29 Kasım 2021 Pazartesi

Kral!

Carol bir adım öne çıktı. "Sen seviyor musun bizi?"

Bu zor bir soruydu. Birkaç dakika önce kendisini afiyetle yalayıp yutmak üzere oldukları düşünülürse Max herhangi birini sevip sevmediğinden emin değildi. Ancak kendini korumak adına ve bir şeyleri parçalayıp ağaçları ateşe verdikleri sırada hepsini çok seviyor olduğu için, "Evet. Sizi seviyorum," dedi.

Ira boğazını temizledi ve sesinde umut dolu bir tınıyla şöyle dedi: "Sen bizim kralımız mısın?"


Max, hayatı boyunca hiç bu kadar çok blöf yapmak zorunda kalmamıştı. "Tabii. Evet," dedi. "Öyle sanırım."

Canavarların arasında bir heyecan dalgası yayıldı.

"Vay canına, kralmış," dedi Ira. Şimdi çok mutlu görünüyordu.

"Evet," dedi Douglas. "Görünüşe bakılırsa öyle."

"Neden o kral oluyor?" dedi Alexander iğneleyici bir sesle. "O bir kral değil. O kral olabiliyorsa, ben de kral olabilirim."

Çok şükür ki her zaman olduğu gibi yaratıklar keçiyi duymazdan geldiler.

"O küçük," diye belirtti Judith.

"Belki de bu yüzden işe yarar," diye ileri sürdü Ira. "Böylelikle küçük yerlere sığabilir."

Douglas, az önce aklına, her şeyi hükme bağlayacak zor bir soru gelmişcesine bir adım öne çıktı: "Geldiğin yerde kral mıydın?"

Max palavra atma işini iyice ilerletmişti, o yüzden bu defaki kolaydı. "Evet, öyleydim. Kral Max. Yirmi yıl boyunca," dedi.

Yaratıkların arasında hızla mutlu bir mırıltı yayıldı. 

"Burayı daha iyi bir yer haline getirecek misin?" diye sordu Ira.

"Elbette," dedi Max. 

"Çünkü burası berbat halde, benden söylemesi," diye yumurtladı Judith.

"Sus, Judith," dedi Carol.

"Hayır, gerçekten, sana her şeyi anlatabilirim..." diye devam etti Judith.

"Judith, kes artık," diye çıkıştı Carol.

Ama Judith'in sözü bitmemişti henüz: "Tüm söylediğim şu ki bir kralımız olacaksa, bari bütün sorunlarımızı çözsün. Evlerimizin hepsini yerle bir ettikten sonra, en azından bunu yapabilir."

"Judith, elbette buraya her şeyi düzeltmeye geldi o," dedi Douglas. "Aksi halde neden kral olsun ve buraya gelsin ki?" Max'e döndü. "Değil mi, Kral?"

"Hmm, elbette," dedi Max.

Carol gülümsedi. "Pekâlâ, sorun çözülmüştür öyleyse. O bizim kralımız!"

Max'i kucaklamak üzere ona doğru yöneldiler.

"Seni yemeye kalktığımız için özür dileriz," dedi Douglas. 

"Kral olduğunu bilmiyorduk," dedi Ira.

"Eğer kral olduğunu bilseydik, neredeyse kesinlikle seni yemeye çalışmazdık," diye ekledi Judith, sonra birden titrek bir sesle, neşesiz bir şekilde güldü. Bir şey itiraf edecekmiş gibi sesini alçalttı: "Biz yalnızca o anın heyecanına kapıldık."

- Dave Eggers, Vahşi Şeyler

- Eggers bu kitabı, Maurice Sendak'ın meşhur çocuk kitabı Where the Wild Things Are'dan yola çıkarak yazıyor, yeniden romanlaştırıyor. Spike Jonze'un yönetmenliğinde sinemaya da aktarılan filmi de enfesti. 

