21 Mayıs 2022 Cumartesi

Korkunun Fobiye Dönüşmesi

Bir tehlike sezdiğimizde iki tip yanlış yapabiliriz: Tehlike gerçektir ama ona tepki vermeyi beceremeyebiliriz ya da tehlike gerçek olmadığı halde onun gerçek olduğunu varsayarız. Bu iki hatanın çok farklı bedelleri olur. Yanlış negatifin (yani tehlikeli bir duruma, örneğin otlar arasındaki bir aslana tepki verememenin) bedeli yanlış pozitifin (yani sonradan zararsız olduğu görülen bir duruma, örneğin rüzgârın otların arasından geçerken sebep olduğu ıslık sesine aşırı tepki vermenin) bedelinden daha ağırdır. 

İlk hata ölümcül bir sonuç doğurabilir; ikincisi ise genelde bir parça zaman ve enerji kaybına neden olur. Bu nedenle olumsuzluk önyargısı diye anılan bir şey vardır; yani kayıplardan hoşlanmama eğilimimiz kazanımlardan hoşlanma eğilimimizden güçlüdür. 

Olumsuz uyaranlar kan basıncımızı ve nabzımızı artırır. Olumsuz duygularımız olumlu duygularımızdan fazladır ve İngilizcede acı hissiyle ilgili sözcüklerin sayısı güzel hislerle ilgili sözcüklerin sayısından çoktur. Tehditlere ve sevimsiz olaylara, olumlu fırsatlardan ve güzel durumlardan daha hızlı tepki veririz. Algılanan tehlikeden hızla uzaklaşmak, gecikmektense yanılmak bazen daha iyidir; ciddi bir hataya düşmekten ise kesinlikle daha iyidir! Bu ve diğer psikolojik ve davranışsal insan özellikleri evrim sürecimizin izlerini taşır; bunlar yiyecek peşinde koşarken diğer hayvanlara yem olmamaya çalışan atalarımızın yaşadığı hayatın yankılarıdır. Onların verdiği mücadeleler beyinlerimizde olumsuz izler bırakmıştır. 

Başta İsveç ve Norveç'te olmak üzere psikologlar, korku ve fobilerin nasıl edinilip sürdürüldüğünü gösteren yaratıcı deneyler yaptılar. Bu deneylerin çoğunda İsveçli psikolog Arne Öhman'ın öncülük ettiği bir yaklaşımdan yararlanıldı. Deneylerde araştırmacılar önce korku veren (yılanlar ve örümcekler gibi) veya nötr (geometrik şekiller gibi) uyaranlar göstererek savunma tepkileri uyandırdılar; bunlara bir de ısırık hissi veren elektrik şoku eşlik etti. Sonra aynı uyaranlar elektrik şoku olmadan tekrar tekrar gösterilerek korkuyla ilişkili uyaranlara ve nötr uyaranlara verilen kaçınmacı tepkilerin azalma oranı ölçüldü. Kaçınmacı tepkilerin, korkuyla ilişkili uyaranlar karşısında, korkuyla ilişkisiz (nötr) uyaranlara kıyasla daha çabuk edinildiği görüldü; yılan ve örümceklere verilen tepkiler, nötr uyaranlara kıyasla daha az tekrarlansa da hep daha uzun sürüyordu. 

Bu sonuçların kültürel pekiştirmeye bağlı olup olmadığını sınamak isteyen araştırmacılar, yılan ve örümceklere verilen tepkileri, tabanca ve uçları açıkta kalmış elektrik kabloları gibi çok daha tehlikeli ve kültürel olarak güçlü bir şekilde koşullandırılmış modern uyaranlara verilen tepkilerle karşılaştırdılar. Bu deneylerde modern tehlikeli uyaranlara verilen kaçınmacı tepkilerin, yılan ve örümceklere verilen tepkilerden daha çabuk kaybolduğu görüldü. Kişiye sadece şok verileceğinin söylenmesi bile korkutucu bir doğal uyarana karşı kaçınmacı tepki edinmesini sağlayabiliyordu. Nötr doğal uyaranlara verilen kaçınmacı tepkiler ise bu şekilde ortaya çıkmıyordu. Görünüşe göre, korkutucu uyaranlar (yılanlar, örümcekler, sıçanlar) veya nötr doğal uyaranlar (böğürtlen, ahududu gibi yemişler) içeren slaytlardan korkuyormuş gibi yapan aktörleri sadece izleyerek bile korkuyla dolabiliyoruz. Fakat aktörün korkutucu uyarana verdiği tepkileri izleyen insanların verdiği kaçınmacı tepkiler, nötr uyaranlarla ilgili olanlara kıyasla daha uzun sürüyor. Rhesus maymunları da korkutucu uyaranlara (oyuncak yılan ve timsah) ve nötr uyaranlara (oyuncak tavşan) bizimkilere çok benzer tepkiler veriyor.

