6 Şubat 2022 Pazar

Lanet Olsun Zaman Nehrine

Benim kim olduğumu bildiğini sanıyordu ama bilmiyordu. Ne 1989'da o kumsalda, ne on beş küsur yıl önce Bergensen'in kafesinde ne de ben komünist olmadan önce. Bana dikkat etmez, başka şeylerle ilgilenirdi. Eve geldiğimde nereden geldiğimi bilmez, evden çıkarken nereye gittiğimi bilmez, nasıl bocaladığımı anlamaz, onsuz on altı, on yedi, on sekiz yaşlarımı, Trondhjemsveien'de, E6 yolunda, Veitvet ve Grorud arasında serseri serseri dolaşmalarımı bilmezdi. Nasıl gidip gelirdim, sağımda gölgeli, ketum, nüfuz edilemez bir boşluk gibi yatan kadın hapishanesinin kalın, tuğla duvarları önünden başlayarak, sonra Kaldbakken'in alçak blokları belirirdi sağda, solda Rødtvet'in yüksek blokları, ta yukarıdaki ormana uzanırlardı, uçsuz bucaksız, derin mi derin ormana, insan içinde kolayca kaybolabilirdi ve isterse sonsuza kadar bulunmazdı.


Bu yürüyüşler sonbahardaydı, kasımda, daima kasımda, akşamüstü, çiseleyen yağmurun ve başımın üzerinden hızla geçen sokak lambalarının altında; öyle hızlı yürürdüm ki lambalar yanıp sönüyor gibi olurdu, bazen nemli havada bir çatırtı sesiyle mavi kıvılcımlar çıkarırlardı ve tam o sırada beynimi kesip içinde ne olduğuna bakılsa, kelimelerin girdaplandığı, düşüncelerin de elektrik akımı gibi kıvılcımlandığı ve mavi mavi parladığı görülürdü belki.

Okulum Østre Aker Vei'deydi, Grorud İstasyonu'nun ve demiryolu işçilerinin, vatmanlar, biletçiler, makinistlerin oturduğu yıldız şeklindeki blokların yanında; ama oraya varmadan Trondhjemsveien kavşağından, futbol kulübünün çim sahasının yanından sağa sapar, kiliseyle mezarlığı geçer, yokuş aşağı zikzak çize çize iner, nihayet Heimdal'dan, böyle akşamlarda genç Hristiyanların toplandığı kırmızı binanın etrafından dönerdim. Ne zaman bu binaya girmeye çalışsam kendi kendimi merdivenin orta yerinden geriye çevirmiştim, inanç eksikliğinden. 

Ama o gün merdivende durup pencereden içeriyi seyretmemiştim, onu çoktan aşmıştım, içerde olmak istemiyordum artık, kendi hayatım kendi ellerimdeydi. Ama tek başına ve dürüst olmak kolay değildi. Tahammül edemiyordum.

Dönemecin etrafından kıvrılıp karanlık sonbahar akşamı tuhaf, hatta uğursuzca yabancı görünen okuluma doğru yürüdüm. Boş bahçeyi geçerken botlarımın sesi iki tarafımdaki duvarlardan yansıyordu ve birden annemin orada olduğunu hissettim. Şaka yapmıyorum, gerçekten oradaydı ve Groruddalen okulunun bahçesinde nemli karanlıkta bana bakıyordu. Akşamın bu saatinde iki taraftaki pencerelerde de hayat emaresi yoktu, birinci kattaki pencerelerin birinden eğilip bana güzel bir şey, işitmek için can attığım insanı sarıp sarmalayan bir söz söyleyen biri yoktu. Annemin ne düşündüğünü biliyordum: Bu çocuk yeterince güçlü mü, kendi kendine ayakta kalmayı başaracak mı yoksa çok mu zayıf? Benim çok zayıf olduğuma inandığını düşünüyordum, karakterimde onu şüpheye düşüren bir şey vardı, sadece onun bildiği bir zayıf nokta, temellerimde bir çatlak; her şeyin elime hazır verildiğini söylemeye çalışıyordu, hayat böyle değil diyordu, böyle olmamalı da. 

- Per Petterson, Lanet Olsun Zaman Nehrine

2 Şubat 2022 Çarşamba

Macbeth'in Trajedisi

Macbeth'in Trajedisi adıyla gösterime giren yeni Macbeth filmi, sinematografi dalında Oscar'ı alır, buna şimdiden kesin gözüyle bakılıyor. (En iyi görüntü yönetimi.) Kaynaklara göre Schindler's List'ten bu yana (1993) hiçbir siyah-beyaz filme bu ödül verilmemiş, demek ki zamanı gelmiş.

