeau Kontu gibi önemli tarihi kişiliklerin hapis yattığını asla ağızlarına almıyorlarmış.


Dumas anılarında şöyle der: "Romancıların bir ayrıcalığı vardır, tarihçilerin karakterlerini öldürecek karakterler yaratırlar. Bunun nedeni, tarihçilerin anlattıkları kişilerin hayalet, romancıların yarattıklarının ise kanlı-canlı insanlar olmasıdır."

Bir gün bir arkadaşım şu konuda bir seminer düzenlememi istedi: Eğer Anna Karenina'nın gerçek dünyada var olmayan kurmaca bir karakter olduğunu biliyorsak o zaman onun düştüğü kötü duruma neden ağlıyoruz ya da talihsizliği bizi neden derinden etkiliyor?

Scarlett O'Hara'nın kaderine gözyaşı dökmeyen ama Anna Karenina'nın kaderine isyan eden pek çok kültürlü okur vardır herhalde. Daha da ötesi, Cyrano de Bergerac oyununun sonunda açık açık ağlayan kültürlü aydınlar gördüm; bu gerçek, kimseyi şaşırtmamalı, çünkü sahne oyunundaki strateji seyircilerin gözyaşı dökmelerini sağlamaya yönelikse, kültür düzeyleri ne olursa olsun ağlarlar. Bu bir estetik sorunu değildir, büyük sanat yapıtları duygusal bir tepki uyandırmayabilirler, oysa pek çok kötü film ve ucuz roman bunu başarır. Pek çok okura gözyaşı döktürten Madam Bovary'nin, okuduğu aşk hikâyelerine ağladığını da hatırlayalım.

Arkadaşıma açık açık bu olayın ne ontoloji ne de mantık açısından bir tutarlılığı olduğunu, sadece psikologları ilgilendireceğini söyledim. Kurmaca karakterlerle ve yaptıkları işlerle özdeşleşebiliriz, çünkü anlatı konusundaki anlaşma uyarınca, onların hikâyesinin olası dünyasında, orası bizim gerçek dünyamızmışçasına yaşamaya başlarız. Ama bu, sadece kurmaca yapıtlar okuduğumuzda olmaz. (...)

Nihayetinde, bu konuyu kafamdan tamamıyla çıkarıp atamayacağımın farkına vardım. Sevdiğimiz birinin hayali ölümüne ağlamakla Anna Karenina'nın ölümüne ağlamak arasında bir fark olduğunu itiraf etmek gerekir. Her iki örnekte de olası bir dünyada olanları doğal karşıladığımız doğrudur. İlkinde imgelemimizin dünyasında, ikincisinde Tolstoy'un kurduğu bir dünyada. Ama sonra bize, sevdiğimiz kişinin gerçekten ölüp ölmediği sorulduğunda -tıpkı bir karabasandan uyandığımızda olduğu gibi- iç rahatlığıyla bunun doğru olmadığını söyleyebiliriz; öte yandan Anna Karenina'nın ölüp ölmediği sorulduğunda hep "evet" yanıtını veririz çünkü bütün olası dünyalarda Anna Karenina gerçekten intihar etmiştir.

15 Ocak 2022 Cumartesi

Seneler

"Sahip olduğumuz tek şey tarihimiz, o da bize ait değil."

José Ortega y Gasset


Eşyaları arzulayacak zamanımız vardı, plastik kalem kutusu, kauçuk tabanlı ayakkabı, altın saat. Elde ettiğimizde bize hayal kırıklığı yaşatmıyordu onlar. Başkalarını hayran bırakmak için sergiliyorduk her birini. Seyretmekle ya da dokunmakla azalıp tükenmeyen bir sihir ve büyü barındırıyorlardı. Onlara sahip olduktan sonra bile durmadan evirip çevirerek, kim bilir ne bekliyorsak, hâlâ bir şeyler beklemeye devam ediyorduk.