Bundan daha da çarpıcı sonuçların görüldüğü bir diğer deney grubu da, araştırmacının bir slaytı sadece on beş ila otuz milisaniye gösterdikten sonra hemen farklı bir slaytla "maskeleyip" örttüğü, "geriye dönük maskeleme" deneyleridir. Denekler, uyaranın olduğu slaytı gördüklerinin bilincinde değildir ama içinde yılan veya örümcek olan slaytlar çoğu kişide kolayca ayırt edilen güçlü kaçınmacı tepkiler uyandırır. 

Tehlikeli durum ve nesneleri fark edip temkinli olmak atalarımıza pek çok fayda sağlamış olmalı. Bu olay ve nesnelerin bazıları günümüz dünyasında da hâlâ tehlike kaynağı, bazıları ise değil. Modern dünya atalarımızın hayal bile edemeyeceği tehlikelerle dolu. 

- Gordon H. Orians, Yılanlar, Gündoğumları ve Shakespeare - Evrim Beğenilerimizi ve Korkularımızı Nasıl Şekillendirir?

18 Mayıs 2022 Çarşamba

Atlas'ın Yükü

Cezamın verileceği gündü.

Tanrılar toplandı. Kadınlar soldaydı, erkekler sağda. İşte Artemis, çalıştırdığı kaslı vücudu, arkaya topladığı saçlarıyla, benimle göz göze gelmemek için elindeki yayla oynuyor. Arkadaştık onunla. Birlikte avlanırdık. 

İşte Hera, küçümser, soğuk tavırlarıyla orada. Umurunda bile değil. Yeter ki ona dokunulmasın.

Şurada da Hermes, huzursuz ve solgun görünüyor, beladan hiç hoşlanmaz. Yanında, yayılmış oturan da Hephaistos, Hera'nın sakat oğlu, huysuz ve topal, ama altın işleme ustası olduğu için katlanırlar ona. Tam karşısında, karısı Aphrodite; kocasının vücudundan iğrenir. Aphrodite'yle hepimiz yatmışızdır, ama bakireymiş gibi davranırız. Bana gülümsedi. Buna bir tek o cüret etti...

Zeus kararını okudu. Atlas, Atlas, Atlas. Adımda da geçiyor bu, bilmem gerekirdi. Benim adım Atlas, "çilekeş" anlamına gelir.

Belimi büktüm, sol dizimin üstüne çöküp sağ bacağımdan destek aldım. Baaşımı eğerek ellerimi kaldırdım teslim olurcasına, avuçlarım yukarıdaydı. Teslimiyet buydu galiba. Yazgısından kaçacak kadar güçlü biri var mıdır? Kaderin istediği kişiye dönüşmekten kim kurtulabilir?

Söz söylenmişti bir kere, arabaya koşulmuş atlarla öküzler, yuvarlak uçlu bir sabanı çeker gibi Kozmos'u peşlerinden sürüklemeye koyuldular. Dev küre sonsuzluğu yarıp geçerken, zamanın parçaları da yerinden oynuyordu. Bazıları toprağa düştü, yeryüzüne kehaneti ve önseziyi armağan etti. Bazıları göklere savrulmuştu, geçmişle geleceğin ayırt edilemediği kara delikler açtılar. Zaman baldırlarımdaki kaslara, uyluklarımdaki tendonlara sirayet ediyordu. Dünyayı yaratılıştan önce hissettim, gelecek damgasını vurmuştu bana. Hep burada olacaktım. 

Kozmos yaklaştıkça, sıcaklığı sırtımı yaktı. Dünyanın yükünün tabanıma dayandığını hissediyordum. 

