19 Şubat 2023 Pazar

Afacan Bir Psikanalistin Düşünceleri

“Divanı hâlâ kullanıyor musunuz yahu?”

“Birlikte çalışmaya ne dersin? Sen hastalara sorunlarının nereden kaynaklandığını açıklarsın, ben de danışmanlık hizmeti veririm.”

“Doktor Bey, benim bugünden söz etmem gerek, yoksa siz yalnızca geçmişle mi ilgileniyorsunuz?”


Her geçen gün işte ve arkadaşlarımla olduğumda fark ediyorum ki, psikanaliz günümüzde biraz eski moda zihinsel bir hobi gibi, geçmişe özlem duyanların yaşamları hiçbir şey olmamışcasına akıp giderken kendilerini şımartmak (ya da içlerini dökmek) için yıllarca sürdürdükleri bir şıklık gibi görülüyor.

Büyük bir tutkuyla sevdiğim, uğruna yıllarca çalıştığım, emek ve para harcadığım bu disiplin üzerinde artık baskı oluşturan bu ağır önyargılar, bir yanıyla moda yaklaşımlara ayak uydurma kaygısıyla bir yana bırakılmış klasik kurumlara yönelik tahammülsüzlükten kaynaklanıyor elbette, ama psikanaliz dünyasının da sütten çıkmış ak kaşık olduğu söylenemez.

Özellikle burjuva sınıfından son derece namuslu kadınların cinsel dürtülerini dile getirmeleri nedeniyle kültürel bir skandal olarak doğan disiplinimiz, diktatörlüğe dönüşen pek çok devrim gibi, zaman içinde yenilikçi gücünü sürdürmekte zorlandı. Pek çok analist psikanalizin evrilmesine fırsat tanımaktansa, ruhunu kaybedeceğinden korkarak sıkı bir kalıba hapsolmasını göze almayı yeğledi. Bunun sonucunda da zavallı hastası içindeki fırtınaları gözyaşlarına dökerken koltuğunda çıt çıkarmadan oturan, hatta uyuklayan analisti –ama haklı ama haksız yere– alaya alan karikatürler çıktı ortaya.

İçerik ve üslupla ilgili ağır ilerleyen bu kültürel devrimin, meslek camiasının dışında yeterince yayılmamış olması beni müthiş üzüyor. Bunun nedeni, Freud gibi her şeye karışan bir babanın gölgesinden kurtulmanın çocukları açısından zorluğu veya analistlerin medyada yer alarak ya da daha geniş kitlelere hitap edecek nitelikte yazılar yazarak kavramlarını gereğinden fazla yalınlaştırmaktan korkmaları olabilir. Sonuçta pek çoklarının gözünde psikanalizin üstü toz tutmuş bir saçmalık olduğu bir gerçek.

Peki kendi içlerine gitmek isteyen ve bu yolda çok da korkmadan ilerlemelerini sağlayacak birini bulmayı umut eden meraklı insanlar ne olacak? Ya da şu aralar pek geçerli olan bilişsel-davranışçı uygulayımlara başvurmak zorunda kalmadan düşleri dinlemek ve karşısındakini kucaklamak isteyen bugünün ve yarının genç analistleri?

Eğitim ve analiz masraflarını karşılayabilmek için geceleri barlarda çalışan, garsonluk yapan ve haftada ancak birkaç saat terapist gömleğini giyen sağlık ya da üniversite çalışanlarını düşünüyorum. Meslekten olmayanların anlamakta zorlanacağı bir tutkuyla yanıp tutuşan, terapiye başlayıp sonra bir anda gelmeyi bırakan hastalarla özelde çalışan (ve hastalar gelmeyi kestiklerinde ne hata yaptım diye düşünerek içi karalar bağlayan) uzmanlar ne olacak?

Bu kitap işte bu düşe kapılanlara seslenmek için ortaya çıktı.