Varoluşumuzun ufku ilerlemeydi. İlerleme refah anlamına geliyordu, çocukların sağlık ve afiyette, evlerin ışıl ışıl, sokakların aydınlık olması demekti, savaşın ve köy hayatının tüm karanlık unsurlarına sırt çevirmek demekti. İlerleme plastikte ve formikadaydı; antibiyotiklerde ve sosyal sigorta ödeneklerinde, mutfak musluğunda akan suda ve kanalizasyondaydı; tatil kamplarında, yüksek öğrenimde ve atomdaydı. Zekânın ve açık görüşlülüğün kanıtı olarak, zamana ayak uyduracaksın diye tekrarlıyordu herkes birbiriyle yarışırcasına. Orta ikideki kompozisyon dersinde "elektriğin faydaları" ya da "modern dünyayı karalayan birine karşı cevaplar" gibi konulardan birini seçiyorduk. Anne babalarımız, gençler bizden daha çok şey bilecek diye iddia ediyordu.

Gerçekteyse, evlerin darlığı çocuklarla anne babaları, kız, oğlan bütün kardeşleri aynı odada yatmaya mecbur bırakıyordu, hâlâ leğende el yüz yıkanıyor, âdet bezlerindeki kan soğuk suda akıtılıyordu. Çocukların nezle ve bronşitleri hardal tozu lapasıyla tedavi ediliyor, büyükler grip olduğunda kendilerini sıcak rom ve gripinle iyileştiriyordu. 

Erkekler güpegündüz duvar kenarlarına işiyordu. Yüksek öğrenime şüpheyle bakılıyor, gözünü fazla yukarılara dikmiş olmaktan ötürü, meçhul bir yaptırımla alaşağı edilip cezalandırılmaktan korkuluyordu, fazla okumak insana kafayı yedirirdi. Ağzında eksik diş olmayan yoktu. Zaman herkesin yüzüne aynı şekilde gülmüyor deniyordu.

- - - - - - -

Çocukları okula göndermek mi daha iyi yoksa kendi kendilerini eğitmeleri mi, Ajax toz temizleyici kullanmanın toksik etkisi var mı, yoga yapmak faydalı mı, grup terapisi işe yarıyor mu, günde sadece iki saat çalışmak ütopya mı, kadınlar erkeklerle eşit mi, yoksa farklılıkta eşitlik mi talep etmeli soruları masaya yatırılıyordu. 

Bütün alışkanlıklar, her şeyin en iyi nasıl yapılabileceği gözden geçiriliyordu: en iyi beslenme, doğum, tedavi ve bakım, çocuk yetiştirme, kendinle, başkalarıyla, doğayla uyum içinde yaşama ve toplumdan kaçma biçimleri. Kendini ifade etme yolları: çömlekçilik, dokumacılık, gitar, takı, tiyatro, yazı. Tanımsız ve uçsuz bucaksız bir yaratma arzusu vardı havada. Herkes kendini sanatsal bir faaliyete veriyor ya da ilerisi için planlıyordu. Şu ya da bu biçimde, bütün sanatsal ifade araçlarının aynı derecede değerli olduğu görüşündeydik, resim yapmak ya da yan flüt çalmak dışında, psikanaliz yoluyla kendini gerçekleştirmek de mümkündü. 

- Annie Ernaux, Seneler



"Bütün görüntüler yok olup gidecek" cümlesiyle başlayan bu kitapta Ernaux, farklı türden bir otobiyografik anlatıya soyunmuş. 1940'lı yıllardan 2000'li yıllara uzanan bu bir çeşit tarih yazımında kendini merkezden çıkaran yazar görsel malzeme kullanmadan, II. Dünya Savaşı sonrası Fransası, gündelik hayatı, bireysel ve toplumsal dönüşümleri yazmış. Oldukça etkileyici. 

13 Ocak 2022 Perşembe

Bir gencin ne olacağı hiç belli olmaz

Üstünde yeşil bir kıyafet ve yeşil bir kravat var. Kıvırcık saçları gri ve gür, gri bıyığının uçlarını sık sık parmaklarına doluyor. Bükük gömlek yakası eski moda ve köşeli çenesi onun üzerinden hafifçe sarkıyor. Gözleri bir çocuğunki gibi koyu mavi, cildi bir çocuğunki gibi kırmızı, beyaz ve şeffaf. Kollarını her şeyi kucaklarcasına, kavisler çizerek oynatıyor, elleri küçük ve zarif ve eklemlerinde gamzeler var. 