Derken, sessiz sedasız, yer ve gök yuvarlanarak üzerime yığıldı, onları omuzladım.

Neredeyse soluk alamıyordum. Başımı kaldıramıyordum. Azıcık kıpırdamayı ya da konuşmayı denedim. Dilim tutulmuştu, bir dağ kadar hareketsizdim. Çok geçmedi, Atlas Dağı koydular adımı, gücümden değil suskunluğumdan ötürü. 

Boynumun yedinci omuru sızım sızım sızlıyordu. Vücudumdaki yumuşak dokular çoktan sertleşmeye başlamıştı. Geleceğimin korkunç görünümü yaşam gücümü emiyordu. Zaman Medusa olmuştu bana. Zaman beni taşa çeviriyordu.

Böyle taş gibi kaskatı ve hareketsiz, ne kadar süründüm bilmiyorum. 

(...)

Dinozorlar saçlarımın arasında ağır adımlarla gezinirken, volkanik patlamalar yüzüme fışkırırken, taşımak zorunda olduklarımın bir parçası olduğuma ayıyorum. Artık ne Atlas var tek başına ne de dünya, var olan Dünya Atlası. Beni gezip dolaşın, kıtalardan oluşuyorum. Çıkmanız gereken yolculuk benim. 

Dinleyin, dünyayı omuzlarında taşıyan adamın öyküsünü anlatıyor biri. Herkes kahkahalarla gülüyor. Sarhoşlarla çocuklardan başka kim inanır ona.

Kimse doğru olduğunu hissetmediği bir şeye inanmaz. Ben de kendime inanmayı bırakabilseydim keşke. Geceleri uyuyorum, sabah uyandığımda yok olmayı umut ediyorum. Bu hiç olmuyor. Bir dizim önde, bir dizim kıvrık, dünyayı sırtımda taşıyorum. 

- Jeanette Winterson, Atlas'ın Yükü

13 Mayıs 2022 Cuma

12 İletişim Engeli

Gençlerle konuşurken etkili olmayan yollar

Thomas Gordon meşhur kitabı "Etkili Öğretmenlik Eğitimi"nde iletişim engelleri konusuna oldukça önemli bir yer ayırır. İnsanlar yaşadıkları bir sorun karşısında bir bilene danışma ihtiyacı duyabilirler. Paylaşmak - Çözüm bulmakta unutulmaması gereken, karşınızdaki kişinin bir soruna sahip olduğu, yani kabul görme ve anlaşılma ihtiyacının yüksek olduğu bir durumda sizinle paylaşımda bulunduğudur. Amaç ne olursa olsun, sorun anlatan kişiyi dinlerken iyi niyetle ve yardım amacıyla yapılan, çoğu kez de alışkanlıklarımızdan kaynaklanan bazı tutum ve sözler iletişime engel oluşturabilmektedir. Bu da o kişi ile ilişkide yeni sorunlara yol açabilmektedir. Özellikle kendi kimliklerini kazanım sürecinde olan gençler bu konuda daha hassas olabilmektedir.


Dinleyen rolünde çoğu kez fark etmeden bu mesajları kullanırız. İletişim Engeli olarak tanımlanan bu tutum ve sözcükler, sorunu anlatan kişide aşağıda sıralanan algılamalara neden olabilmektedir:

 Ebeveynin söylediklerine karşı direnç geliştirmek, söylenenin tam tersini yapmak,

 Anne-baba tarafından anlaşılmadığını düşünmek,

 Anne-baba tarafından yeteri kadar akıllı ve güvenilir olmadığını düşünmek,

 Suçluluk duyguları,

 Kendine olan güveninde azalma,

 Gençte kendini savunma duygusu uyandırmak.

Herhangi bir sorun olmadığı zaman bunları kullanmak probleme sebep olmaz, bazıları eğlenceli dahi olabilir. Ancak karşımızdaki kişinin sorun yaşadığı durumda onu dinlerken, aşağıda sıralanan 12 İletişim Engelini kullanmak ilişkide sorun yaratır.

            1) Emir vermek, yönlendirmek:

“O kâğıdı buruşturma.”

“ Oda hemen toplanacak.”

“Hemen bırak o telefonu!”

