felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Kasım 2022 Çarşamba

Spinoza Mucizesi

Etika'nın üçüncü kitabının 6 numaralı önermesi, Spinoza doktrininin en kilit temalarından biridir: "Her şey, var olma gücü uyarınca, varlığını sürdürmeye gayret eder." Bu gayret (Latincede conatus), hayatın evrensel kanunudur ve modern biyoloji bunu doğrulayacaktır. Nitekim nörolog Antonio Damasio, Spinoza üzerine yazdığı Spinoza Haklıydı başlıklı kitapta şunu ifade eder: "Yaşayan organizma; yapılarının ve işlevlerinin bütünlüğünü, hayattaki muhtelif tehditlere karşı koruyacak şekilde meydana gelmiştir." 


Spinoza da her organizmanın aynı derecede doğal biçimde ilerlemeye, büyümeye, daha kusursuzlaşmaya ve bu yolla gücünü artırmaya çalıştığını söyler. Ancak dış dünya kaynaklı başka pek çok beden ve fikir, bedenimize ve zihnimize etkide bulunur. Bu "duygulanışlar" (Latince affectio), ille de olumsuz değildir: Zarar verip geriletebilecekleri gibi canlandırıp büyütebilirler de. Örneğin güzel bir manzarayı seyretmek bir dış bedenle yaşadığımız, bizi canlandıran türde bir karşılaşmadır. Kendimize dair yaralayıcı bir söz işitmek ise aksine, bize acı veren bir düşünceyle karşılaşmadır. 

Bir dış beden yahut fikirlerle karşılaşma doğamızla uyumlu olduğunda kudretimizi artırır. Doğamızla uyumlu olmayan karşılaşmalar, tam tersine kudretimizi azaltır. Spinoza kudretimizin artmasına sevinçli bir duygunun, kudretimizin azalmasına ise kederin eşlik ettiğini söyler: "Sevinç, daha eksik bir halden daha eksiksiz bir hale geçiş, keder ise eksilmedir." Yani sevinç, eyleme kudretimizdeki her artışa eşlik eden temel duygu, keder de eyleme kudretimizdeki her düşüşe eşlik eden temel duygudur. O halde Spinoza etiğinin hedefi; akıl sayesinde hayatını, kederi azaltacak ve sevinçli ebedi saadete ulaşana dek artıracak şekilde düzenlemektir. 

"Akıl sayesinde" diye özellikle belirtiyorum çünkü Spinoza için; yaşama gücümüzü, eyleme gücümüzü artırma ve böylelikle ondan kaynaklanan sevinci artırma arayışı doğal ve evrenseldir. Cahil kişi bu arayışı muhayyilesi ve şeylerin kısmi, dolayısıyla "uygun olmayan" bilgisiyle sürdürürken bilge insan, kendisine şeylerin "tümüyle uygun" bilgisini veren akıl vasıtasıyla ilerlemeye çalışır. Bu demek oluyor ki Spinoza iki temel bilgi türünü birbirinden ayırır: İlk tür sadece, bedenimize ve ruhumuza tesir eden dışımızdaki fikir ve cisimlerle karşılaşmalardan meydana gelir. Bu karşılaşmalar nesnel hakikate değil o hakikate dair temsilimize denk düşen imgeler üretir. 

Spinoza kendimize dair bilgiyi ve dünyaya dair bunun dolayımında elde ettiğimiz bilgiyi "uygun olmayan" olarak niteler. Bu, ilk bilgi türüdür: Bir şeyin hayali ve kısmi temsilinden yola çıkarak, ona dair oluşturduğumuz kanıdır. Ancak kusursuz olmayan bu safha, "bütün cisimlerin herkes tarafından tümüyle uygun, yani açık ve seçik biçimde algılanabilmesinden ötürü tüm insanlarda ortak olması gereken mefhumlara" dayanan aklı geliştirmek suretiyle aşılabilir. 

Tüm insanlarda ortak olan bu mefhumların yani bu evrensel uygun bilgilerin üzerleri hayali tasavvurlarımız ve kanaatlerimizle örtülü olduğundan, bu ortak mefhumların üstünü açarak onları özgürleştirmek ve sonra bizim için neyin iyi neyin kötü olduğunun ayırdına varmak için aklımıza başvurmamız gerekir. 

- Frederic Lenoir, Spinoza Mucizesi

Görsel.

