17 Ocak 2022 Pazartesi

Anna Karenina'ya Ağlamak

1860'da, Garibaldi'nin Sicilya'ya yaptığı keşif yolculuğunun peşinden gitmek için Akdeniz'den geçmek üzereyken, Alexandre Dumas (baba) Marsilya'da mola vermiş ve kahramanı Edmond Dantés'nin Monte Cristo Kontu olmadan önce on dört yıl hapis yattığı ve hapishane arkadaşı papaz Faria'dan hücresinde ders aldığı If Şatosu'nu ziyaret etmiş. Dumas oradayken, ziyaretçilere hep Monte Cristo'nun "gerçek" hücresi denilen yerin gösterildiğini ve rehberlerin, Dantés, Faria ve romandaki diğer karakterlerden sahiden yaşamış kişilermiş gibi söz ettiklerini keşfetmiş. Oysa aynı rehberler, If Şatosu'nda Mirabeau Kontu gibi önemli tarihi kişiliklerin hapis yattığını asla ağızlarına almıyorlarmış.


Dumas anılarında şöyle der: "Romancıların bir ayrıcalığı vardır, tarihçilerin karakterlerini öldürecek karakterler yaratırlar. Bunun nedeni, tarihçilerin anlattıkları kişilerin hayalet, romancıların yarattıklarının ise kanlı-canlı insanlar olmasıdır."

Bir gün bir arkadaşım şu konuda bir seminer düzenlememi istedi: Eğer Anna Karenina'nın gerçek dünyada var olmayan kurmaca bir karakter olduğunu biliyorsak o zaman onun düştüğü kötü duruma neden ağlıyoruz ya da talihsizliği bizi neden derinden etkiliyor?

Scarlett O'Hara'nın kaderine gözyaşı dökmeyen ama Anna Karenina'nın kaderine isyan eden pek çok kültürlü okur vardır herhalde. Daha da ötesi, Cyrano de Bergerac oyununun sonunda açık açık ağlayan kültürlü aydınlar gördüm; bu gerçek, kimseyi şaşırtmamalı, çünkü sahne oyunundaki strateji seyircilerin gözyaşı dökmelerini sağlamaya yönelikse, kültür düzeyleri ne olursa olsun ağlarlar. Bu bir estetik sorunu değildir, büyük sanat yapıtları duygusal bir tepki uyandırmayabilirler, oysa pek çok kötü film ve ucuz roman bunu başarır. Pek çok okura gözyaşı döktürten Madam Bovary'nin, okuduğu aşk hikâyelerine ağladığını da hatırlayalım.

Arkadaşıma açık açık bu olayın ne ontoloji ne de mantık açısından bir tutarlılığı olduğunu, sadece psikologları ilgilendireceğini söyledim. Kurmaca karakterlerle ve yaptıkları işlerle özdeşleşebiliriz, çünkü anlatı konusundaki anlaşma uyarınca, onların hikâyesinin olası dünyasında, orası bizim gerçek dünyamızmışçasına yaşamaya başlarız. Ama bu, sadece kurmaca yapıtlar okuduğumuzda olmaz. (...)

Nihayetinde, bu konuyu kafamdan tamamıyla çıkarıp atamayacağımın farkına vardım. Sevdiğimiz birinin hayali ölümüne ağlamakla Anna Karenina'nın ölümüne ağlamak arasında bir fark olduğunu itiraf etmek gerekir. Her iki örnekte de olası bir dünyada olanları doğal karşıladığımız doğrudur. İlkinde imgelemimizin dünyasında, ikincisinde Tolstoy'un kurduğu bir dünyada. Ama sonra bize, sevdiğimiz kişinin gerçekten ölüp ölmediği sorulduğunda -tıpkı bir karabasandan uyandığımızda olduğu gibi- iç rahatlığıyla bunun doğru olmadığını söyleyebiliriz; öte yandan Anna Karenina'nın ölüp ölmediği sorulduğunda hep "evet" yanıtını veririz çünkü bütün olası dünyalarda Anna Karenina gerçekten intihar etmiştir.

15 Ocak 2022 Cumartesi

Seneler

"Sahip olduğumuz tek şey tarihimiz, o da bize ait değil."