Öncelikle hemen belirteyim ki, film dehşet bir şey. Tiyatro gibi, ama değil gibi de; yönetmen Joel Coen'in solo olarak çektiği filmde gerilim teması ön plana çıkıyor. Zaten Coen de bir gerilim filmi tasarladıklarını sözlerini ekliyor.



Siyahi oyuncuları artık alışageldiğimiz bir şekilde beyaz bilinen karakterlerin yerine oynatma furyası bu filmde de devam ediyor. Bildiğiniz üzere siyahilerden bir anlamda özür dileyen Hollywood sineması günah çıkarmaya devam ediyor. (Bu durumun en meşhur örneklerinden birini birkaç yıl önce tiyatro oyunu çekilen Harry Potter devam filmi Lanetli Çocuk'ta görmüştük; Harry'nin saz arkadaşlarından Hermione Granger karakterini siyahi aktris Noma Dumezweni canlandırmıştı.)


Macbeth'e dönelim. Joel Coen, bol Oscarlı hanımı Frances McDormand'ın Lady Macbeth performansını gördükten sonra projeye ikna olmuş. Coen'in Macbeth'inde Macbeth çiftini yaşlı karakterler olarak izliyoruz. Karakterlerin çocuk sahibi olma yaşlarının geçtiğini söyleyen McDormand, olayın bu yönüyle tahtı ele geçirme düşkünlüklerine boyun eğmelerini sağladığını belirtirken, Lady Macbeth'in çocuğunun olmamasının hikâyede çok önemli bir yer tuttuğunu vurguluyor.


Coen, 20. yy'ın başlarındaki Amerikan suç hikâyelerinde yaygın olan bir temanın Shakespeare'in Macbeth oyununda açık açık yazdığı şey olduğu görüyorsunuz diyor, o da cinayeti planlayan bir eş ve cinayeti gerçekleştiren bir koca; Coen burayı özellikle vurgulamanın ilginç olacağını düşünmüş.

Filmde Shakespeare'in oyunundaki dilin %85'i olduğu gibi kullanılmış, bu durum açıkçası normalinden farklı bir film izlediğimizi de film boyunca hissettiriyor. 


Filmde çok önemli bir yer tutan cadılara değinmeden geçmek zaten olmaz. Şahsi görüşüm, sinema tarihinde daha tüyler ürpertici cadı tipleriyle karşılaşmadığım yönünde olacaktır. Filmdeki üç cadı da Kathryn Hunter tarafından canlandırılıyor (zaten diğer ikisinin yüzünü hiç görmüyoruz.) Kathryn Hunter nasıl bir oyunculuk çıkarmış öyle, inanılır gibi değil. Sadece yetenekleri ve becerisi de değil, kostüm ve makyaj tasarımları, bunlara eklenen ses tonu izleyiciyi yerine çiviliyor resmen. 

Açıkçası sırf Denzel Washington Macbeth’e hayat veriyor, Frances McDormand da Lady Macbeth’i canlandırıyor diye filmi izlemeye başladım. İyi ki de izlemişim. Bu iki oyuncunun döktürüyor olmasının yanında fevkalade bir dekor ve atmosfer içinde çekilen film benim için unutulmayacak filmler köşesine şimdiden eklendi. 

1 Şubat 2022 Salı

Bir filmin güzelliği: C'mon C'mon

Johnny rolünde izlediğimiz Joaquin Phoenix'in son filmi C'mon C'mon konusu, oyunculukları ve kurgusuyla beni resmen büyüledi.

Çok çarpıcı bir film arayanlara C'mon C'mon hitap etmeyecektir büyük ihtimalle. Büyük dramlara alışkın Türk izleyicisi için eh işte minvalinde bir film bu. Elbette herkesin etkilenme düzeyi, film hakkındaki görüşü farklı olacaktır, yani beklenilen budur zaten ama yine de genellemelerden kaçamıyoruz. Zira günümüz dünyasında insanlara baktığımızda aynı türden yaşantılar bolca görüyoruz. Bu da beraberinde aynı türden düşünceleri, aynı türden davranışları, aynı türden yorumları getiriyor. 


Neyse, bu konuların sırası değil şimdi. Kendi muzdarip olduğum meseleleri buraya dökmeye gerek yok. Zaten minik blogumu okuyan 30-40 kişi var, onları da sıkmamak adına filmden bahsedeyim.