26 Kasım 2021 Cuma

Ebeveyn Dehşeti ve Trajik Etkileri

Gençliğimde benim için çok büyük bir anlam taşıyan Rus yazarlar Dostoyevski ile Çehov'un yapıtlarını sonradan incelediğimde dissosiyatif mekanizmanın yüzyıl önce de nasıl kusursuz işlediğini gördüm. Nihayet anne babam hakkında kapıldığım yanılsamalardan vazgeçmeyi başardığım ve yaptıklarının bir bütün olarak hayatımın üzerindeki etkilerinin farkına vardığım zaman, daha önce herhangi bir önem atfetmediğim gerçekler konusunda da gözlerim açıldı.


Örneğin, Dostoyevski'nin yaşam öyküsünden, Dostoyevski'nin önceleri bir doktor olan babasına daha sonra miras yoluyla yüzden fazla serfle birlikte bir mülk kaldığını öğrenmiştim. Babası bu insanlara o kadar acımasızca davranıyormuş ki, sonunda onu öldürme cesareti göstermişler. Buradan çıkardığım sonuç, gaddarlığın normalin üstüne çıkmış olması gerektiğiydi, zira bu sindirilmiş çiftçilerin, dehşet saltanatında daha fazla acı çekmektense, suçları karşılığında sürülme tehlikesini tercih etmelerinin başka ne açıklaması olabilirdi ki? 

En büyük oğlunun da benzer bir zulme maruz kalmış olması bir hayli mümkündü, bu yüzden, dünyaca ünlü pek çok romanın yazarının kendi kişisel tarihiyle uzlaşmayı nasıl başardığını araştırmak istedim. Elbette Karamazof Kardeşler'deki gaddar baba tasvirine aşinaydım, ancak gerçek babasıyla olan ilişkisinin nasıl olduğunu öğrenmek istedim.

Önce mektuplarında ilgili bölümleri aradım. Bütün mektupları okudum ancak babasına yazılmış tek bir mektup dahi bulamadım. Babasından sadece ve sadece bir yerde söz ediliyordu, o da belli ki oğlunun ona duyduğu kusursuz saygıyı ve koşulsuz sevgiyi teyit etmek üzere yazılmıştı. Öte yandan, başkalarına yazdığı neredeyse bütün mektuplarda mali durumundan şikâyet ediyor ve yardım istiyordu. Kanımca, bütün bu mektuplar, bir çocuğun varlığına yönelik daimi bir tehditten duyduğu korkuyu ve mektup yazılan kişinin bu ızdırabı anlayacağına ve kendisine iyi davranacağına dair çaresizce duyulan umudu açıkça ifade ediyordu.

Dostoyevski'nin sağlığının çok kötü olduğu bilinir. Kronik uykusuzluk çekiyor ve korkunç kâbuslar görüyordu, bu kâbuslarda, muhtemelen kendisi gerçeğin farkına varmadan çocukluk travmaları ifade buluyordu. Dostoyevski'nin yıllarca epilepsi nöbetlerinden muzdarip olduğunu da biliyoruz. Ancak onun yaşam öyküsünü yazanlar, bu nöbetler ile travmatik çocukluğu arasında pek bir ilişki kurmazlar. Rulete duyduğu bağımlılıkta açıkça görülen, şefkatli bir yazgıya duyulan özlemi de aynı şekilde görmezler. Karısı bu bağımlılığını yenmesine yardımcı olsa da, aydınlanmış bir şahit görevi görememişti, zira o sıralar birinin babasını suçlamak şimdi olduğundan çok daha fazla ayıplanması gereken bir durumdu.

23 Kasım 2021 Salı

Kaygı Çağı

Freud için kaygıdan bahsetmek demek, öncelikle ve temel olarak kastrasyondan bahsetmek demekti, ki buna katılmamak mümkün değil. Kastrasyon kavramını içermeyen bir kaygı teorisi olamaz. Hatta Freud başlarda kendi kendine bir çıkmaz yaratıp kastrasyonu penisin kaybedilmesi tehdidiyle ilişkilendirince, buradan mantıksal -ama klinik değil- bir çıkarsama yaparak erkeklerde kaygının daha çok olduğunu, kadınlarda ise penis olmadığı için kaygının olmadığını, bunun yerine penis hasetinin [Penisneid] olduğunu söyleyecekti. 