José Ortega y Gasset


Eşyaları arzulayacak zamanımız vardı, plastik kalem kutusu, kauçuk tabanlı ayakkabı, altın saat. Elde ettiğimizde bize hayal kırıklığı yaşatmıyordu onlar. Başkalarını hayran bırakmak için sergiliyorduk her birini. Seyretmekle ya da dokunmakla azalıp tükenmeyen bir sihir ve büyü barındırıyorlardı. Onlara sahip olduktan sonra bile durmadan evirip çevirerek, kim bilir ne bekliyorsak, hâlâ bir şeyler beklemeye devam ediyorduk.



Varoluşumuzun ufku ilerlemeydi. İlerleme refah anlamına geliyordu, çocukların sağlık ve afiyette, evlerin ışıl ışıl, sokakların aydınlık olması demekti, savaşın ve köy hayatının tüm karanlık unsurlarına sırt çevirmek demekti. İlerleme plastikte ve formikadaydı; antibiyotiklerde ve sosyal sigorta ödeneklerinde, mutfak musluğunda akan suda ve kanalizasyondaydı; tatil kamplarında, yüksek öğrenimde ve atomdaydı. Zekânın ve açık görüşlülüğün kanıtı olarak, zamana ayak uyduracaksın diye tekrarlıyordu herkes birbiriyle yarışırcasına. Orta ikideki kompozisyon dersinde "elektriğin faydaları" ya da "modern dünyayı karalayan birine karşı cevaplar" gibi konulardan birini seçiyorduk. Anne babalarımız, gençler bizden daha çok şey bilecek diye iddia ediyordu.

Gerçekteyse, evlerin darlığı çocuklarla anne babaları, kız, oğlan bütün kardeşleri aynı odada yatmaya mecbur bırakıyordu, hâlâ leğende el yüz yıkanıyor, âdet bezlerindeki kan soğuk suda akıtılıyordu. Çocukların nezle ve bronşitleri hardal tozu lapasıyla tedavi ediliyor, büyükler grip olduğunda kendilerini sıcak rom ve gripinle iyileştiriyordu. 

Erkekler güpegündüz duvar kenarlarına işiyordu. Yüksek öğrenime şüpheyle bakılıyor, gözünü fazla yukarılara dikmiş olmaktan ötürü, meçhul bir yaptırımla alaşağı edilip cezalandırılmaktan korkuluyordu, fazla okumak insana kafayı yedirirdi. Ağzında eksik diş olmayan yoktu. Zaman herkesin yüzüne aynı şekilde gülmüyor deniyordu.

- - - - - - -

Çocukları okula göndermek mi daha iyi yoksa kendi kendilerini eğitmeleri mi, Ajax toz temizleyici kullanmanın toksik etkisi var mı, yoga yapmak faydalı mı, grup terapisi işe yarıyor mu, günde sadece iki saat çalışmak ütopya mı, kadınlar erkeklerle eşit mi, yoksa farklılıkta eşitlik mi talep etmeli soruları masaya yatırılıyordu. 

Bütün alışkanlıklar, her şeyin en iyi nasıl yapılabileceği gözden geçiriliyordu: en iyi beslenme, doğum, tedavi ve bakım, çocuk yetiştirme, kendinle, başkalarıyla, doğayla uyum içinde yaşama ve toplumdan kaçma biçimleri. Kendini ifade etme yolları: çömlekçilik, dokumacılık, gitar, takı, tiyatro, yazı. Tanımsız ve uçsuz bucaksız bir yaratma arzusu vardı havada. Herkes kendini sanatsal bir faaliyete veriyor ya da ilerisi için planlıyordu. Şu ya da bu biçimde, bütün sanatsal ifade araçlarının aynı derecede değerli olduğu görüşündeydik, resim yapmak ya da yan flüt çalmak dışında, psikanaliz yoluyla kendini gerçekleştirmek de mümkündü. 