- Antonino Ferro, Luca Nicoli, Afacan Bir Psikanalistin Düşünceleri

5 Şubat 2023 Pazar

Henry Miller'dan Psikanalist Arkadaşlarına Üç Kart

Unutulmaz yazar Henry Miller, Marousi’nin Devi adlı harika kitabında üç psikanalist arkadaşına birer kart attığını yazar:

Amfi tiyatronun basamaklarında güneşlenirken aklıma arkadaşlarıma birkaç sevinç sözcüğü yazma düşüncesi geldi, özellikle psikanalist arkadaşlarıma. Üç kart yazdım; biri Fransa’ya, biri İngiltere’ye, biri de Amerika’ya. Kendilerini şifacı sanan bu yorgun beygirlere kibarca işlerini bir an önce bırakıp tedavi için Epidauros’a gelmelerini önerdim. Üçünün de şifa sanatına fena halde ihtiyacı vardı - kendilerini kurtarmaktan aciz kurtarıcılar. 


Biri kartım ona ulaşmadan intihar etti, öteki kartımı aldıktan kısa bir süre sonra kahrından öldü, üçüncüsü ise kısaca beni kıskandığını ve işini bırakacak cesarete sahip olmayı dilediğini yazdı.

Psikanalistler dünyanın her yerinde umutsuz bir savaş sürdürmekte. Tekrar hayat akışına kazandırdıkları, kendi deyimleriyle, “adapte ettikleri” her hastaya karşılık bir düzine insanı aciz kılıyorlar. Hiçbir zaman herkese yetecek sayıda psikanalist olmayacak, onları ne kadar hızlı mezun edersek edelim. Kısa süren bir savaş yüzyılların emeğini yok etmeye yetiyor. 

Cerrahide yeni ilerlemeler kaydedilecek elbette, ancak bu ilerlemelerin ne kadar yarar sağlayacağını görmek zor. Bütün yaşam biçimimizin değişmesi gerekiyor. Daha iyi ameliyat gereçleri istemiyoruz, daha iyi bir hayat istiyoruz biz. Bütün cerrahlar, bütün psikanalistler, bütün hekimler işlerinden uzaklaştırılıp Epidauros’un koca çanağında bir süre bir araya getirilmeli; toplumun genelinin ivedi, zorlayıcı gereksinimlerini sükunetle tartışsalar yanıt hızla gelecektir, hem de oy birliğiyle: DEVRİM. 

Dünya çapında bir devrim; her ülkede, her sınıfta, bilincin her alanında. Savaş hastalıklara karşı değil; hastalıklar yan ürün sadece. Düşman mikroplar değil, insanın kendisi; gururu, önyargıları, aptallığı, kibri. Hiçbir sınıf bundan muaf değil, hiçbir sistem her derde deva ilaca sahip değil. Her birey kendine ait olmayan yaşam biçimine başkaldırmalı. Bu başkaldırı ancak sürekli ve kesintisiz olduğu takdirde başarıya ulaşabilir. 

Hükümetleri, efendileri, tiranları devirmek yetmez; kişinin doğruya ve yanlışa, iyiye ve kötüye, adalete ve adaletsizliğe dair kendi önyargılarını da devirmesi gerekir. Kazıp da içine kendimizi gömdüğümüz savaş siperlerini terk ederek açığa çıkmalıyız; kollarımızı açıp silahlarımızı, sahip olduğumuz şeyleri, bireysel haklarımızı, sınıflarımızı, ülkelerimizi, halklarımızı teslim etmeliyiz. Barış arayan milyarca insan köleleştirilemez. Dar, sınırlı hayat görüşümüzle köleleştirdik biz kendimizi. 

İnsanın hayatını bir davaya adaması olağanüstüdür, fakat ölüler hiçbir işe yaramaz. Hayat daha fazlasını talep eder - şevk, gönül, zekâ, iyi niyet. Doğa ölümün açtığı boşlukları onarmaya her zaman hazırdır, fakat zekâyı, iyi niyeti ve ölümün gücünü yenmek için gerekli hayal gücünü sağlayamaz. Doğa onarır ve yeniler, o kadar. Sonsuz biçimlerde dallanıp budaklanan öldürme içgüdüsünü içinden söküp atmak insanın işidir. Güce güçle karşılık vermek ne kadar anlamsızsa Tanrı’ya bel bağlamak da o kadar yararsızdır. Her savaş insan ruhu için bir yenilgidir. Savaş, sözde barış dönemlerinde bile, her gün her yerde olagelen çatışmaların dramatik biçimde muazzam bir göstergesidir sadece. Her insan kıyımın sürmesi yolunda kendi küçük katkısını yapar, ilgisiz gibi görünenler bile. Hepimiz içindeyiz, hepimiz katılıyoruz, zoraki olarak. Dünya bizim eserimiz ve eserimizin meyvelerini kabullenmek zorundayız. 