Size sorununu anlatan bir kişiye bu tarz mesajlarla yaklaşmak, ”duygularının, ihtiyaçlarının ve sorunlarının önemsiz olduğu“ mesajını verir. Anne-baba gücü, korkuya dönüşür. Karşılık verme, inatlaşma, düşmanca duygular geliştirme, direnme vb. davranışlara yol açar.

2) Uyarmak, göz dağı vermek:

“Kendine çeki düzen vermezsen neler yapabileceğimi görürsün.”

“Karnende zayıf gelirse yaz tatilini unut.”

Karşımızdaki kişiye “senden daha güçlüyüm ve sana istediğimi yaptırırım” mesajını verir. Düşmanlık duyguları uyanabilir. Söylenen uyarının yapılıp yapılmayacağını görmek, sizi denemek isteyebilirler.

3) Ahlâk dersi vermek:

“Dürüst bir insan olarak doğruları söylemelisin.”

“İyi arkadaşlar birbirine küsmemelidir.”

Gençler “-meli, -malı”  içeren, dış otorite ve zorunluluğu temsil eden bu yaklaşımlar karşısında genellikle daha büyük bir şiddetle kendilerini savunurlar. Gence, onun yargısına güvenilmediği, başkalarınca doğru kabul edilen genel ahlak anlayışına uygun davranmasının daha iyi olacağı mesajı verilir. Yaş dönem özelliği ile bireyselleşme çabasında olan gençlerde bu tarz yaklaşımlar tam tersi etki uyandırır.

4) Öğüt vermek:

Bu tarz mesajlar karşıdaki kişiye sorunlarına çözüm bulma yeterliliğine inanılmadığı-güvenilmediğine yönelik mesaj verir.

“Arkadaşların olmadan da projeyi tamamlarsın. Aç internetini, araştır, yaz.”

“Bence gidip öğretmeninle konuşmalı, nasıl daha başarılı olacağını sormalısın.”

Öneri, üstünlük tavrı olarak algılanır. Karşı tarafın bağımlı kişilik geliştirmesine sebep olur. Öneriyi sunan kişinin kendisini anlamadığını düşündürür.

5) Nutuk çekmek:

“Şimdiki gençlerin bunu anlaması mümkün değil.”

“Biz çocukken ailemizin yanında gülemezdik bile. Siz ne kadar şanslısınız ama farkında değilsiniz.”

Sorun olmadığı zamanlarda gençlerin yetişkinlerden öğrenmesi kaçınılmazdır. Ancak sorun varken bu yaklaşım sergilendiğinde genellikle içe kapanıklık, anlaşılmamışlık, küskünlük uyandırır. Kendi düşüncelerine daha çok sarılırlar. Dinliyormuş gibi görünüp, dinlemeyebilirler. Bunu güç gösterisi olarak algılayabilirler.

 6) Yargulamak, suçlamak:

“Sen arkadaşını önceden arayıp anlatsaydın bunlar olmayacaktı.”

“Ne zaman verdiğin sözde durdun ki!“

"Bunu yapmış olduğuna inanamıyorum.“

Bu iletişim engelleri içinde kişinin benlik kavramını en olumsuz yönde etkileyenlerdendir. Karşı tarafı savunmaya iter. Yoğun kızgınlık, öfke duygusu açığa çıkarır. Benzer bir zorlukta kendisini eleştirmeyecek ve yargılamayacak bir kişi ile sorununu paylaşmayı tercih eder.

7) Övmek:

Olumlu da olsa bu da bir yargılama biçimidir. Kişi sürekli övülme beklentisi geliştirebilir. Kendisinin düşüncesi de farklı ise anlaşılmadığını düşünür.

"Neden beğenmedin, saçın güzel olmuş."

"Benim çocuğum çalışınca başarır.“

Unutulmaması gereken, gencin size anlaşılmak üzere bir sorunla geldiğidir. Bu yaklaşımla “anlaşılmıyorum“ düşüncesi uyanır.

8) Lakap takmak, alay etmek:

"Şimdi bebek gibi davrandın işte.“

"O kıyafet ne öyle, soytarıya dönmüşsün.“

Bu yaklaşım da gencin benlik algısını olumsuz etkiler. Hayal kırıklığı yaratır. İlişki ciddi anlamda zarar görür.