Klinik gözlem Freud'u doğrulamadı. Lacan bu soruyu ciddiye alır. Kadınlarda mı daha çok kaygı vardır? Yoksa erkeklerde mi? Ve burada Kierkegaard'ı anar, o, kadınlarda daha çok kaygı gözlemlendiğini söylemişti ve Lacan ona hak verir, Freud'a değil. Kierkegaard'ın kaygı tartışmasında haklı olduğu bir nokta daha var: Kaygıyı korkuya dönüştürmek evladır. Kaygı eksikle [manque/lack] ilgilidir, doğru, ama anatomik olarak bir organın eksikliğiyle değil. Freud, kastrasyonun analizin geçilemez sınırı olduğunu da söyleyecekti: Kastrasyon kayası. (Freud, 1937) Lacan buna da katılmaz, Lacancı analizle kastrasyon bertaraf edilmez; ama ona yeni bir yaklaşım getirilebilir. Kısacası Lacancı ve Freudcu analizlerin sonuna ilişkin, aralarında bir farklılık vardır.

Anlaşılacağı üzere, Freud için kaygı ya da psikanalitik travma hemen tedavi edilmesi gereken bir olgu değil, öncelikle anlaşılması gereken bir olguydu. Freud'un çağı, başlarda "histeri çağı"ydı, ama 1910'ların sonlarına doğru bir "travmatizmler çağı"na dönüşmüştü ve bu adlandırma İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra da devam etti, ama burada kalmadı: "Kaygı çağı", "borderline çağı", "bipolar çağı" ve yine tekrar "travma çağı", bu ilk adlandırmayı takip etti. "Kaygı" kelimesi, gitgide, özellikle Anglo-Amerikan geleneği içinde, "post travmatik stres bozukluğu", "stres", "panik bozukluk" gibi sözde adlandırmaların içinde boğuldu. Ancak mesele hâlâ ortada duruyor: Dünya sahnesinde olanlarla psikanalizin nevrotik kaygısını bir araya getirebilecek bir teoriye hâlâ ve her zamankinden daha çok ihtiyaç var. Ama indirgeme yapmadan ve doğrudan, basitleştirilmiş denklikler kurmadan bunu başarmak gerekiyor. İşte bu zor sorunu Freud ve Lacan'la birlikte ele almak mümkün. Ve Freud'un keşfinin en radikal boyutunu oluşturan "cinsel" kategorisini dikkate alarak bunu yapmak gerekiyor, ki bu bizi psiko-lojikleştirilmiş, bilinçdışını yok sayan yaklaşımlardan koruyacaktır. 

Bugüne gelirsek, içinde bulunduğumuz dönemin, çeşitli nedenlerle -bu terime katılalım ya da katılmayalım, bunu meşru bulalım ya da bulmayalım- "kaygı çağı" olarak adlandırabileceğini söyleyebiliriz: İş güvencesinin azalması ve işçi sınıfının proleteryadan prekaryaya dönüşümü, sınıflar ve ülkeler arasında muazzam ölçülerde derinleşen eşitsizlikler, iklim felaketi, "terörizm", göç meselesi, nükleer savaş tehdidinin güncelleşmesi, bölgesel ama çok şiddetli savaşlar ve savaş tehditleri, vb. Bunlar "dünya sahnesi"nde olup bitenler, tarih adına yazılanlar, çizilenler, söylenenler. Psikanaliz bir kulağını dünya sahnesine verse de bununla yetinmemesi gerektiği, yetinemeyeceği açık. Çünkü psikanaliz, sosyoloji, antropoloji ya da Freud'un deyimiyle bir Weltanschauungen (dünya görüşü) değil: "Weltanschauungen üretilmesine hiç eğilimli olmadığımı itiraf etmeliyim." (Freud, 1999)