Dünyanın iyiliğini, düzenini, huzurunu düşünmeyi reddettiğimiz sürece birbirimizi öldürmeye, birbirimize ihanet etmeye devam edeceğiz.

2 Şubat 2023 Perşembe

Arzular ve Sınırlar

Sanayi sonrası kapitalist ideoloji bireyi, keyif alma kapasitesi sınırsız biri olarak görüyor. Birey, sürekli artan arzularını devamlı tatmin ederek hazzın sınırlarını sonsuza dek öteleyebilen biri olarak resmediliyor. Gelgelelim, paradoksal bir şekilde, sınırları yokmuş gibi görünen bir toplumda birçok insan tatmin bulamıyor ve çoğu kez kendi kendine zarar verme yoluna sapıyor. Dizginsiz tüketim insanları kendilerini tüketmeye itme eğiliminde.


Kriz tam da kontrolü kaybettiğimiz an olarak tanımlanabilir - bildiğimiz dünyanın yok olduğu ve bilinmeyenle yüz yüze geldiğimiz an. Toplum için sonuçları ne olursa olsun, birey için böyle bir kriz, neyin gerçekten önemli olduğunu yeniden değerlendirme ânı olabilir. Bir ekonomik kriz insanları tasarrufa zorladığında, aynı zamanda arzularını gözden geçirmeye mecbur bırakır. Tasarruf yapmak arzuyu feda etmektir - ya da en azından ertelemektir. Seçim toplumu yakın zamana kadar, ânında tatmini teşvik etmiş, bize hiçbir şeyi ertelememeyi öğretmişti.

Ancak bu sürecin ortasındayken bile insanlar arzularını canlı tutmak için sürekli yeni sınırlar oluşturuyordu: İçinde bulundukları toplumun keyif itkisini frenlemek için kendilerine özgü yeni yasaklar icat ediyorlardı. Sınırları olmayan bir toplumda yaşadığımı söyleyen teorilere bu yüzden katılmıyorum. Sınırların var olmadığı bir toplum ile sınırları olmayan bir toplum resmi çizen bir ideoloji arasında fark vardır. Medyada temsil edildiği haliyle günümüz ideolojisi keyfin sınırsızlığı fikriyle oynarken, birey hâlâ kendi yasaklarıyla boğuşuyor.

Psikanaliz insan arzularını incelerken, arzuyu daima yasakla ilişkilendirmiştir. İstediğini elde edemediği için acı çeken birisi söz konusu olduğunda çözüm, istediğini elde etmesinin önündeki engelden kurtulmak değil, o insana bir şekilde o sınırın ta kendisini "kucaklamayı" öğretmek ve arzu nesnesinin tam da erişilmez olduğu için çekici olduğunu görmesini sağlamaktır. 

Arzular daima belli yasaklar içerir. Eski engeller ortadan kaybolduğunda hemen yenilerini icat ediveririz. Bunu gayet iyi bilen Londra'daki Conran mağazasının sahibi şöyle diyor: "İnsanlar ne istediklerini bilmez, ta ki siz onu verene kadar." 11 Eylül'den sonra Slovenya'da acayip bir turist patlaması yaşandığında (insanlar burayı güvenli bir yer olarak algılıyordu), Slovenya turizm komisyonu arzuyu artırmak amacıyla birtakım yasaklar koymaya karar vermişti. Reklamlarda "Slovenya'ya gitmeyin!" sloganı kullanılmıştı. 