Sıcak, cana yakın bir tabiatı var ve onunla beraberken çabucak çekingeliğimi unutuyorum. Görünüşü Bay Krogh'a benzemiyor, yine de biraz onu andırıyor. Yemeğini seçmeden evvel menüyü uzun uzun inceliyor, ben de ne olduğunu bilmeden onun söylediğinden ısmarlıyorum. Yemeğine çok düşkün olduğunu ve bunun herhâlde görünüşünden de belli olduğunu söylüyor. Hayır diyorum nazikçe. Ne yediğimi hiç önemsemediğimi itiraf ediyorum, o da gülerek bunun görünüşümden gayet belli olduğunu söylüyor. 

Fazlasıyla incesin, diyor. Yemekle beraber şarap içiyoruz ve ekşi olduğundan yüzümü buruşturuyorum. Daha gençsin ondan diyor. Biraz büyüdüğümde şarabın tadına varmayı öğreneceğim. Kendimden biraz bahsetmemi, onu nasıl arayıp bulduğumu anlatmamı istiyor. Heyecanlı ve neşeliyim ve birçok şeyi aynı anda anlatmak istiyorum. Ona Albert'ten de bahsediyorum ama o sanki Albert öyle özel birisi değilmiş gibi omuzlarını silkiyor. "Bir gencin ne olacağı hiç belli olmaz," diyor bıyığını kıvırarak, "kimine inanırsın, sonradan başarısız olur. Kimine inanmazsın, bir bakarsın yine de başarılı olur."

Benim başarılı olacağıma inanıyor mu diye sorduğumda, bunu kimsenin bilemeyeceğini söylüyor. Elinde bir şiirle gelip "bunu on dakikada yazdım" diyen tiplerin başarısızlar cemiyetinden olduğunu söylüyor. Böyle dediklerinde hemen işe yaramadıklarını anlıyor. "Peki sonra?" diye soruyorum. "Sonra, onlara tramvay şoförü ya da ona benzer sağlam bir iş bulmalarını tavsiye ediyorum," diyor ve peçetesiyle ağzını siliyor. "Ölü çocuğa" şiirini kaç dakikada yazdığım hakkında mektupta bir şey söylemediğim için seviniyorum. Zaten bilmiyorum ki. 

- - - - - - -

Eve dönerken hep bebek arabalarının içine göz atıyorum çünkü fırfırlı yastıklara avuç içlerini yaslayarak uyuyan bebeklere bakmaya bayılıyorum. Bir şekilde hislerini açığa vuran insanlara da bakmayı seviyorum. Çocuklarını okşayan annelere bakmayı seviyorum ve el ele yürüyen, birbirlerine apaçık âşık olan genç bir çifti takip edip yolumu uzatmaktan üşenmiyorum.

Bana hazin bir mutluluk ve gelecek için belirsiz bir umut veriyor bunlar... Yalnızlığı, aile ve akrabadan tamamen yoksun olmayı, bir çatı katında, tek bir mumu, kâğıdın üstünden haşırdayarak geçen bir kalemi ve şimdilik yüzü ve ismi benden saklı bir adamı düşünüyorum.

Ölüm bir zamanlar zannettiğim gibi yumuşak bir kendinden geçiş değil. Zalim, iğrenç ve pis kokulu. Kendi kendime sarılıyorum, genç ve sağlıklı olduğuma seviniyorum. Yoksa gençliğim sadece bir yokluk, bir an evvel geride bırakmak istediğim bir engel.


Kopenhag Üçlemesi'nin ilk kitabı Çocukluk'tan yaptığım alıntıyı buradan okuyabilirsiniz.