Çağımızın bir kaygı çağı olduğu iddiası doğru olsun ya da olmasın kaygıdan muzdarip insanların buna bir çare bulmaya çalıştıkları aşikâr. Kaygının psikiyatri-psikoloji-psikanaliz alanına en sık başvuru nedeni olduğu yönünde birbiriyle tutarlı gözlemler var. Ve kaygının ele alınması için şu anda dünyadaki ilk seçenek psikanaliz değil, ama seçeneklerden birisi olduğı açık. Kaygının tedavisinde bütün dünyada en çok kullanılan yöntem ise içki içmek ve bunu madde kullanımı takip ediyor; yani kaygılı kişilerin ilk tercihi bir tür oto-tedavi, kendi-kendine tedavi. Bunları kaygıyı gideren ilaçlar izliyor. Psikiyatride kaygı en kısa yoldan geçirilmesi gereken bir belirti olarak görülüyor, pssikanaliz için ise durum bundan bir miktar farklı. Psikanalizde kaygı öncelikle öznenin sözünün dinlenmesi gereken bir alan teşkil ediyor.

- Özgür Öğütcen, Kaygı, Yanıltmayan Tek Afekttir!, Suret 9 - Tekinsiz

18 Kasım 2021 Perşembe

Aklı Başındalıkla Mücadele Yolları

Ailenizden ya da yakın çevrenizden birinin aklının başında olması daima zor bir durumdur, ama doğru adımları atarak bu durumla başa çıkabilirsiniz. Burada en önemli nokta, kendinizi veya toplumu suçlamamaktır: Yakınınızın aklının başında olması hiçbir şekilde sizin suçunuz değildir, zira yakın çevre (ve toplumun geneli) bireyi delirtmek için elinden gelen her şeyi yapar; buna rağmen akıl sağlığını koruyan kişinin sorunu ise büyük ölçüde psikolojiktir veya stres kaynaklıdır. Bununla birlikte, şayet doğru şekilde müdahale edilmezse, aklı başındalık zamanla ilerleyip geri döndürülmesi zor bir noktaya gelebilir. İşte kliniğimizin sizin için derlediği öneriler:


1) Aklı başında bireyin en önemli çıkmazı, sorunlarla yüzleşme eğilimidir. Onun kafasını dağıtmaya, dikkati zihnindeki sorundan başka yere çekmeye çalışın. Bunun için kafanıza bir huni geçirip karşısında tef çalmanız gerekse bile hiç çekinmeyin. Ücretsiz danışma hattımız huni ve tef tedarikinde size yardımcı olacak, hatta dilerseniz personelden iki-üç kişiyi sizinle birlikte tef çalmaya gönderecektir. Böylece hem siz daha çok eğlenirsiniz, hem de yakınınız çoğunluğun ezici gücü karşısında daha kolay boyun eğer. 

2) Doktorun önerdiği ilaç tedavisine sadık kalın. Aklını yitirmiş birey kötü bir olayla nasıl başa çıkılacağını bilir: Kendini alışverişe, tüketime, yemeye veya içmeye verir, olayı görmezden gelir, hiç olmamış gibi davranır vs. Aklı başında olan birey ise kişisel veya (sözde) toplumsal bir sorunla karşılaştığında, hiçbir şeyi değiştiremeyeceğinden bihaber olduğu için gereksiz yere tepki verir, sonuçta da hem kendini mutsuz eder hem de toplumun huzurunu kaçırır. Fakat doğru ilaçlarla hastanın ruhen ve bedenen uyuşturulması sağlanarak bu güdüler baskılanabilir.

3) Gerçekçi beklentilere sahip olun. Aklı başındalık tedavi edilebilir olsa da hemen düzelebilecek bir sorun değildir. Mucize beklemektense yakınınızın kaydettiği küçük ilermeleri teşvik edin. Mesela bir olaya aklı başında bir tepki vermek yerine gülüp geçtiğinde onu ödüllendirin; böylece gülümsemesi zamanla kahkahalara dönüşecektir.

4) Onu aranıza alın. Hatta çevresini sarın. Sizinle daha çok vakit geçirdikçe kendi saplantılarının anlamsızlığını daha iyi görecektir.

5) Sosyalleşmenin yalnızca belli türlerini teşvik edin. Yakınınızın aklı başında olan başka kimselerle temasta bulunmasına izin vermeyin, zira böyle bir yakınlaşma zararlı tavır ve davranışların güçlenmesine neden olacaktır. Ülkemizde her aklı başında bireye karşılık yüz deli bulunduğundan böyle bir teması engellemeek zor değildir. 