26 Ekim 2022 Çarşamba

Güzel Yaşam Kılavuzu

Stoacı Psikoloji Teknikleri

Dikkatli kişi, başına gelebilecek kötülükler hakkında ara ara düşünür taşınır. Bunu elbette o şeylerin önüne geçebilmek için yapar. Mesela bazıları, hırsızlık amacıyla evine ne şekillerde girebileceğini düşünüp bunların önünü almak için kafa yorar. Kimisi de zihnini, yakalanabileceği hastalıklara yorar ki tedbiri ele alabilsin.




Ama meydana gelmelerini önlemek için ne kadar uğraşırsak uğraşalım, gelip bizi bulan şeyler yine olacaktır. Bu yüzden, başa gelebilecek kötü şeyler üzerine düşünmek için ikinci bir neden daha sunar Seneca. Bu şeyler hakkında düşünürsek tüm çabalarımıza rağmen yine de meydana geldiklerinde, üzerimizde bırakacakları etkiyi azaltmış oluruz: "Felaketi gelmeden gören, onun etki gücünü zayıflatır." Talihsizlikler en çok, der Seneca, "talihinin yaver gideceğine emin olanları bulur." Bu öğüdü Epiktetos da destekler: Unutmayın ki "her şey yok olmaya mahkûmdur." Bunun farkına bir türlü varamayıp değer verdiklerimizin hep var olacağını sanırsak elimizden alındıklarında muhtemelen kahroluruz. 

Başımıza gelebilecek şeyleri düşünmek için yukarıdakiler dışında üçüncü ve belki daha da önemli bir sebep bulunur. İnsanlar olarak doymak nedir bilmediğimizden neredeyse hep mutsuzuzdur. Arzu ettiğimiz şey uğruna onca ter döküp ona ulaşırız ve ardından, ilgimizi her seferinde kaybederiz. Tatmin olacağımız yerde canımız sıkılır ve bu sıkıntı karşısında daha başka, daha büyük şeylere kayar gönlümüz. 

Shane Frederick ve George Loewenstein adında iki psikolog, bu fenomen üzerine çalışmış ve buna bir ad takmışlardır: Hazza alışma (Hedonic adaptation). Alışma sürecini açıklamak üzere piyango talihlilerini inceleyen çalışmaları örnek gösterirler. Genellikle, kendine piyango çıkan kişi, hayallerini süsleyen hayatı yaşamaya başlar. Gel gelelim, baştaki sarhoşluk evresinin ardından bu talihliler, önceki mutluluk seviyelerine dönerler. O sağı solu kir pas içinde kalmış arabalarını ve daracık apartman dairesini nasıl kanıksamışlarsa gıcır gıcır Ferrari'nin ve malikânenin de kıymetini bilmez olurlar. 

Hazza alışmayı ikili ilişkilerde de yaşarız. Rüyalarımızdaki erkekle veya kadınla tanışır, fırtınalı bir flört döneminin ardından nikâhı basıveririz. Başta adanmışlık sevinci içindeyken  çok geçmeden karşı tarafın kusurları kafamızda dönüp durmaya başlar. Derken bir de bakarız, yeni bir ilişkiye başlama hayalleri kurmaktayız. 

Alışma süreci neticesinde insanlar, kendilerini bir tatminsizlik çarkı içinde kısılmış bulurlar. Doyurulmamış bir arzuları olduğunun farkına varıp mutsuz olurlar. Bu arzuyu gerçekleştirmek için, ancak o zaman tatmin olacaklarına inanarak durmadan çalışırlar. Oysa sorun, arzuladıkları şeye eriştiklerinde bu şeyin hayatlarındaki varlığına alışmaları, onu kanıksayıp arzulamaktan vazgeçmeleri veya en azından baştaki kadar arzulamamalarıdır. Sonuçta, arzularını doyurmazdan önce memnuniyetten ne kadar uzaklarsa yine o halde bulurlar kendilerini.

(...) Demek ki alışma sürecinin önünü alacak bir yol bulmak şöyle dursun, bu süreci tersine çevirmek de gerek. Yani, hâlihazırda sahip olduğumuz şeyleri arzulamamızı sağlayacak bir teknik geliştirmeli. Dünyanın dört bir köşesinde binlerce yıldır insanlar, arzunun işleyişi üzerine düşünüp taşınmışlar ve şu sonuca varmışlar: Mutluluğu yakalamanın en kolay yolu, elinizde olanı istemektir. Söylemesi kolay, doğruluğuna da şüphe yok ama marifet, bunu hayata geçirmekte. Sahi, zaten elimizde olanı arzu etmeye kendimizi nasıl ikna ederiz?