10 Ocak 2022 Pazartesi

Çocukluk

Çocukluk tabut gibi uzun ve dar, kendi kendine içinden çıkmak mümkün değil. Hep ortada, herkesin gözü önünde, tıpkı Güzel Ludvig'in tavşan dudağı gibi. O da Güzel Lili'ye benzer şekilde o kadar çirkin ki, bir annesi olduğunu farz etmek imkânsız. Çirkin ve bahtsız olan her şeye güzel lakabı takılır ama neden, kimse bilmez. 

Çocukluğun içinden çıkmak mümkün değil, üstüne koku gibi siner. Her çocukluğun kendine has bir kokusu vardır. Diğer çocuklarınkini algılarsın. Kendi kokunu bilemediğinden, diğerlerinden daha kötü olmasından korkarsın bazen. Çocukluğu kül ve kömür kokan bir kızla konuşadurursun, birden o, senin çocukluğunun pis kokusunu algıladığından geriye doğru bir adım atar.


(Tove Ditlevsen, 1974'te Vesterbro'da çocukluğunun geçtiği Hedebygade caddesini ziyaret ediyor.)

Gizlice yetişkinlere bakarsın. Çocuklukları içlerinde, artık kimsenin ne aklına gelen ne de ihtiyacı olan eski, güvelenmiş, delik deşik, bir battaniye gibi durur. Dış görünümlerinden, bir çocukluk geçirdikleri belli olmaz ve o dönemi, suratlarında yara ve derin izler bırakmadan nasıl atlattıklarını sormaya da cüret edemezsin. Gizli, kestirme bir yoldan gittiklerinden, yetişkin hâllerine çok evvelinden, daha yaşı gelmeden büründüklerinden şüphelenirsin.

Bir gün, evde yalnızken yapmışlardır bunu çünkü çocuklukları kalplerini üç demir kemer gibi sarar, tıpkı Grimm masalındaki Demir Hans gibi, ki onun kemeri efendisi özgür bırakıldığında, kopup yere düşer. Ama böyle kestirme bir yol bilmiyorsan, çocukluğuna katlanıp, saatten saate, sayısız yıllar boyunca onu tüketip durmalısın. Ancak ölüm seni ondan kurtarabilir. O yüzden ölümü sık sık düşünürsün, onu beyazlara bürünmüş, müşfik bir melek olarak görür, bir gece, gözlerini bir daha açılmayacak şekilde öpeceğini hayal edersin. 

Annemin büyüdüğüm zaman beni seveceğine inanıyorum hep, tıpkı şimdi Edvin'i sevdiği gibi. Çünkü çocukluğum onu da beni sinirlendirdiği kadar çok sinirlendiriyor ve yalnızca birden onu unutuverdiğinde beraber mutlu oluyoruz. O zaman benimle arkadaşlarıyla veya Rosalia teyzeyle konuştuğu gibi konuşuyor, ben de hâlâ çocuk olduğum aniden aklıma gelmesin diye, cevaplarımı kısa tutuyorum. Elini bırakıp, aramıza biraz mesafe koyuyorum ki çocukluğumun kokusunu duymasın. 


- İkinci kitap Gençlik alıntısı için buraya tıklayabilirsiniz.

Tove Ditlevsen’in hatıralarını kaleme aldığı Kopenhag Üçlemesi; Çocukluk (Childhood – Barndom), Gençlik (Youth – Ungdom) ve Bağımlılık (Dependency – Gift) adında üç kitaptan oluşuyor. Bu üçleme Türkçede Monokl Yayınları tarafından yayınlanıyor. Şu ana kadar ilk iki kitap yayınlandı. Kitaplar Leyla Tamer tarafından Danca aslından çevriliyor. Dört kere evlenip boşanan yazar üçüncü kitabını ise evlilik üzerine yazmış. İngilizcede bağımlılık olarak çevrilen kitap Dancada ise evlilik anlamına geliyor. Aynı zamanda "gift" kelimesinin Dancadaki bir diğer anlamı ise "zehir."

6 Ocak 2022 Perşembe

Stoacı Bilgelik

- "Dayan ve nefsine hâkim ol..." Stoacıların ünlü özdeyişi. Söylemesi kolay...