Sınır arzusu küçük çocuklarda da görülebilir. Mevcut seçeneklerin sayısı çok fazla olduğunda huzursuzlanıp anne babalarından rehberlik istemeye başlarlar. Anne babalarının önerdiğinin tam aksini seçecek olsalar bile, sınırsız seçimle uğraşmaktan kurtulmanın rahatlığını yaşarlar.

- Seçme İkilemi, Renata Salecl

28 Ocak 2023 Cumartesi

Arzular Katlanılmaz Olduğunda

Tragedyalar istediklerini elde edemeyen insanların hikâyeleridir, ama istediklerini elde edemeyen insanlarla ilgili her hikâye trajik bir görünüm taşımaz. Komedyalarda insanlar istediklerinin bir kısmını elde eder ama tragedyalarda insanlar istemenin bir işe yaramadığını keşfeder ve olay örgüsü çözüldükçe istediklerini sandıkları şeyin giderek daha azına erişirler. 


İşin aslı, hem istedikleri şey hem de isteklerine ulaşmaya çalışma yöntemleri bir tahribata yol açar; nihayetinde de trajik kahraman olarak adlandırılan karakterin ve tabii ki onun düşmanlarının ve yandaşlarının yıkımına sebep olur. Adına ister hırs, ister aşk veya hakikat arayışı densin, en basit şekliyle belirtmek gerekirse tragedyalar, herhangi bir şeyi (bir kralı tahtından etmeyi, babanın intikamını almayı, gözde kız evladın sevgisini dile getirmesini) arzulamanın acı sonunu gözler önüne serer. Trajik kahramanlar başarısızlığıa uğramış pragmatistlerdir. Hedefleri gerçekdışı, yöntemleri ipe sapa gelmezdir. 

Daima gereksinim durumunda bulunduğumuzu, psikanalist John Rickman'ın tabiriyle "içgüdülerin esiri" olduğumuzu ve mütemadiyen bir şeyler istediğimizi düşünürsek, arzuyu trajik, keyifli değil de netameli, hayat dolu değil de dehşet verici yapan nedir? 

İsteklerimiz her daim rekabet içindedir ve çoğunlukla da birbiriyle çelişir, dolayısıyla seçim yaparken temel unsurlar feda edilir. Yaşam, insanlar öyle her istediklerini elde edemedi diye değil, arzuları kendilerine hasar vermeye başladığında, istedikleri şey katlanılmaz kayıplara gebe olduğunda trajik bir hal alır. Bir tragedyadan yola çıkarak adlandırılmış olan Oidipus kompleksinin trajik olarak tasvir edilebilecek yanı şudur: Freudcu senaryoya göre, ebeveyninden birini arzulayan çocuk ötekini rakip pozisyona sokar ve ileride samimi arzulara sahip bir yetişkin olabilmek için eninde sonunda ebeveynine duyduğu ihtiyacı aşmak zorunda kalır. Cinselliği yaşayabilmek için çocukluğu geride bırakmanız gereklidir ve tabii bu geride bırakmanız gereken tek şey de olmayabilir.

Pragmatik bir insan, yaşam sanatının özünün birbiriyle bağdaşmayan istekleri bağdaşır duruma getirmek, arzuları birbirini saf dışı bırakmayacak şekilde tanımlamak olduğunu söyleyecektir. Liberal bir gerçekçi ise bu yaklaşımın insani gereksinimlerinin doğasına aykırı olduğunu ileri sürecektir. Arzunun yarattığı sıkıntı ve güçlükler hüsrandan doğar; bir şeyi tercih ettiğimizde başka bir şey yüzünden hüsrana uğrayabiliriz. Dolayısıyla hüsrana katlanıp katlanamayacağımız ya da bunu isteyip istemediğimiz son derece belirleyicidir. 

"İhtiyaçlarımız" dediğimiz şeyler konusunda bu kadar emin ve ikna edici varlıklar olmasaydık bu durumun ceremesini başka şekillerde çekiyor olurduk. Tragedyalar hüsrana uğramanın eşiğinde olan, bir şeye ihtiyaç duymaya başlayan bir kişiyle başlar ve ilk etapta anakarakterin gözünde henüz tragedya değildirler. 