Johnny bir radyo gazetecisidir. Film, Johnny'nin ülkenin çeşitli yerlerinde çocuklarla yaptığı röportajlarla başlıyor. Sonrasında kız kardeşi Viv (Gabby Hoffmann) eşinin hastaneye yatış işlemleri için evden gitmesi gerektiğinden Johnny'i arıyor ve oğluna bakmasını istiyor. Kız kardeşiyle arasında düzgün bir iletişim olmayan Johnny dayılık yapmayı ve dokuz yaşındaki bir çocukla vakit geçirmeyi bilmiyordur. Ama yine de yardım etmeyi kabul ediyor ve film başlıyor.


Geçmişten bugüne aile bağları yakamızı bırakmaz

Filmin bundan sonra işlenişi benim çok hoşuma gitti. Johnny ve kız kardeşi Viv arasındaki bol telefon konuşmalarına şahit olurken yani bugünün konuşmalarını dinlerken aynı zamanda flashbacklerle geçmişi de görebiliyoruz. Yönetmen Mike Mills en büyük alkışı bence burada hak ediyor. Çünkü izlerken geçmiş ve bugün arasında kafamız hiç karışmıyor. Bu sahneler iki kardeşin neden uzun zamandır görüşmediklerini de açıklamış oluyor. 

Viv'in eşi psikolojik sorunlarla boğuşmaktadır (görünen o ki bipolar bozukluktan muzdariptir) ve hastane bakımı için Viv Oaklan'a gitmek zorundadır. Oğlu Jesse'ye bakıcı aramak için zamanı olmadığından Johnny'den rica ediyor bunu. Jesse akranlarına kayısla biraz farklı bir çocuk: En sevdiği oyun yetim bir çocuk rolüne bürünmek. Bu oyunları dayısı Johnny'yle oynamaya çalışıyor ve bu sırada Jesse'nin geçmişte babasıyla da bu oyunları oynadığını ve baba-oğul çok keyif aldıklarını görüyoruz. Bu arada dokuz yaşındaki Jesse karakterini entegre yetenek Woody Norman'ın canlandırdığını ve genç yeteneğin Joaquin Phoenix'le harika bir uyum içinde olduğunu ekleyelim.



New York, New York

Johnny radyo programı için New York'a gitmek zorundadır, New York ise oraya alışkın olmayan bir çocuk için tehlikelidir. Ancak Jesse bunu sorun etmiyor ve New York'a gitmek için sabırsızlanıyor. Johnny, New York'ta yine birçok çocukla radyo için röportajlar yapıyor, bu sahneler direkt senaryoda olmasa da filme acayip bir derinlik katmış bence. Filmin bizleri sürüklediği hikâye biz izleyenlere birçok farklı dünya ve farklı insan hikâyesi düşündürtüyor. 

Johnny'yle röportajlara katılmayı istemeyen Jesse New York günlerinde dışarıya çıktıklarında dayısının kayıt cihazlarını alarak sokakların, arabaların, insanların, okyanusun seslerini ve en nihayetinde filmin sonuna doğru kendi sesini kayda almayı tercih ediyor. 

Entelektüel Cesaret

Yazının sonuna doğru filmin en sevdiğim kısmını yazayım: Bu filmdeki entelektüel cesarete hayran kaldım. Normalde birçok yönetmen ve yapımcı entelektüellik içeren göndermeleri yersiz ve "zaten tutmayacak" ve insanlar anlamayacak kafasıyla filmlere koymazlar. Ancak bu filmde çocuk yetiştirme stilleri, çocuk eğitimi, çocuğa yaklaşım tarzları inanılmaz bir yer tutuyor. Yanlış görmediysem evdeki bir posterde Rousseau yazıyor. Bu referans boşuna değil, zira Rousseau'nun en bilinen kitaplarından biri Emile ya da Çocuk Eğitimi Üzerine'dir. Belki de bu mesajlar sayesinde filmde Johnny karakterini çocuklarla dünyanın ve insanlığın geleceği hakkında röportajlar yapan bir radyo gazetecisi olarak çizdiler. Film boyunca, istediğimiz kadar kalıplar içinde çocuk yetiştirmeye çalışalım, hiçbirinin faydasının olmadığını, çocukların zaten yeterince açık olan algıları sayesinde birçok şeyi yetişkinler kadar ve belki de onlardan daha fazla kavrayabildiklerini izliyoruz. 


