10 Mayıs 2022 Salı

Aşk ve Yasak

Tam bir seçme özgürlüğünün ortasında, aşk ve cinsellik mevzuları ilk başta özgürleştirici görünebilir. Cinsellikten keyif almak söz konusu olduğunda, toplumsal yasaklardan tamamen azat olma fikrinden daha iyi ne olabilir ki? Nihayet ebeveynlerin ve toplumun gözünde neyin doğru ve normal olduğunu dert etmemek ne kadar da güzeldir! Cinsel eğilimimizi ve hatta cinsel farkın fiziksel görünümünü bile değiştirmek ne kadar da özgürleştirici!

Psikanaliz insan arzularını incelerken, arzuyu daima yasakla ilişkilendirmiştir. İstediğini elde edemediği için acı çeken birisi söz konusu olduğunda çözüm, istediğini elde etmesinin önündeki engelden kurtulmak değil, o insana bir şekilde o sınırın ta kendisini "kucaklamayı" öğretmek ve arzu nesnesinin tam da erişilmez olduğu için çekici olduğunu görmesini sağlamaktır.

Cinsellik söz konusu olduğunda bugün pedofili, ensest ve tecavüz haricinde yasak bir bölge yok gibi görünüyor. Bunaltıcı bir keyif alma baskısı var. Cinsel ihlaller nihai haz olarak pazarlanıyor. Fikir şu: Cinsel performansımızı geliştirmeye çalışır, yeni numaralar öğrenip alıştırma yaparsak, erişebileceğimiz tatminin sınırı yoktur. Cosmopolitan dergisi, en son haz tekniklerinde henüz ustalaşmamış olanları seks okuluna kaydolmaya teşvik ediyor. Gelgelelim popüler medyada, keyif almanın pazarlanmasının yanında, oturmuş birçok ilişkide cinsel heyecanın kaybolduğundan da bahsediliyor. Erkekler Mars'tan Kadınlar Venüs'ten kitabının yazarı John Gray'in, "Niye anneannem benden daha çok sevişiyormuş gibi görünüyor?" konulu bir yazısı var. Gray'in bu soruya yanıtı yine bir sürü tavsiye içeriyor: Gevşeyin ve arzuyu uyandırmak için şöyle veya böyle bir strateji uygulayın vs. Yasaklar her daim hayatımızdaydı ve hâlâ da öyleler, ama kalıpları değişti. Geçmişte yasaklar, toplumsal ritüeller yoluyla aktarılırken, bugün birey kendi sınırlarını kendisi koyuyor. Birey artık hem kendi kendini yaratan, hem de kendine yasaklar koyan bir özne.

Toplumsal yasaklar beraberinde her zaman bir tür tatminsizlik getirir. Tatminimizin önünde engeller olduğunda genelde yakınırız: mesela paramızın yetmediği bir nesneye sahip olmak istediğimizde veya karşılık vermeyen birine âşık olduğumuzda. Ama tuhaftır, tatminimizin önündeki engeller ortadan kalkar da istediğimizi alacak olursak, istediğimiz şeyin hiç de bu olmadığı hissine kapılıp başka bir şey aramaya başlayabiliriz. Bu tür tatminsizlik belirtileri arzunun işleyişinin ayrılmaz bir parçasıdır.

Sınırsız tatmin ve kendini gerçekleştirme vadeden ama yine de tatminsizlikten beslenen bir toplumda (aksi halde böylesine tutkulu tüketiciler olmazdık!), hüsran hissi yeni sorunlar doğurur. Hüsran çoğu zaman birey için tatminsizlikten daha sancılıdır. Tatminsizlik arzuyla iç içe olabilir, oysa hüsran, jouissance -keyif alma şeklimizin ta kendisi- ile ilgili sorunlarımıza ilişkindir. Jean-Pierre Lebrun şöyle yazar: "Jouissance istemi toplumsal alana hâkim olduğunda, proleterler arası kardeşçe dayanışmanın yerini çekişme ve rekabet alır. Toplumsal öfkenin azdığı yer burasıdır."