- Sponville: Bunu tembelliğe ya da uyuşukluğa bir övgü olarak anlamamaya dikkat edelim! Stoacı bilgelik, kabullenme üzerine kuruludur: Bilge, olup biten her şeye razı olur, çünkü bütün bunlar ona bağlı değildir. Ama etkin olmaktan kesinlikle vazgeçmez. Tam tersine: Bilgeliği aynı zamanda eylem üzerine kuruludur. Müdahale edebileceği şeyler söz konusu olduğunda, bilge sadece kötü olandan, ona yakışmayandan ya da özgürlüğüyle bağdaşmayandan uzak durur. Geri kalanı için elinden geleni yapar. 


(André Comte-Sponville)

Epikurosçuluk bir zevk sanatıysa, Stoacılık bir irade sanatıdır. Epikuros'a göre giderilebileceği hemen hemen kesin olan arzulara, yani doğal ve gerekli olanlara ayrıcalık tanımak gerekir. Stoacılar da, bir bakıma tatmin edilmesi hemen hemen kesin olan arzuları üstün tutarlar. Ama bunlar, doğal ve gerekli arzular değildir: Zorbanın teki gelip pekâlâ yiyip içmemi engelleyebilir... Yüzde yüz tatmin edilebilen yegâne arzular, tatmini bize bağlı olanlardır, yani bir iradenin nesnesi olanlar. 

Suyunuz var mı? İçmek isteyebilirsiniz. Ama ya su yoksa? O zaman içmeyi umut edebilirsiniz ama kesinlikle isteyemezsiniz. (Yani size bağlı olmayanı arzulamış olursunuz; işte bu nedenle bilge kişi hiçbir umut beslemez.) Bu rahatsız durumda bilge, bazen zannedildiği gibi susuzluğu istemez (susuzluk ona bağlı değildir), ama susuzluğa ağır başlılıkla katlanmaya bakar, böyle de yapar zaten. Daha pek çok örnek verebiliriz. Hastayken keşke sağlıklı olsam, demeniz, bir istek değil -bu size bağlı değildir- bir umuttur. Ne var ki umut, doyurulması sizin elinizde olmayan bir arzudur. Mümkünse tedavi olmayı istemek ya da kaçınılmazsa ölümü serinkanlılıkla kabul etmek daha iyidir. Bize bağlı olmayanı kabul etmek bize bağlıdır!

- Yani mümkün olduğu kadar azını umut edeceğiz...

- Sponville: Mümkün olduğu kadar çoğunu isteyebilmek için! Bilge, hiçbir umut taşımamasından belli olur: O artık salt irade, yani kabulleniş (kendine bağlı olmayan her şey için) ve eylemdir (kendine bağlı olan her şey için.) İşte bu nedenle özgürdür (canı ne çekerse yapar); işte bu nedenle mutludur (bütün dilekleri olur, çünkü sadece olan ya da kendi yaptığı şeyleri ister.) İstemeyi öğrenmek için umuttan kendini kurtarmaktır söz konusu olan. 

Seneca'nın Lucilius'a yazdığı mektupta geçen bir cümlenin anlamı da budur: "Umut etmeyi unuttuğunda, sana istemeyi öğreteceğim." Sana bağlı olmayanı arzulamayı unuttuğunda, ki bu seni köleliğe ve mutsuzluğa mahkûm eder, sana bağlı olanı arzulamayı öğreteceğim, bu seni özgürlüğe ve mutluluğa götürür. 

André Comte-Sponville, Mutluluğun En Güzel Tarihi

3 Ocak 2022 Pazartesi

PDR Lisans mezunları hangi alanlarda çalışabilir?

21. yüzyılın ilk çeyreğinde olduğumuz şu günlerde multidisipliner ve interdisipliner çalışma olanaklarını neredeyse baktığımız her yerde görüyoruz. Bu iç-içelik ve bir-aradalık birçok alanın aslında birbirinden bağımsız olmadığı gerçeğini sıklıkla karşımıza çıkarıyor. Ben bu durumu kendi adıma oldukça olumlu karşıladığımı söyleyebilirim. Burada belki henüz lise ve lisans öğrencisiyken bilin(e)meyen bazı önemli kriterler söz konusu olabilir. Bu yazıda biraz bu kriter / yetkinlik / yeterliliklerden bahsetmeye çalışacağım. Her yazı gibi eksikler olacaktır elbette, siz okurların katkılarıyla bu yazının zenginleşebilmesini umuyorum.