6) Aklı başında olan yakınınıza yardım ederken kendinizi korumayı da ihmal etmeyin. Aklı başındalık bulaşıcı olmamakla birlikte, fikir alışverişinin bu rahatsızlığa yatkınlığı güçlendirdiği klinik deneylerle kanıtlanmıştır. Dolayısıyla yakınınızın söylediklerini dinlememeye özen gösterin. O konuşurken içinizden "portakalı soydum", "bir berber bir berbere", "kartal kalkar dal sarkar" gibi tekerlemeler söyleyebilirsiniz. Tekerlemeler konusunda yine ücretsiz danışma hattımızdan destek alabilirsiniz.

7) Bütün çabalarınıza rağmen yakınınızda herhangi bir gelişme görmezseniz ona nanik yaparak tepkinizi göstermekten çekinmeyin. Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı naniktir. 

- Özde Duygu Gürkan, Metis Ajanda 2015 - Beni Siz Delirttiniz

16 Kasım 2021 Salı

Eşitlik?

Tarım Devrimi'ni takiben çoğalan malvarlığıyla beraber eşitsizlik de arttı. İnsanlar toprak, hayvan, bitki ve aletlerin mülkiyetini edinince servet ve iktidarın büyük kısmının seçkin azınlıklar tarafından nesilden nesle daha çok tekelleşen hiyerarşik toplumlar oluştu. İnsanlar bu düzeni doğal ve hatta tanrı buyruğu addetmeye başladı. Hiyerarşi sadece bir norm değil, ideal olandı. Aristokratlarla halk arasında, erkekle kadın arasında, ebeveynlerle çocuklar arasında belirgin bir hiyerarşi olmadan nasıl düzen sağlanabilir? Dünyanın dört bir yanındaki din adamları, filozoflar ve şairler sabırla şunu açıklıyordu: Nasıl ki insan vücudunun tüm parçaları eşit değildir ve ayaklar beyne itaat etmek zorundadır, toplumsal eşitlik de kargaşadan başka bir şeye yol açmaz.


(...) Sanayileşmiş ekonomiler işçilerden oluşan halk kitlelerine gereksinim duyarken sanayileşmiş ordular da askerlerden oluşan kitlelerin sağlığı, eğitimi ve refahına büyük yatırımlar yaptı çünkü seri imalat bantlarında çalışacak milyonlarca sağlıklı işçi ve cephede savaşacak milyonlarca sadık asker gerekiyordu.

(...) Küreselleşmenin meyveleri giderek belli grupların tekeline girerken milyarlarca insan geride bırakılıyor. Daha da tedirgin edici olanı, en zengin yüz kişinin servetinin en yoksul dört milyar insanın toplam servetinden çok olması.

(...) Zenginler ve aristokratlar tarih boyunca herkesten daha yetenekli olduklarını ve kontrolün bu yüzden kendilerinde olduğunu sanmıştır. Görebildiğimiz kadarıyla bu doğru değil. Ortalama bir dük ortalama bir çiftçiden daha yetenekli değil; üstünlüğünü sadece haksız yasal ve ekonomik ayrımcılığa borçlu. Fakat 2100 yılına gelindiğinde zenginler gerçekten de varoşlarda yaşayanlardan daha yetenekli, daha yaratıcı ve daha zeki olabilirler. Zenginler ve yoksulların sahip oldukları beceriler arasında ciddi bir uçurum oluşursa bunu kapamak neredeyse imkânsızdır. Zenginler daha üstün olan becerilerini, onları daha da çoğaltmak için kullanırsa ve daha çok para da daha üstün beden ve beyinler satın almalarını sağlarsa, uçurum zamanla daha da derinleşir. 2100'de en zengin yüzde 1'lik kesim sadece dünya servetinin değil dünya güzelliklerinin, yaratıcılığın ve sağlığın da sahibi olur. 