Mesela günümüz ırkçılığının nadiren tartışılan yönlerinden biri, insanların başkalarının keyif alma biçimlerine yönelik itirazıyla ilgilidir. İnsanlar kimi zaman diğer ulusların veya ırkların fazla gürültücü olduğundan veya yemeklerinin kokusundan şikâyet eder ya da aşırı olduğunu farz ettikleri cinsel faaliyetleriyle dalga geçer. Bu yakınmaların arkasında, kendi erişimleri dışında olan sınırsız bir hazzın, bir tür jouissance'ın başkaları için erişilebilir olduğu korkusu yatar. Bu da belli bir hüsran veya haset doğurur. Burada bizi rahatsız eden, bizim istediğimiz bir şeye başkalarının sahip olduğu gerçeği değildir sadece: Onların keyif alma şeklinin kendisine itiraz ederiz. Başkalarının aldığı farz edilen bu keyif konusundaki hüsran çabucak şiddete dönüşebilir. İstediğimiz belli bir arzu nesnesini başkalarının elinden kapmak değildir; onların farz edilen keyfini bozmak ve onları insan olarak küçük düşürmektir. 

Kişisel ilişkilerde hayali haz doruklarına ulaşma girişimlerimiz çoğunlukla başarısız olur. Biz de partnerimizden kurtulmayı tercih ederiz. Hüsran devreye girer ve jouissance bulma aczimiz başkasına dönük bir şiddete yol açar. Sonrasında kimi zaman bu kayıp jouissance'ı, bağımlılık yapan maddeler yoluyla bulmayı dener veya bir partnerden diğerine geçerek eksiğimizi kapatmaya çalışırız. 


- Renata Salecl, Seçme İkilemi 

5 Mayıs 2022 Perşembe

Çalış(ma)mak: Daha Ciddi Bir Mesai

Tembel bölümünden

(...) Aslında bu eğilimin evrenselliğinin bir kez farkına vardığımızda örnekler hızla çoğalır. Spagetti ya da balık filetosunu keşfetmiş bir çocuğun başka bir şey denemeye ikna edilememesini, diğer bütün ilgilerinden feragat etmek pahasına idolünün ağzından çıkan en ufak bir şeyi ve her hareketini takip eden ünlü hayranını ya da "yaşamına devam etmeyi" redderek kaybettiği kişi için yaşamını teselli edilemez bir özlem duyarak geçiren reddedilmiş âşığı düşünün. Birbirinden çok farklı bu olgular devinim ve değişim mevzubahis olduğunda aynı derin direnci paylaşır. Bütün bunlar Freud'un "libidonun ataleti" dediği seçtiğimiz kişi, yer ya da şeye bir tür inatçı yapışmanın yanı sıra bunları geride bırakmaya yönelik herhangi bir baskı söz konusu olduğunda duyulan kaygı ve hınçla sağlama alınmıştır.

Tutkularımızı etken ve amaca yönelik şeyler olarak düşünmeye o kadar alışkınız ki ne kadar tembel ve halinden memnun hale gelebileceklerini fark edemiyoruz. Libidoyu gümbürdeyen bir motordan bolca, hızla ve direnç görmeden akıp giden bir yakıt gibi resmediyoruz, yakıt borusundan yavaşça ve ağır ağır ilerleyen, karbüratörü tıkayan ve motorun stop etmesine neden olan tortulaşmış yağ olarak değil. Libidonun dinamizminin farkındayız ama "libidonun uyuşukluğunun" (Freud'un bir başka unutulmaz deyişi) pek de farkında değiliz.

Tutku ve arzu zihinlerimizde ayrılmaz bir şekilde yapmakla ilişkilenmiştir, o yüzden de hareketsizlik ya da yavaşlık, "yapmayı tercih etmek" için tutku duyma fikri bizim için neredeyse anlaşılmazdır. Libidonun içinde uyuyşukluğun da olduğu fikri insan yaşamı ve benliğe ilişkin genel kabul gören fikirlerimize kökten kafa tutar -bu kafa tutma çılgınca program yapma, hiperaktivite ve sürekli dikkat dağınıklığı yaşayan kültürümüz için acil bir önem taşır. Kendimizi bu kadar dar biçimde eylem ve amaç yaratıkları olarak tahayyül edip bütün zamanımızı işe vermekte ısrar ederek benliğimizin asli bir boyutuna savaş ilan eder ve kendimizi Winnicott'un "deneyimlerin en basiti, varolma deneyimi" dediği şeyden mahrum bırakırız. 

Winnicott bu basit ama gizemli sözcüğü henüz annesinden kendisini ayrıştırmamış bir bebeğin iç yaşamını tanımlamakta kullanmaktadır. Kendilik duygumuz en nihayetinde bu dağınık, örgütlenmemiş varolma deneyiminden ortaya çıkar. Ama kendimizi bilinçli olarak düşünüp eyleyen, psikolojik açıdan gelişmiş kendilikle (Winnicott'un dilinde söyleyecek olursak bir "yapıp etme" yaratığıyla) özdeşleştirirken (ya da karıştırırken), ruhsal yaşamın bu asıl katmanı bizim için giderek ulaşılmaz hale gelir.