- Kaçırdıklarımız

18 Ocak 2023 Çarşamba

Dağın Yükü

Karşımda duran bu dağın üzerime serpiştirdiği hüzünleri, çıkışsızlıkları ne yapacağım. Onları biriktirmek, biriken yığında boğulmaktan öte ne işe yarar? Yoksa, onların bedenime bedenime sızmalarına engel mi olmalıyım? Evet belki de yapılması gereken tek şey bu!


Bu yükü taşımaktan usandım artık. Dağın, denizin, dünyanın ağırlığını başkası yüklenmeli. Sırayla yapılmalı bu iş. Böylece duyarsızların duyargaları işlerlik kazanabilir. 

Sabah olunca doktorun karşısına çıkıp, dağı taşımaktan vazgeçtiğimi, yıprandığımı, yorulduğumu söyleyeceğim. Ama bunu da anlamayacak. Her zamanki gibi ruhumun elbisesini çıkarmaya yeltenen bakışlarıyla aynı şekilde nefes alıp nefesini verirken aynı ses tonuyla konuşacak. O öfkesiz, duru, kuru ses akordunu daha odasının kapısında hemencecik yapıveriyor. Ve dinlemeye başlıyor beni, ama duymadan. Biliyorum. Saçmaladığımı düşünüyor. Bunu kanıtlamak hiç zor değil. Örneğin şu dağ meselesi.

Ona ilk kez dağın yükünü söylediğimde bir babanın oğluna nasihat etmesi gibi "O avucunuzda tuttuğunuz bir taş, dağ değil" demişti. Avucumdaki taşın taş olduğunu bilmediğimi sanıyordu. Ve böylece bir kat daha artmıştı taşıdığım ağırlık. Dağları, denizleri, ağaçları, irili ufaklı tüm canlıları, insanları, okyanusları, yani dünyayı, yani dağı nasıl taşıdığımı insanlara gösterebilmek için bir dağ boyutlarında maket yapıp, onu avuçlarıma sığdırmamı beklemek gibi bir mantıksızlığın peşinden koşuyor. Bir de yeri geldiği zaman "Hastanın sözleri hastalıklı sözlerdir" diyor. Sanki o beklentisi çok sağlıklı! Biliyorum. Bana öyle söylediği zaman içinden kıkır kıkır, fıkır fıkır, tıkır tıkır gülüyor. Dudaklarına hapsettiği kahkahaların yankısı beynimin duvarlarında tokat gibi şaklıyor. 

Olsun, yine de seviyorum doktorumu. Dayatmaları, kibar zorbalıkları, kurallara bağımlı eşinmeleri, beynimi ilaçlarla uyuşturup kendince "hastalıklı-bozuk" düşüncelerden ayrıştırma hayalleri olsa da seviyorum onu. En azından Hipokrat'ın çocuklarından biri, ama biraz beni hastaların yatağına yatırmadan dinlemeye çalışsa her şey açığa çıkacak. O zaman "hastane korumalı bir yerdir" demekten vazgeçip kendisini ve beni rahatlatmış olacak. Hem kim ya da kimlerin korunması için söylüyor bunu? Beni insanlardan mı, yoksa insanları mı benden korumaya çalışıyor? Her ne şekilde olursa olsun bir şekilde hayvansallık çıkıyor ortaya. Hastalıkları standardize edip renkli çamaşır, beyaz çamaşır ayırır gibi ayırıp, çamaşır makinesine tıkıp kirli ruhları yıkamaya çalışıyor. 

Ama insan dünyaları iç çamaşırları ya da pantolonlar veya bluzlar gibi sayılı modellerle sınırlı değil ki. Hem acizliklerimi bildiğime göre aciz sayılabilir miyim?

Olsun. Artık hiç önemi yok bunların. Çünkü dağın, denizin, dünyanın, yani şimdi avucuma almakta olduğum bu taşın, yani YAŞAM'ın yükünü taşımayacağım. Onu yarın sabah doktorun masasına bırakacağım.

- Bu yazı 3 Eylül 1997 tarihinde Bakır Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde yatan hasta Mustafa K.'ya ait. Cemal Dindar'ın NAL, Bir Akıl Hastanesinin Hatıra Defteri kitabından alınmıştır.