    Not: PDR kısaltması bizler için bir ağız alışkanlığıdır. Bilindiği üzere programın tam adı Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık, yani RPD. Bu kısaltma önemli değil, alan dışı (mühendislik, ekonomi vs) bir okur geldiyse diye şimdiden bilgilendirmek istedim.


(Görsel: Rose Wong)

PDR, psikoloji ve eğitim bilimlerinin uygulama alanlarından biridir. Bu yüzden rehberlik ve psikolojik danışmanlığın temas ettiği alanlarla hem teorik hem de uygulamalı dersler okutulur. 2018 yılında PDR müfredatlarının değişmesiyle birlikte ders sayıları artmıştır, bu dersler arasında kariyer danışmanlığı, manevi danışmanlık dersleriyle, PDR'nin okul uygulamaları, kurum deneyimleri, bireyle psikolojik danışmanlık uygulamaları derslerinin varlığı dikkat çekmektedir. 

"Danışmanlık" alanı ise oldukça geniştir. Emlak, otomotiv ve ekonomi sektörlerinde bolca danışmanlık çeşidi bulunmaktadır. Biz burada; rehberlik / bireyle psikolojik danışma / grupla psikolojik danışma / önleyici ve koruyucu ruh sağlığı danışması / kariyer danışması / aile danışması gibi uygulama alanlarının ön plana çıktığını söyleyebiliriz. Bu yüzden PDR lisans eğitimlerinde bol miktarda bu danışma alanlarının teorik ve uygulamalı dersleri verilir. 

Üniversite ve bölüm tercihi yapılırken birçok öğrenci tercih ettikleri bölümün içeriğini tam bilemediğinden bazı PDR öğrencileri de zaman içinde bu programın kendileri için pek de uygun olmadığını fark edebilirler, normaldir. Bu durum neredeyse tüm lisans programlarında görülür. Eğer öğrencinin PDR'yi bırakıp başka bir lisans programına geçme ya da PDR okurken çift anadal yapma şansı yoksa bu öğrencilerin de kariyerleri için yönelebilecekleri başka alanları kendileri için oluşturmaya başlamaları yerinde ve isabetli olacaktır. Bu diğer alanlarda benim ilk aklıma gelenler: Eğitim ve Gelişim Uzmanlığı, İnsan Kaynakları, Halkla İlişkiler Yönetimi/Reklamcılık'tır. Tıpkı PDR ve Psikoloji disiplinlerinde uzmanlaşmak için nasıl ki bazı eğitimler gerekliyse, bu saydığım diğer alanlar için de gereklidir. 

Örnekleyelim:

1) Eğitim ve Gelişim Uzmanlığı: Kariyer sitelerinde sıklıkla gördüğümüz bu kariyer alanları birbirine benzer isimlerle ilana çıkabilmektedir. Bu tarz ilanlarda ilk aranan kriter genellikle "İşletme, İktisat, Endüstri Mühendisliği, Psikoloji, Sosyoloji, PDR" lisans mezunlarının başvurularına açık olduğudur. Peki bu tarz ilanlar adaylardan neler bekliyor?

Eğitim ve Gelişim Uzmanı ilanı diyelim ki spor sektöründeyse, başvuran adayların hayatlarının bir bölümünde profesyonel sporculuk yapmış olmasını bekleyebilir. Spor ve spor tüketim ürünlerinin pazarlanmasında son kullanıcı deneyimini önemseyebilir, bu yüzden başvuran adaylardan pazarlama (marketing) bilgisi/deneyimi bekleyebilir. Bu tarz işlerde genellikle bol bol seminer ve eğitim verileceği için adaylardan Türkçeyi güzel konuşması, iyi bir hitap becerisi, yaratıcı drama yapmış/eğitimini almış olması, iletişim ve sunum becerilerinin gelişmiş olması, projelerde aktif yer alması/proje yazması, seyahat engelinin olmaması gibi niteliklerin sıralandığını görebiliriz. Eğer sektör hava taşımacılığı ise buna benzer başka nitelikler sektörün beklentileriyle alâkalı olarak sıralanabilir. 