9) Yorumlamak, tanı koymak:

“Ben senin neden böyle davrandığını çok iyi biliyorum. Küçükken de istediğin olamayınca küsüp giderdin.“

"Arkadaşın senin dikkatini çekmeye çalışmış, o kadar belli ki.“

Bu mesajlar, karşı tarafa “ben tüm davranışların nedenlerini anlıyorum, çünkü güçlüyüm“ mesajını verir. Sorun anlatan kişi kendisinin yetersiz olduğunu düşünür. Konuşma isteğini ortadan kaldırır. Yapılan yorum doğru olduğunda bu duygular daha şiddetli yaşanabilir.

10) Güven vermek, desteklemek:

"Bunların hepsi geçecek.“

"Korkmana gerek yok, başaracaksın.“

Başlangıçta sorun anlatan gencin yararına görünür. Ancak anlaşılmadığı izlenimini uyandırabilir. “Abartıyorsun”  biçiminde anlaşılabilir. Kızgınlık, anlaşılmamışlık uyandırabilir.

11) Sık soru sormak:

"Ne zaman oldu, sen ne dedin?"

"O ne yapıyordu? Konuşabildin mi ?"

Sorun anlatan kişiye yöneltilen sorular, onun anlatım düzenini, sorunu algılayışını bozar. Sorgulanıyormuş duygusu uyandırır, anlatmaktan vazgeçirir. Sorun anlatan kişiye sorulan her soru onun konuşmasını sınırlar. Açık iletişimi engeller.

12) Konuyu değiştirmek:

"Sizin gibi gençleri okullarda görmek isteriz“

"Çocuğum boşver şimdi partiyi, sınavlar ne zaman? "

Bu iletiler karşı tarafa anlattığının ve kendisinin önemli olmadığını düşündürür. Sıkıntılarını anlatmaktan vazgeçer, erteler ya da kendilerini anlayacaklarına inandıkları başkalarına yönelirler.

10 Mayıs 2022 Salı

Aşk ve Yasak

Tam bir seçme özgürlüğünün ortasında, aşk ve cinsellik mevzuları ilk başta özgürleştirici görünebilir. Cinsellikten keyif almak söz konusu olduğunda, toplumsal yasaklardan tamamen azat olma fikrinden daha iyi ne olabilir ki? Nihayet ebeveynlerin ve toplumun gözünde neyin doğru ve normal olduğunu dert etmemek ne kadar da güzeldir! Cinsel eğilimimizi ve hatta cinsel farkın fiziksel görünümünü bile değiştirmek ne kadar da özgürleştirici!

Psikanaliz insan arzularını incelerken, arzuyu daima yasakla ilişkilendirmiştir. İstediğini elde edemediği için acı çeken birisi söz konusu olduğunda çözüm, istediğini elde etmesinin önündeki engelden kurtulmak değil, o insana bir şekilde o sınırın ta kendisini "kucaklamayı" öğretmek ve arzu nesnesinin tam da erişilmez olduğu için çekici olduğunu görmesini sağlamaktır.

Cinsellik söz konusu olduğunda bugün pedofili, ensest ve tecavüz haricinde yasak bir bölge yok gibi görünüyor. Bunaltıcı bir keyif alma baskısı var. Cinsel ihlaller nihai haz olarak pazarlanıyor. Fikir şu: Cinsel performansımızı geliştirmeye çalışır, yeni numaralar öğrenip alıştırma yaparsak, erişebileceğimiz tatminin sınırı yoktur. Cosmopolitan dergisi, en son haz tekniklerinde henüz ustalaşmamış olanları seks okuluna kaydolmaya teşvik ediyor. Gelgelelim popüler medyada, keyif almanın pazarlanmasının yanında, oturmuş birçok ilişkide cinsel heyecanın kaybolduğundan da bahsediliyor. Erkekler Mars'tan Kadınlar Venüs'ten kitabının yazarı John Gray'in, "Niye anneannem benden daha çok sevişiyormuş gibi görünüyor?" konulu bir yazısı var. Gray'in bu soruya yanıtı yine bir sürü tavsiye içeriyor: Gevşeyin ve arzuyu uyandırmak için şöyle veya böyle bir strateji uygulayın vs. Yasaklar her daim hayatımızdaydı ve hâlâ da öyleler, ama kalıpları değişti. Geçmişte yasaklar, toplumsal ritüeller yoluyla aktarılırken, bugün birey kendi sınırlarını kendisi koyuyor. Birey artık hem kendi kendini yaratan, hem de kendine yasaklar koyan bir özne.