Film boyunca birçok kitaptan alıntı ve bu alıntılarla bezeli sahneler izliyoruz. Yakaladığım bazı kitap alıntıları:

- Jacqueline Rose, Mothers: An Essay on Love and Cruelty
- Andrea Nair, A How -to Guide to Parent- Child Relatinship Repair
- Angela Ann Holloway, The Bipolar Bear Family: When a Parent Has Bipolar Disorder

Çok temiz kayıtları olan, akıcılığı ve gürültüsüzlüğü, saçma sapan tribünlere oynamayan konusu ve akışıyla C'mon C'mon büyük takdirleri hak ediyor. 

Ve son cümle: bla bla bla bla bla tabii ki.

31 Ocak 2022 Pazartesi

Jan Valjean bir vebalıdır

Jan Valjean bir vebalıdır. Bütünüyle ahlaki değerleri simgeler ama yalnızca olumlu yönleriyle değil. Hugo ister istemez -ama bilinçle kurgulanmış olduğunu hiç sanmıyorum- olumlu olanın da ne olduğunu tartışmaya açmıştır. Kahramanlarının toplumsal konumlarını verirken alabildiğine acımasızdır, okuyucunun canının yanmasını ister adeta. Hugo'nun gözünün önünde bir okur manzarası vardır kuşkusuz; bunlar han odalarında, eski mutlu ve varlıklı günlerini çoktan geçmişte bırakmış ve bir anlamda köşeye sıkışmış konaklarda, köy evlerinde ve çoğunlukla Paris'in pislik içindeki sokaklarında bulunan korunmasız apartmanlarda yaşar. Yaşayınca da, böyle kıstırılmış ve çaresiz bırakılmış bir insanın yapacağı en iyi şey, kuşkusuz Sefiller'in yeni fasikülünü beklemektir.


Hugo bu insanların, yazdıklarını gözyaşları içinde okuduklarını bilir. Bir bakıma, onları ağlatabilmek ve isyan ettirebilmek yazınsal birr başarıdır zaten. Ama o bundan bir fazlasını yapar ve onları ağlatmakla kalmaz, canlarını yakar. Hugo saldırgandır. Kesinlikle kimsenin gözünün yaşına bakmaz ve kurguladığı sahnelerle birlikte, düşüncelerinin ve çözüm önerilerinin net biçimde anlaşılmasını ister. Bir ahlaki konu sonsuz bağımsızlık içerir mi? Jan Valjean bir hata yapmıştır ve Hugo şunu sorar. Bu hatanın telafi edilmesi şansı var mıdır? Edilebilirse, bu durumda, bir biçimde telafi edilebilen bir ahlaki hasar, kişiye bir ahlaki bağımsızlık, daha doğrusu bir ayrıcalık verir mi? Sefiller'in çözümlemeler ve karşılaştırmalar içeren sonsuz sayfaları içinde okur mutlaka hukuki çözümler görecektir; bu konuların tutarlı sonuçlarını, isterse eğer, eliyle koymuş gibi bulacaktır mutlaka. Ama o zamana kadar Jan Valjean bir vebalı, Javert de hukuka sonsuz bağlılığıyla birer örnek olmaya devam edeceklerdir.

Ama Jan Valjean'ın başka bir niteliği daha vardır; vicdanlı biridir o. Tanrısal adalet hakkında düşünür. Yaşamını, yaptığı hatayı telafi edebilecek fırsatı aramakla geçirir, insanlara yardım eder ve okur. Bir bakıma, yalnızca vicdan sahibi olduğu için, Jan Valjean'ı aydın sınıfından görmek gerekir. Dolayısıyla, öbür yönlerini bir yana bıraksak bile Sefiller bir yanıyla aydının sonsuz sürgününü anlatır; gittiği hiçbir yerde rahat edemez, hukukun değil de devletin soluğunu sürekli ensesinde hisseder. O devlet de, egemen sınıfın soluğudur zaten. Hukuk da onun hukukudur. İşte bu yüzden, Jan Valjean'a simgesel aydın payesini verebiliriz rahatlıkla ama Javert hiçbir zaman gerçeklik kazanmaz. Bir simge bile olamaz. Neden, başarısız bir biçimde anlatıldığı için mi? Hayır, son derece başarılıdır, okurken ona sinir oluruz. Javert'i boğazına sarılıp öldüresimiz gelir. Hatta romanın sonlarına doğru ona acırız bile. Göreve bunca bağlılık ve bunca dürüstlük "normal" değildir artık.