Amerikalı psikanalist Jonathan Lear'ın vurguladığı üzere, ne kadar anlaşılmaz görünebilecek olsalar da Freud zihnin bütün etkinliklerine işlev ve amaç atfetme eğilimiyle dolaylı olarak insanın varolan bir yaratıktan ziyade yapıp eden bir yaratık olduğu anlayışını destekler görünmektedir. Kendi çıkarlarımıza zarar verir ya da bu çıkarları baltalar göründüğümüzde dahi doğrudur bu. Freud bu tür davranışlar görünürde ne kadar kendi kendini engelleyen davranışlar olsa da, bunların daima bir motivasyonla gerçekleştirildiğinde ısrar etmektedir. En uç ruhsal ve davranışsal eğilimlerimizin rasyonelliğine ilişkin bu ısrarın altında yatan şey, dolaylı bir zihin "teolojisi", bizden ne kadar gizlenmiş olsa da yaptığımız her şeyin bir amacı olduğu inancıdır. 

Freud'un düşüncesinin ıskaladığı şey, Lear'ın belirttiği üzere "kimi zihinsel etkinliklerin amaçsız gerçekleştiği" olasılığıdır. Eyleme geçme ve dünyevi amaçlarımızı yerine getirme dürtümüzün yanı sıra, içimizde daha belli belirsiz ama eylem ve amacı reddetme, yalnızca varolmamıza olanak tanıma yönünde aynı derecede güçlü bir eğilim barındırıyor olabiliriz. Böyle bir eğilimi tanımanın ciddi politik ve psikolojik sonuçları vardır. 

- Josh Cohen, Çalış(ma)mak: Daha Ciddi Bir Mesai

30 Nisan 2022 Cumartesi

Psikoloji Kitap Önerileri (Psikoterapi)

Bana en çok sorulan sorulardan biri "Psikolojiyle ilgili kitap okumak istiyorum, hangilerini okumalıyım?" sorusudur. Öncelikle "okumalıyım" kelimesindeki gereklilik kipine hiç gerek yok :) İlgi duyuyorsanız, merak ediyorsanız, okusanız iyi olabilir diyebileceğimiz kitaplar vardır. Her liste eksik listedir, bu yüzden benim de hazırladığım 20 kitaplık seçki eksiklikler barındıracaktır. Bu tür önerilerdeki amaç kitapların tavsiye edilme sıklığını, görünürlüğünü artırmak olabilir. Diğer listelerdeki kitaplarla karşılaştırma yapabilmek mümkün olabilir. Nihayetinde okurun içine sinen, bu kitaptan başlayayım demesine vesile olabilir. Aşağıda göreceğiniz listede yer alan kitaplara kısa açıklamalar, kitabın ismine yayınevi sayfasının olduğu linkleri ekledim, detayları oradan görebilmek mümkündür. Son olarak şunu söyleyeyim, Psikoloji kitapları denilince genellikle aslında sorulan "Psikoterapi içerikli kitaplardır." Yoksa psikoloji çok geniş bir alan, psikolojinin diğer alt alanları benim uzmanlık alanıma girmiyor, bu yüzden psikoterapi içerikli kitapları aldım listeye. O zaman başlayalım.


1) Engin Geçtan - Varoluş ve Psikiyatri: Engin Hoca'ya birçok kişi gibi ben de hayranım. Rahmetli büyüğümüz yaşamı boyunca o kadar çok iyi iş yapmış ki, geride bıraktığı külliyatı Metis tarafından basılmaya devam ediyor. Onca kitabı arasından özellikle Varoluş ve Psikiyatri'yi seçtim, çünkü Hayat'la birlikte en etkilendiğim kitabıdır. 

2) Donald WinnicottOyun ve Gerçeklik: Psikoterapi ilginiz hangi alanda olursa olsun Oyun ve Gerçeklik kilometre taşı niteliği taşıyan bir kitap olduğu için kitaplığınızda bulunsa çok iyi olur dediğimiz kitaplardandır. Winnicott'ın en çok gönderme yapılan eseri olan bu kitap, psikanalistler için olduğu kadar genel okur için de pek çok ipucu taşıyor.