Toplumsal yasaklar beraberinde her zaman bir tür tatminsizlik getirir. Tatminimizin önünde engeller olduğunda genelde yakınırız: mesela paramızın yetmediği bir nesneye sahip olmak istediğimizde veya karşılık vermeyen birine âşık olduğumuzda. Ama tuhaftır, tatminimizin önündeki engeller ortadan kalkar da istediğimizi alacak olursak, istediğimiz şeyin hiç de bu olmadığı hissine kapılıp başka bir şey aramaya başlayabiliriz. Bu tür tatminsizlik belirtileri arzunun işleyişinin ayrılmaz bir parçasıdır.

Sınırsız tatmin ve kendini gerçekleştirme vadeden ama yine de tatminsizlikten beslenen bir toplumda (aksi halde böylesine tutkulu tüketiciler olmazdık!), hüsran hissi yeni sorunlar doğurur. Hüsran çoğu zaman birey için tatminsizlikten daha sancılıdır. Tatminsizlik arzuyla iç içe olabilir, oysa hüsran, jouissance -keyif alma şeklimizin ta kendisi- ile ilgili sorunlarımıza ilişkindir. Jean-Pierre Lebrun şöyle yazar: "Jouissance istemi toplumsal alana hâkim olduğunda, proleterler arası kardeşçe dayanışmanın yerini çekişme ve rekabet alır. Toplumsal öfkenin azdığı yer burasıdır."

Mesela günümüz ırkçılığının nadiren tartışılan yönlerinden biri, insanların başkalarının keyif alma biçimlerine yönelik itirazıyla ilgilidir. İnsanlar kimi zaman diğer ulusların veya ırkların fazla gürültücü olduğundan veya yemeklerinin kokusundan şikâyet eder ya da aşırı olduğunu farz ettikleri cinsel faaliyetleriyle dalga geçer. Bu yakınmaların arkasında, kendi erişimleri dışında olan sınırsız bir hazzın, bir tür jouissance'ın başkaları için erişilebilir olduğu korkusu yatar. Bu da belli bir hüsran veya haset doğurur. Burada bizi rahatsız eden, bizim istediğimiz bir şeye başkalarının sahip olduğu gerçeği değildir sadece: Onların keyif alma şeklinin kendisine itiraz ederiz. Başkalarının aldığı farz edilen bu keyif konusundaki hüsran çabucak şiddete dönüşebilir. İstediğimiz belli bir arzu nesnesini başkalarının elinden kapmak değildir; onların farz edilen keyfini bozmak ve onları insan olarak küçük düşürmektir. 

Kişisel ilişkilerde hayali haz doruklarına ulaşma girişimlerimiz çoğunlukla başarısız olur. Biz de partnerimizden kurtulmayı tercih ederiz. Hüsran devreye girer ve jouissance bulma aczimiz başkasına dönük bir şiddete yol açar. Sonrasında kimi zaman bu kayıp jouissance'ı, bağımlılık yapan maddeler yoluyla bulmayı dener veya bir partnerden diğerine geçerek eksiğimizi kapatmaya çalışırız. 


- Renata Salecl, Seçme İkilemi 

5 Mayıs 2022 Perşembe

Çalış(ma)mak: Daha Ciddi Bir Mesai

Tembel bölümünden

(...) Aslında bu eğilimin evrenselliğinin bir kez farkına vardığımızda örnekler hızla çoğalır. Spagetti ya da balık filetosunu keşfetmiş bir çocuğun başka bir şey denemeye ikna edilememesini, diğer bütün ilgilerinden feragat etmek pahasına idolünün ağzından çıkan en ufak bir şeyi ve her hareketini takip eden ünlü hayranını ya da "yaşamına devam etmeyi" redderek kaybettiği kişi için yaşamını teselli edilemez bir özlem duyarak geçiren reddedilmiş âşığı düşünün. Birbirinden çok farklı bu olgular devinim ve değişim mevzubahis olduğunda aynı derin direnci paylaşır. Bütün bunlar Freud'un "libidonun ataleti" dediği seçtiğimiz kişi, yer ya da şeye bir tür inatçı yapışmanın yanı sıra bunları geride bırakmaya yönelik herhangi bir baskı söz konusu olduğunda duyulan kaygı ve hınçla sağlama alınmıştır.