2) İnsan Kaynakları Uzmanı/Uzman yardımcısı: Sektörde oldukça yaygın bir şekilde İK ya da İngilizce kısaltmasıyla HR olarak bilinir. Bu alanda iş akdi/iş sözleşmesi, sosyal sigortalar bilgisi, işe alım yapma/işten çıkarma gibi mevzuat bilgileri önemlidir. Adaylarda olması gereken niteliklerde; sabırlı olmak, dikkatli olmak, karmaşık raporları okuyup analiz etmek, personel/bordro ve özlük işlemleri alanında deneyim sahibi olmak, iş kanunu, iş sağlığı ve güvenliği hakkında da mevzuata hakim olmak beklenebilir. 

3) Reklamcılık/Halkla İlişkiler: Sektörde oldukça yaygın bir şekilde İngilizce kısaltması PR olarak bilinir. PR ajansları genellikle metin yazarı, sosyal medya yöneticisi olarak ayrı ayrı ilanlara çıkarlar. Son dönemde Digital Marketing Manager ilanları var. Marketing/pazarlama özellikle de dijital alanda son yılların gözde mesleklerinden birisidir. Burada önemli kriterler: Google Analytics, Data Studio, Tag Manager, Google Ads, Facebook & Instagram & Linkedin & Twitter reklam yönetimi yapabilmek, Google Ads ve sosyal medya remarketing reklamlarında tecrübe sahibi olmaktır. 

Özetlemeye çalıştığım alanlar hemen hemen tüm mezunlara açık olmakla birlikte, belirli yetkinlik alanlarına vurgu yapmaktadır. Bu yetkinlik/yeterlilik alanlarını geliştirmediyseniz bu firmalara yapacağınız başvurulardan sonuç alamazsınız. Yani PDR öğrencisiyseniz ve programı bir şekilde bitirmeniz gerekiyorsa henüz mezun olmadan staj yaparak, kendiniz sektörü takip ederek, LinkedIn üzerinden ilgilendiğiniz markaların yöneticileriyle iletişime geçerek, seminerleri / konferansları / buluşmaları takip edip oralara katılarak aktif öğrenmeye devam edebilirsiniz.

- Peki, PDR/psikoloji alanında devam etmek isteyen lisans öğrencileri neler yapabilir?

Bunun için PDR veya Klinik Psikoloji alanlarında yüksek lisans yapmanıza gerek yok. (İllâ psikoterapist olmak istemiyorsanız.) Birçok kişi PDR ve psikoloji lisans programlarına büyüyünce psikoterapist olma hayalleriyle geliyor ancak karşılaştıkları durum yaklaşık şöyle bir şey oluyor: Öncelikle alanda inanılmaz bir klinik psikoloji kavgası var. Ben bu konudaki görüşlerimi PDR vs Psikoloji kavgasında asıl neden: Klinik Psikoloji başlıklı yazımda dile getirmeye çalışmıştım. PDR mezunları, klinik psikoloji yüksek lisans yapacak yeterliliğe sahiptir. Ancak iş bununla sınırlı değil, alanın en önemli sıkıntılarından biri, açılan PDR ve Klinik Psikoloji yüksek lisans programlarının çok az olmasıdır. Açılan az programın büyük bir kısmı ise vakıf üniversiteleri tarafından dudak uçuklatan program ücretleriyle devam ederken, devlet üniversitelerindeki ölü toprağının sürmesidir. (Klinik psikoloji programlarının hepsinin PDR mezunu kabulü aldığını söyleyemiyorum bu arada, çoğu okul PDR mezunlarını alan dışı saymaya devam ediyor ne yazık ki. Psikolojinin diğer disiplinlerinde de benzer bir durum görülebiliyor. Bu yüzden yüksek lisans kriterlerine tek tek bakmak gerekiyor.) Açılan devlet üniversitesi programlarında da inanılmaz bir başvuru sayısı göze çarpıyor. 2021 Güz döneminde Yıldız Teknik-PDR tezli yüksek lisansına 1154 kişi başvurdu!