- Annie Ernaux, Seneler



"Bütün görüntüler yok olup gidecek" cümlesiyle başlayan bu kitapta Ernaux, farklı türden bir otobiyografik anlatıya soyunmuş. 1940'lı yıllardan 2000'li yıllara uzanan bu bir çeşit tarih yazımında kendini merkezden çıkaran yazar görsel malzeme kullanmadan, II. Dünya Savaşı sonrası Fransası, gündelik hayatı, bireysel ve toplumsal dönüşümleri yazmış. Oldukça etkileyici. 

13 Ocak 2022 Perşembe

Bir gencin ne olacağı hiç belli olmaz

Üstünde yeşil bir kıyafet ve yeşil bir kravat var. Kıvırcık saçları gri ve gür, gri bıyığının uçlarını sık sık parmaklarına doluyor. Bükük gömlek yakası eski moda ve köşeli çenesi onun üzerinden hafifçe sarkıyor. Gözleri bir çocuğunki gibi koyu mavi, cildi bir çocuğunki gibi kırmızı, beyaz ve şeffaf. Kollarını her şeyi kucaklarcasına, kavisler çizerek oynatıyor, elleri küçük ve zarif ve eklemlerinde gamzeler var. 


Sıcak, cana yakın bir tabiatı var ve onunla beraberken çabucak çekingeliğimi unutuyorum. Görünüşü Bay Krogh'a benzemiyor, yine de biraz onu andırıyor. Yemeğini seçmeden evvel menüyü uzun uzun inceliyor, ben de ne olduğunu bilmeden onun söylediğinden ısmarlıyorum. Yemeğine çok düşkün olduğunu ve bunun herhâlde görünüşünden de belli olduğunu söylüyor. Hayır diyorum nazikçe. Ne yediğimi hiç önemsemediğimi itiraf ediyorum, o da gülerek bunun görünüşümden gayet belli olduğunu söylüyor. 

Fazlasıyla incesin, diyor. Yemekle beraber şarap içiyoruz ve ekşi olduğundan yüzümü buruşturuyorum. Daha gençsin ondan diyor. Biraz büyüdüğümde şarabın tadına varmayı öğreneceğim. Kendimden biraz bahsetmemi, onu nasıl arayıp bulduğumu anlatmamı istiyor. Heyecanlı ve neşeliyim ve birçok şeyi aynı anda anlatmak istiyorum. Ona Albert'ten de bahsediyorum ama o sanki Albert öyle özel birisi değilmiş gibi omuzlarını silkiyor. "Bir gencin ne olacağı hiç belli olmaz," diyor bıyığını kıvırarak, "kimine inanırsın, sonradan başarısız olur. Kimine inanmazsın, bir bakarsın yine de başarılı olur."

Benim başarılı olacağıma inanıyor mu diye sorduğumda, bunu kimsenin bilemeyeceğini söylüyor. Elinde bir şiirle gelip "bunu on dakikada yazdım" diyen tiplerin başarısızlar cemiyetinden olduğunu söylüyor. Böyle dediklerinde hemen işe yaramadıklarını anlıyor. "Peki sonra?" diye soruyorum. "Sonra, onlara tramvay şoförü ya da ona benzer sağlam bir iş bulmalarını tavsiye ediyorum," diyor ve peçetesiyle ağzını siliyor. "Ölü çocuğa" şiirini kaç dakikada yazdığım hakkında mektupta bir şey söylemediğim için seviniyorum. Zaten bilmiyorum ki. 

- - - - - - -

Eve dönerken hep bebek arabalarının içine göz atıyorum çünkü fırfırlı yastıklara avuç içlerini yaslayarak uyuyan bebeklere bakmaya bayılıyorum. Bir şekilde hislerini açığa vuran insanlara da bakmayı seviyorum. Çocuklarını okşayan annelere bakmayı seviyorum ve el ele yürüyen, birbirlerine apaçık âşık olan genç bir çifti takip edip yolumu uzatmaktan üşenmiyorum.

Bana hazin bir mutluluk ve gelecek için belirsiz bir umut veriyor bunlar... Yalnızlığı, aile ve akrabadan tamamen yoksun olmayı, bir çatı katında, tek bir mumu, kâğıdın üstünden haşırdayarak geçen bir kalemi ve şimdilik yüzü ve ismi benden saklı bir adamı düşünüyorum.