3) Stephen Groszİncelenen Hayatlar: Nefis psikoterapi hikâyelerinin yer aldığı bu kitaba resmen bayılmıştım. İki defa okudum. Seans odasındaki gizlilik ilkesiyle terapistin hikâye paylaşma arzusu arasında çok iyi bir denge yakaladığını düşünüyorum bu kitabın. 

4) Gabriel Rolon - Bir Psikanalistin Notları: Psikoterapi anlatıları çok ilgimizi çektiğinden bu tarz kitaplara yer vermek istedim. Bu kitap hakkında ilk yazdığım blog yazısında iyi bir editörün gözünden geçmeli bu metin demiştim, yeni baskısı yapıldı mı bilmiyorum, metindeki dil hataları düzeltilirse okumamızın ritmi bozulmaz. İçindeki seans hikâyeleri ise öğretici.

5) Robert Lindner - 50 Dakikalık Seans: Lindner, seçtiği üç hastanın hikâyesine yer veriyor bu kitapta. Oldukça öğretici, düşündürücü metinler. Hastaların hikâyeleri uzun uzun anlatıldığı için bir zaman sonra okurken kendinizi seans odasında bulmanız işten bile değil. 

6) Philippa Perry ve Junko GraatKoltuk, Çizgilerle Psikoterapi: Bu kitap bir grafik roman tadında. Seans odasında yaşananları gizli bir gözmüşcesine size gösteriyor. Üstelik sadece danışan tarafını değil, terapist tarafında da neler yaşanabileceğini görmenizi sağlıyor. Okurken çok eğlenmiştim. 

7) Susie OrbachTerapi Odasında: Oldukça sade bir dille terapi odasında, kapıların ardından konuşulan hikâyeleri anlatıyor Orbach. 

8) Vamık D. VolkanKusursuz Kadının Peşinde: Ustalaşmış bir terapistin psikanaliz kullanarak bir hastasını beş yıldan biraz daha uzun bir süre boyunca tedavi etmesini anlatıyor bu kitap. Volkan'ın başka kitapları mevcut, örneğin Divanda Kılıç Dövüşü de etkilemiştir beni. 

9) Saffet Murat Tura- Freud'dan Lacan'a Psikanaliz: Psikanalitik metin okumak isteyen, analitik terapinin tarihçesini, gelişiminin temellendiği felsefik öğeleriyle birlikte okumak isteyen okurlara önerebiliriz bu kitabı. 

10) Louis Cozolino - Terapist Olmak: Özellikle alanda çalışan, çalışmayı düşünen meslektaşlara önerebiliriz bu kitabı. Cozolino zor bir iş başarmış, yıllarca edindiği deneyimleri rafine bir halde meslektaşlarına sunmuş. 

11) Jeffrey A. Kottler - Terapist Olmak Üzerine: Bu kitabı yeni edindim, okumayı bitirdikten sonra bir şeyler yazabilirim üstüne. Yurt dışında övgüyle karşılanmış, hatta genişletilmiş basımı 2022 yılı içinde yapılmış. Hacimli olan kitap oldukça doyurucu görünüyor. 

Edit: Yazarımız kitap boyunca başarısızlıklarını, terapistlerin bazen bir şey bilmeden, ne yapacağını kestiremeden seans yaptığına vurgu yapıyor, ilk başlarda yapılan hatalar sevimli gözükse de bir zaman sonra sürekli bunun tekrarlanması bıkkınlık verdi bana. Bu kadar uzun bir kitap olmasına bence gerek yokmuş. Yine de oldukça tatmin edici bölümlere de sahip olduğunu söyleyebilirim. 

12) Catherine Mathelin - Freud'a Ne Yaptık da Çocuklarımız Böyle Oldu?: Okuyanların zaman içinde tekrar tekrar okumak istedikleri kitaptır. Kurgusuyla okuru kendine çeker, bol bol bilgi de verir. 

13) Serge Tisseron - Empatik Bir Psikanalizden Kesitler: Bu kitap hakkında yazdığım yazı blogun en çok okunan yazılarından biri olmuştu. Tisseron çok zor bir işe kalkışıyor, kendisinin ikinci analiz sürecini şeffaflıkla anlatıyor. 

14) Viktor Emil Frankl - İnsanın Anlam Arayışı: Ülkemizde de bestseller niteliği kazanan bu kitap hakkında yorum yapmaya gerek yok sanırım. 