Bu nedenle biyomühendislik ve yapay zekâ alanında ilerleme süreçlerinin bir araya gelmesi sonucu insanlık, küçük bir insanüstü sınıfla işlevsiz Homo sapiens üyelerinden oluşan bir altsınıf şeklinde ikiye ayrılabilir. Kitleler ekonomik önem ve siyasi güçlerini yitirdiğinde devletin bu kitleye sağlık hizmeti, eğitim ve refah sağlama gerekçesini bir ölçüde bile kaybetmesi, zaten korkunç olan durumu daha da beter yapar. İşlevsiz kalmak çok tehlikeli. Böyle bir koşulda kitlelerin istikbali az sayıda seçkinin insafına kalır. Belki bir süreliğine insaf ederler. Ama iklim felaketi gibi bir kriz anında lüzumsuz insanları silkeleyip atmak son derece cazip ve kolay gelecektir.

- Yuval Noah Harari, 21. Yüzyıl İçin 21 Ders.

12 Kasım 2021 Cuma

İnsan bir kez okumaya başladı mı, geçmiş olsun!

Ersan Üldes, Hindi'nin Ruhu kitabında çok ilginç bir işe girişmiş. Önce alıntıyı okuyalım:

"Yazdığı hikâyeden de anlaşılacağı gibi, onun mazereti kitaplar; daim suskun kalışlarından istifade, kabahatin bütününü doğrudan kitapların üstüne atar. Buncasının varlığı, Mesut'un dünyaya karşı neden mesafeli durduğunun, ortalama bir hayata neden tavır koyduğunun yanıtını değilse de, neden genelde içeride kaldığının, neden dışarı çıkmakta ekseri zorlandığnın ipuçlarını da verir. Mesut'un içerideliği şu serzenişle birlikte muteber bir mazerete dönüşür: Ne çok kitap var Allah'ım okunacak. Bunu bir de değiştirerek söyler, fakat manası gene ağır olur: Allah'ım okunacak ne çok kitap var. 


Milletin La Mancha'lı atak kahramanı okuyup okuyup yollara düşer, okuduklarının tesiriyle maceradan maceraya koşarken, Hasan Cahit'in Kağıthane'li paytak kahramanı, okumadığı kitapların ağırlığı yüzünden kımıltısız kalır, bütün gün evde tüp gibi oturur, siftinir. Kitaplar rafta durdukça, eylem rafa kalkar. Duvarlar boyu sıra sıra, emre amade rütbesiz askerler gibi hazır kıta bekleşen ya da bazen yerde, yığınlar halinde, kötürümlere özgü bir tevekkülle daim ilgi dilenen sayısız tür, bin bir ekol, bilim, norm, dal ve disiplinin nefes almayı dahi zorlaştıran ezici tahakkümü altında kim olsa zorlanır.

Tek olsalar ya da tek tek gelseler belki bir nebze. Veya okumakla bitse. Japon edebiyatını da bilmek gerekir, Vikinglerin tarihini de, İspanya İç Savaşı'nı da anlamak gerekir, suyun akış kanunlarını da, Voltaire'e de göz atmak gerekir haliyle, ilk fırsatta, meziyetli ahbabın son verimine de. 

İşte bunlar, bu okunacaklar, doğal olarak ciltler tutar ve Mesut'un kollarına bağlanmış bu ağırlıklar, hayatın akışını içinde onu yavaşlatır, gevşekliğini katmerler. İnsan bir kez okumaya başladı mı, geçmiş olsun, işler asıl o zaman çığırından çıkar; çünkü okudukça artar okunacaklar. Bu fasit daire, Mesut'un içinde dönüp durduğu çemberdir işte. Mesut'sa çemberdeki fare."

Hindi'nin Ruhu, roman içinde bir roman, roman hakkında bir roman, yazar olamayan yazar hakkında bir deneme. "Akıcı kitaplar" okumaya alışkın bünyelere iyi gelmeyecektir bu kitap, ancak içindeki kelime oyunları ve karakterin gidişatını görmek, "şu insan psikolojisi de ne menem bişeymiş acaba" diye yeniden sorgulamak için fırsat. Postmodern kurgusuyla, kara mizahı elden bırakmamasıyla tüm okurlar için ilginç bir okuma deneyimi sunuyor. Ee, ne de olsa okundukça artar okunacaklar.