Psikoterapist olup danışan görmek isteyenler için psikoterapi eğitimleri şart olmakla birlikte, kimlerin hangi eğitimleri verirken hangi yeterliliğe sahip oldukları kafa karıştırıcı bir diğer sorundur. Alanda okuyan / çalışan kişiler için bu psikoterapi eğitimleri seçilirken ne yazık ki hangisi kısa süreli ve ucuzsa oraya yönelim artmaktadır. (Bilişsel ve Davranışçı Terapiler eğitimini hem Prof. Dr. Ebru Şalcıoğlu'ndan hem de yüksek lisans kapsamında Prof. Dr. Mehmet Sungur'dan alan biri olarak diyebilirim ki, 2-4 günlük BDT eğitimi gördüğünüzde lütfen oradan uzaklaşın.)

Genel ve uygulamalı psikoloji yüksek lisans programlarının ise amaçlarını ben henüz anlayabilmiş değilim. Gelişim psikolojisi, sosyal psikoloji, adli psikoloji, endüstri ve örgüt psikolojisi, travma ve ruh sağlığı, bilişsel psikoloji, deneysel psikoloji, nöropsikoloji, nöropazarlama, bağımlılık danışmanlığı ve rehabilitasyon, ruhsal rehabilitasyon gibi spesifik alanlar bence daha elle tutulur ve somut ilerlemeler kaydedilmesini sağlıyor. 

PDR mezunları diğer bir taraftan da (birçok lisans mezunu gibi) aile danışmanlığı, eğitim yönetimi, eğitim teknolojileri, erken çocukluk eğitimi, okul öncesi eğitimi, çocuk gelişimi, sosyal hizmet, üstün zekâlılar, zihinsel engelliler, kadın çalışmaları, göç çalışmaları, oyun geliştirme teknolojileri, oyun tasarımı, sağlık yönetimi, halk sağlığı, insan kaynakları gibi birbirinden değerli alanlarda yüksek lisans yapma imkânına sahipler. (Peki bu konuda öncü olan tanıdığımız uzmanlar var mı? Açıkçası benim yok, ama yok diye de yeni bir yol açılamaz mı? Bu düşünülebilir.)

Bitirirken şunu eklemek zorunda hissediyorum kendimi: Bazıları felaket tellallığı yaparak PDR / psikoloji yazmayın, çok mezun var, alan öldü-bitti diyor. Bunu diyen kişilerden şunu beklerim ben: Madem öyle, okuduğunuz PDR veya psikoloji programlarından lütfen kayıt sildirin. Mezunsanız ve alanda çalışıyorsanız da lütfen başka bir sektöre geçin. Benim haddime mi bilmiyorum ama şunu söylemeliyim: Bizim alanımız asla ölmez. Zaten hiçbir alan ölmez, gerekiyorsa şekil değiştirir. Dünya tarihinde birçok meslek şekil değiştirmek durumunda kalmış, bu değişimlere ayak uydurabilenler ayakta kalmış, uyduramayanlar ise saf dışı kalmıştır. Bu yüzden hangi alana yönelirseniz yönelin yabancı dil bilgisi, programlama/yazılım bilgisi, istatistik raporlama bilgisi, güçlü iletişim becerileri, karmaşık problemlerin çözümü alanlarında bilgilerinizi güncelleyerek sürekli artırmak adına eğitim kovalayın bence. 

Ve elbette okuyun arkadaşlar. Okulunuzun kütüphanesi başta olmak üzere ulaşabildiğiniz tüm kütüphaneleri sömürün derim ben. 

Umarım sizleri araştırmaya, soru sormaya teşvik etmiştir bu yazı. Yorumlarınızla katkıda bulunabilir, yorumunuzun başkaları tarafından görünmesini istemiyorsanız tunabaharr@gmail.com üzerinden bana e-posta gönderebilirsiniz. 

Sevgiler,

Tuna