15) Irvin D. Yalom  - Bağışlanan Terapi: Yalom okumak bana her zaman iyi gelmiştir. Yalom'un çok kitabı var. Aslında Bugünü Yaşama Arzusu'nu, Divan'ı da önerebilirdim. Bu kitapta işin mutfağını anlatıyor daha çok, okur kendi kararını verebilir diye düşünüyorum. 

16) Carl Gustav Jung - Anılar, Düşler, Düşünceler: Jung'un çok kitabı var, beni en etkileyen kitabı ise bu otobiyografisi olmuştu nedense. 

17) Johann Hari - Kaybolan Bağlar, Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler: Bu kitap aslında psikoterapi kitabı değil, bir gazetecinin kendi depresyonundan hareketle bu işi araştırması, çözüm aramasıdır. Kitabı çok beğenmiştim, yazarın yeni kitabı İngiltere'de satışa sunuldu diye biliyorum, Stolen Focus - Çalınmış Dikkat diye çevrilir muhtemelen, ülkemizde de yakında satışa sunulur umarım.

Edit: Çalınan Dikkat adıyla satışa sunuldu.

18) David Rensin, Dr. Brandy Engler - Divanımdaki Erkekler: Çok iyi yazılmış bir kitap olduğunu düşünüyorum. Yazarın terapist olma yolculuğuyla birlikte kendi hayat yolculuğunu, başına gelenleri de hikâyeler arasına serpiştirmesi şaşırtıcı olmuştu benim için. 

19) Sarah Tomley - Freud Bu İşe Ne Derdi?: Çok eğlenceli bir kitap. Birçok usta terapistin karşılaştığımız yaşam zorlukları karşısında tahminen ne diyeceğini anlatıyor. Kitabın adında sadece Freud yazsa da içinde Maslow'dan Jung'a, Beck'ten Fromm'a, Winnicott'tan Horney'e kadar birçok terapistin kuramı, çalışma şekli veriliyor. 

20) Kay Redfield Jamison - Durulmayan Bir Kafa: Bipolar bozukluğu olan bir kişinin otobiyografisi tadında okunabilir bu kitap, bir anı kitabı. Bu kitabı okuyana kadar bipolaritenin ne olduğunu tam anlayamamıştım. 


Bol kitaplı günler dilerim, sevgiler.

Tuna

27 Nisan 2022 Çarşamba

Bilgelik

- Bilgeliğin bireyi toplumun egemenliğinden kurtardığını mı kastediyorsun? Yani bilgeliğin devrimci bir karakteri mi vardır?

- Kesinlikle! Bireyi kendini ve dünyayı tanımaya teşvik ettiği, bilgisini ve aklını geliştirmeye çağırdığı, kendini doğasına uygun biçimde gerçekleştirmeye ve özgürleştirmeye davet ettiği için bilgelik dini ve siyasi otoritenin gözünde büyük ölçüde baltalayıcıdır. Çünkü bu iki otorite topluluğun bir arada kalması ve istikrarı için el ele çalışırlar. Bazen bunun için güce de başvururlar. Birey kendi esenliği ve kişisel mutluluğu üzerine kafa yormaya başlarsa, aklını ve bilgisini geliştirirse, topluluğun normlarına ayak uydurmama tehlikesi gösterir. Hele bir de sevginin yasadan daha önemli olduğunu, hepsi de mutluluğa ve kurtuluşa ermeyi umut ettiğinden bütün insanların eşit olduğunu düşünürse, bütün siyasi-dini sistem çökme tehlikesiyle karşılaşır. Bu yüzden insanları bilgeliğe yönelten bütün şahsiyetler kovulmuş ve hatta öldürülmüştür. 


İsa (İsrail'in diğer peygamberleri gibi) ölüme mahkûm edildi. Buddha'nın zehirlendiğine de şüphe yok. Çünkü her ikisi de bütün insanların eşit olduğu ve şefkatin yasadan üstün olduğu mesajını vaaz ediyorlardı. Bu da dini ve siyasi otoriteler için kabul edilemezdi. Buddha kadın erkek, zengin fakir her insanın Uyanışa kişisel ve ruhsal bir çalışmayla varabileceği ve bu çalışmanın bir dini ayine hiç ihtiyaç duymadığı öğretisini yayarak bütün bir Hint toplumunun zemininde duran (bugün kısmen hâlâ öyledir) kast sistemini boşa çıkarıyor, dini ayinleri yöneterek dünyanın düzenini ayakta tutan tek merci ve kurtuluşa ermiş kişiler olduklarını iddia eden Brahmanların iktidar taleplerini hiçe sayıyordu.