Zaten, Javert'ten şu sonucu çıkarırız: Kabul edilmiş yasalar bakımından "olumlu" ve "normal" her zaman tartışmalıdır elbette. Ama yine de, insanın elinde, "yazılı olmayan" bir kabul vardır. Bu her zaman, tam olarak ahlaki gerekçelerle açıklanamaz. Ama çoğunlukla, yani çoğumuz tarafından hissedilir. Bir şeyin "normal olmadığını" hissedebiliriz ama onun karşısına ille bir "normal" koymak zorunda da değilizdir. Fizik bakımından dengeyi hissetmek gibi bir şeydir bu. Onu hissettiğimiz zaman bulunduğumuz yere güven duyarız. 

İşte, Sefiller'le Yaban arasında bu anlamda bir yakınlık kuruyorum. Yaban, Anadolu'ya gittiği zaman orada hep ayrıksı durur. Oralı değildir, uzaktan gelmiştir, dolayısıyla yabancıdır ve ne tür bir hastalık taşıdığını bilemezsiniz. yabanın eti yenmez, ona ikramda bulunulmaz. Tabii bizim meşhur misafirperverliğimiz bunun dışında, bildiğin gibi. Biz misafiri severiz, ona temiz bir bardakla suyumuzdan veririz ama bir şartla. Çok uzun kalmaması şartıyla. Uzun süre kalan bir misafir yabana dönüşür ve bizi rahatsız eder.

- Faruk Duman, Sus Barbatus! 1

28 Ocak 2022 Cuma

Birhan Keskin'den...

Her gün bir kez bu kitabın başına geçtim. 

Her gün bir kez dışarı çıktım kırık bir bulutla yürüdüm, her gün bir insana bakıp, yüzümü yere eğdim. 

Her gün bir gazeteye boş gözlerle baktım. 

Her gün birileri konuştu, onları dinliyor gibi yaptım. 

Her gün bir kez "neredeyim" diye sordum kendime. 

Her gün bir kuzey kışı indi içime. 


Her gün karşımda duran fotoğraflarına baktım. Bir kez öfkelendim her gün bir kez sordum kendime neden bu kadar bağlandın. 

Her gün adalet ve zalimlik üzerine düşündüm. Belki de her şey. 

Her gün bir barbar, bir medeni ile gezdim sokaklarda. Minareleri her gün sabaha ezan sesleriyle ben açtım. 

Her gün bir perdeyi aralamaya çalıştım. 

Her gün hiçbir şeyi anlamadığımı düşündüm, her gün her şeyi anladığımı düşündüm. Güvercinleri yolculadım. 

Her gün, günlere dayanamadığımı düşündüm. Kitapları alt alta dergileri kıvırarak yan yana dizdim. Ne idüğü belirsiz yerler benimle yürüdü. Gördüğüm her "cümle" bana bir bıçak gibi battı, anlamadım. 

Her gün bir taş parçası söktüm içimden. 

Her gün uyku beni koynuna alsın diye yalvardım. 

Her gün, gün bitiyor gece bitmiyor dedim. 

Her gün işlerin beni avutmadığını gördüm. Ayrılık günlerini sonradan niçin sisli bir perde gibi hatırlarız diye sordum. Öfkeni unutma dedim kendime her gün, unutursan düşersin dedim. 

Her gün en az bir saati ayakta durmaya, dimdik durmaya ayırdım. 

Her gün ömür sözcüğünü bir kez kalbimden geçirdim. 

Her gün ömür sözcüğü kömür gibi tınladı içimde. 

Her gün sana içimden bir kez "sevgilim" diye seslendim. 

Her gün sana bir kez "zalim" diye seslendim. 

Her gün, yan yana oturup birbirine rikkatle bakan iki yaşlı kadını düşündüm. 

Her gün o kadınların bu fotoğrafı yırtıldı dedim. 

Her gün "âh" ettim bir kere, bir kere o âh'ı geri aldım. 

Her gün "yol arkadaşım" dedim, kahırla kapladım sözlerimi. 

Her gün acını tattım. 

Her gün unutmak için değil, unutmamak için ağu kattım kalbime. 

Her gün insan olmak ne çok kusur içeriyor diye düşündüm. 

Her gün bir kilidi açmaya çalıştım. 

Başka bir şey vardı, başka bir şey; ben sana dünyanın değil yeryüzünün diliyle seslenmiştim. Çile nedir, günah ne? Bana ne bunlardan. Dünyanın merkezi sendin her gün ben senden uzayan uçsuz bucaksız bir kara.


- Birhan Keskin, Y'ol

(Görsel: Design Observer)