Ölüm bir zamanlar zannettiğim gibi yumuşak bir kendinden geçiş değil. Zalim, iğrenç ve pis kokulu. Kendi kendime sarılıyorum, genç ve sağlıklı olduğuma seviniyorum. Yoksa gençliğim sadece bir yokluk, bir an evvel geride bırakmak istediğim bir engel.


Kopenhag Üçlemesi'nin ilk kitabı Çocukluk'tan yaptığım alıntıyı buradan okuyabilirsiniz.

10 Ocak 2022 Pazartesi

Çocukluk

Çocukluk tabut gibi uzun ve dar, kendi kendine içinden çıkmak mümkün değil. Hep ortada, herkesin gözü önünde, tıpkı Güzel Ludvig'in tavşan dudağı gibi. O da Güzel Lili'ye benzer şekilde o kadar çirkin ki, bir annesi olduğunu farz etmek imkânsız. Çirkin ve bahtsız olan her şeye güzel lakabı takılır ama neden, kimse bilmez. 

Çocukluğun içinden çıkmak mümkün değil, üstüne koku gibi siner. Her çocukluğun kendine has bir kokusu vardır. Diğer çocuklarınkini algılarsın. Kendi kokunu bilemediğinden, diğerlerinden daha kötü olmasından korkarsın bazen. Çocukluğu kül ve kömür kokan bir kızla konuşadurursun, birden o, senin çocukluğunun pis kokusunu algıladığından geriye doğru bir adım atar.


(Tove Ditlevsen, 1974'te Vesterbro'da çocukluğunun geçtiği Hedebygade caddesini ziyaret ediyor.)

Gizlice yetişkinlere bakarsın. Çocuklukları içlerinde, artık kimsenin ne aklına gelen ne de ihtiyacı olan eski, güvelenmiş, delik deşik, bir battaniye gibi durur. Dış görünümlerinden, bir çocukluk geçirdikleri belli olmaz ve o dönemi, suratlarında yara ve derin izler bırakmadan nasıl atlattıklarını sormaya da cüret edemezsin. Gizli, kestirme bir yoldan gittiklerinden, yetişkin hâllerine çok evvelinden, daha yaşı gelmeden büründüklerinden şüphelenirsin.

Bir gün, evde yalnızken yapmışlardır bunu çünkü çocuklukları kalplerini üç demir kemer gibi sarar, tıpkı Grimm masalındaki Demir Hans gibi, ki onun kemeri efendisi özgür bırakıldığında, kopup yere düşer. Ama böyle kestirme bir yol bilmiyorsan, çocukluğuna katlanıp, saatten saate, sayısız yıllar boyunca onu tüketip durmalısın. Ancak ölüm seni ondan kurtarabilir. O yüzden ölümü sık sık düşünürsün, onu beyazlara bürünmüş, müşfik bir melek olarak görür, bir gece, gözlerini bir daha açılmayacak şekilde öpeceğini hayal edersin. 

Annemin büyüdüğüm zaman beni seveceğine inanıyorum hep, tıpkı şimdi Edvin'i sevdiği gibi. Çünkü çocukluğum onu da beni sinirlendirdiği kadar çok sinirlendiriyor ve yalnızca birden onu unutuverdiğinde beraber mutlu oluyoruz. O zaman benimle arkadaşlarıyla veya Rosalia teyzeyle konuştuğu gibi konuşuyor, ben de hâlâ çocuk olduğum aniden aklıma gelmesin diye, cevaplarımı kısa tutuyorum. Elini bırakıp, aramıza biraz mesafe koyuyorum ki çocukluğumun kokusunu duymasın. 


- İkinci kitap Gençlik alıntısı için buraya tıklayabilirsiniz.