Tutkularımızı etken ve amaca yönelik şeyler olarak düşünmeye o kadar alışkınız ki ne kadar tembel ve halinden memnun hale gelebileceklerini fark edemiyoruz. Libidoyu gümbürdeyen bir motordan bolca, hızla ve direnç görmeden akıp giden bir yakıt gibi resmediyoruz, yakıt borusundan yavaşça ve ağır ağır ilerleyen, karbüratörü tıkayan ve motorun stop etmesine neden olan tortulaşmış yağ olarak değil. Libidonun dinamizminin farkındayız ama "libidonun uyuşukluğunun" (Freud'un bir başka unutulmaz deyişi) pek de farkında değiliz.

Tutku ve arzu zihinlerimizde ayrılmaz bir şekilde yapmakla ilişkilenmiştir, o yüzden de hareketsizlik ya da yavaşlık, "yapmayı tercih etmek" için tutku duyma fikri bizim için neredeyse anlaşılmazdır. Libidonun içinde uyuyşukluğun da olduğu fikri insan yaşamı ve benliğe ilişkin genel kabul gören fikirlerimize kökten kafa tutar -bu kafa tutma çılgınca program yapma, hiperaktivite ve sürekli dikkat dağınıklığı yaşayan kültürümüz için acil bir önem taşır. Kendimizi bu kadar dar biçimde eylem ve amaç yaratıkları olarak tahayyül edip bütün zamanımızı işe vermekte ısrar ederek benliğimizin asli bir boyutuna savaş ilan eder ve kendimizi Winnicott'un "deneyimlerin en basiti, varolma deneyimi" dediği şeyden mahrum bırakırız. 

Winnicott bu basit ama gizemli sözcüğü henüz annesinden kendisini ayrıştırmamış bir bebeğin iç yaşamını tanımlamakta kullanmaktadır. Kendilik duygumuz en nihayetinde bu dağınık, örgütlenmemiş varolma deneyiminden ortaya çıkar. Ama kendimizi bilinçli olarak düşünüp eyleyen, psikolojik açıdan gelişmiş kendilikle (Winnicott'un dilinde söyleyecek olursak bir "yapıp etme" yaratığıyla) özdeşleştirirken (ya da karıştırırken), ruhsal yaşamın bu asıl katmanı bizim için giderek ulaşılmaz hale gelir.

Amerikalı psikanalist Jonathan Lear'ın vurguladığı üzere, ne kadar anlaşılmaz görünebilecek olsalar da Freud zihnin bütün etkinliklerine işlev ve amaç atfetme eğilimiyle dolaylı olarak insanın varolan bir yaratıktan ziyade yapıp eden bir yaratık olduğu anlayışını destekler görünmektedir. Kendi çıkarlarımıza zarar verir ya da bu çıkarları baltalar göründüğümüzde dahi doğrudur bu. Freud bu tür davranışlar görünürde ne kadar kendi kendini engelleyen davranışlar olsa da, bunların daima bir motivasyonla gerçekleştirildiğinde ısrar etmektedir. En uç ruhsal ve davranışsal eğilimlerimizin rasyonelliğine ilişkin bu ısrarın altında yatan şey, dolaylı bir zihin "teolojisi", bizden ne kadar gizlenmiş olsa da yaptığımız her şeyin bir amacı olduğu inancıdır. 

Freud'un düşüncesinin ıskaladığı şey, Lear'ın belirttiği üzere "kimi zihinsel etkinliklerin amaçsız gerçekleştiği" olasılığıdır. Eyleme geçme ve dünyevi amaçlarımızı yerine getirme dürtümüzün yanı sıra, içimizde daha belli belirsiz ama eylem ve amacı reddetme, yalnızca varolmamıza olanak tanıma yönünde aynı derecede güçlü bir eğilim barındırıyor olabiliriz. Böyle bir eğilimi tanımanın ciddi politik ve psikolojik sonuçları vardır. 

- Josh Cohen, Çalış(ma)mak: Daha Ciddi Bir Mesai