Tove Ditlevsen’in hatıralarını kaleme aldığı Kopenhag Üçlemesi; Çocukluk (Childhood – Barndom), Gençlik (Youth – Ungdom) ve Bağımlılık (Dependency – Gift) adında üç kitaptan oluşuyor. Bu üçleme Türkçede Monokl Yayınları tarafından yayınlanıyor. Şu ana kadar ilk iki kitap yayınlandı. Kitaplar Leyla Tamer tarafından Danca aslından çevriliyor. Dört kere evlenip boşanan yazar üçüncü kitabını ise evlilik üzerine yazmış. İngilizcede bağımlılık olarak çevrilen kitap Dancada ise evlilik anlamına geliyor. Aynı zamanda "gift" kelimesinin Dancadaki bir diğer anlamı ise "zehir."

6 Ocak 2022 Perşembe

Stoacı Bilgelik

- "Dayan ve nefsine hâkim ol..." Stoacıların ünlü özdeyişi. Söylemesi kolay...

- Sponville: Bunu tembelliğe ya da uyuşukluğa bir övgü olarak anlamamaya dikkat edelim! Stoacı bilgelik, kabullenme üzerine kuruludur: Bilge, olup biten her şeye razı olur, çünkü bütün bunlar ona bağlı değildir. Ama etkin olmaktan kesinlikle vazgeçmez. Tam tersine: Bilgeliği aynı zamanda eylem üzerine kuruludur. Müdahale edebileceği şeyler söz konusu olduğunda, bilge sadece kötü olandan, ona yakışmayandan ya da özgürlüğüyle bağdaşmayandan uzak durur. Geri kalanı için elinden geleni yapar. 


(André Comte-Sponville)

Epikurosçuluk bir zevk sanatıysa, Stoacılık bir irade sanatıdır. Epikuros'a göre giderilebileceği hemen hemen kesin olan arzulara, yani doğal ve gerekli olanlara ayrıcalık tanımak gerekir. Stoacılar da, bir bakıma tatmin edilmesi hemen hemen kesin olan arzuları üstün tutarlar. Ama bunlar, doğal ve gerekli arzular değildir: Zorbanın teki gelip pekâlâ yiyip içmemi engelleyebilir... Yüzde yüz tatmin edilebilen yegâne arzular, tatmini bize bağlı olanlardır, yani bir iradenin nesnesi olanlar. 

Suyunuz var mı? İçmek isteyebilirsiniz. Ama ya su yoksa? O zaman içmeyi umut edebilirsiniz ama kesinlikle isteyemezsiniz. (Yani size bağlı olmayanı arzulamış olursunuz; işte bu nedenle bilge kişi hiçbir umut beslemez.) Bu rahatsız durumda bilge, bazen zannedildiği gibi susuzluğu istemez (susuzluk ona bağlı değildir), ama susuzluğa ağır başlılıkla katlanmaya bakar, böyle de yapar zaten. Daha pek çok örnek verebiliriz. Hastayken keşke sağlıklı olsam, demeniz, bir istek değil -bu size bağlı değildir- bir umuttur. Ne var ki umut, doyurulması sizin elinizde olmayan bir arzudur. Mümkünse tedavi olmayı istemek ya da kaçınılmazsa ölümü serinkanlılıkla kabul etmek daha iyidir. Bize bağlı olmayanı kabul etmek bize bağlıdır!

- Yani mümkün olduğu kadar azını umut edeceğiz...

- Sponville: Mümkün olduğu kadar çoğunu isteyebilmek için! Bilge, hiçbir umut taşımamasından belli olur: O artık salt irade, yani kabulleniş (kendine bağlı olmayan her şey için) ve eylemdir (kendine bağlı olan her şey için.) İşte bu nedenle özgürdür (canı ne çekerse yapar); işte bu nedenle mutludur (bütün dilekleri olur, çünkü sadece olan ya da kendi yaptığı şeyleri ister.) İstemeyi öğrenmek için umuttan kendini kurtarmaktır söz konusu olan. 

Seneca'nın Lucilius'a yazdığı mektupta geçen bir cümlenin anlamı da budur: "Umut etmeyi unuttuğunda, sana istemeyi öğreteceğim." Sana bağlı olmayanı arzulamayı unuttuğunda, ki bu seni köleliğe ve mutsuzluğa mahkûm eder, sana bağlı olanı arzulamayı öğreteceğim, bu seni özgürlüğe ve mutluluğa götürür. 

André Comte-Sponville, Mutluluğun En Güzel Tarihi