Sevginin yasadan daha önemli olduğunu ileri süren, sebt günü insanlara şifa dağıtan ve bir kadını zinaya bulaştığı için taşlamayı reddeden İsa da Yahudi yasasının sınırlarını çiğniyordu ve sevginin evrensel bilgeliğini vaaz ederek rahiplerin rolünü boşa çıkarıyordu. Aynı şekilde Sokrates de şehrin dinine tehdit oluşturup gençleri yoldan çıkarmakla suçlanarak ölüme mahkûm edildi. Bugün din ile maneviyatı karıştırma eğiliminde olduğumuzdan, manevi arayışın ve bilgeliğin devrimci karakterini anlamıyoruz. 

- Din ve maneviyat arasındaki farka biraz geri gelebilir misin? Çünkü benim zihnimde ikisi birbirine dolanmış şeyler.

- Basit olsun diye, dinin kolektif, maneviyatın ise bireysel olduğunu söyleyelim. Din, aynı siyasi bütün (bir şehir devleti, bir ulus, bir krallık) içindeki bireyleri, her birini aşan görünmez bir aşkınlığa inanmalarını sağlayarak birbirine bağlar.

Maneviyat ise hakikati, sevgiyi ve gerçek mutluluğu arayan bireyin, kültürel koşullanmaların ve aklın öncüllerinin bağından sıyrılmak için gösterdiği bir kişisel çabadır. Manevi hayat hem ruhu (maneviyat ruh gücü anlamına da gelir) hem kalbi içerir. Din ise inançlara, dogmalara, kurallara ve normlara boyun eğilmesini talep eder. İkisi de aynı amacı hedeflese bile -yani mutluluk, adalet, sevgi ve barış- bunu farklı araçlarla yaparlar.

Bununla beraber, söz konusu iki boyut bir arada da bulunabilir. Bazıları körü körüne en ufak bir soru sormadan dinin dogmalarını izler, hatta bazen hoşgörüsüzlük ve şiddet içine düşerler ama hepimiz iyi ve kalpleri açık dindar insanlar da tanıyoruz.

Özetle diyebilirim ki insan hem ruhani hem de dini bir varlık. Onun diğer hayvan türleri karşısındaki ayırt edici karakteri de şüphesiz burada. Maneviyatının sebebi varlığının anlamına dair sorular sorması, bunlara cevap vererek kalbiyle ve aklıyla kendini iyileştirmeye çalışmasıdır. Aynı zamanda dini bir varlık olmasının sebebi de, görünmez varlıklara inanma ve tapınma üzerine kurulu toplumlar inşa etmesidir. İnsanlık tarihi bize şunu gösteriyor: Bu metafizik sorulardan hareket eden homo sapiens önce dinleri inşa etti, sonra bu dinlerden (şu ya da bu ölçüde ya da tamamen) özgürleşmeye başlayıp din dışı maneviyat akımları geliştirdi. Bilgelik adını verdiğimiz, bu akımlardır. Antikçağın büyük felsefe okulları birer bilgeliktir çünkü dinsel inanç üzerine değil akıl üzerine kurulu bir maneviyatı telkin etmişlerdir. Tarih boyunca toplumsal bir birleştirici işlev gördükleri için bugün içlerinde dinsel unsurlar barındırıyorlar gerçi ama aynı şey aslında Budizm, Konfüçyüsçülük ve Taoizmin ilk halleri için de geçerli. Bundan başka, kendi hayatlarında somutlaştırmaya çalıştıkları bir bilgelik geliştiren Montaigne, Spinoza veya Krishnamurti gibi bağımsız, biraz izole düşünürler de mevcut. 

- Frédéric Lenoir, Arayanlar İçin Açıklamalı Bilgelik 

20 Nisan 2022 Çarşamba

Yaratıcı Tür - Bilişsel Esneklik

1) Son 30 yılda bilgisayarlar yığınla veriyi sindirmekte daha iyi hale geldikçe, insanlar başka işler üzerinde çalışacak özgürlüğü bulabiliyorlar. Yapay biyoloji uzmanlığı, uygulama geliştiriciliği, otomatik araba tasarımcılığı, kuantum bilgisayar tasarımcılığı, multimedya mühendisliği gibi iş kolları çoğumuzun öğrenciliğinde yoktu bile. Ve bu iş kolları sırada bekleyen iş kolllarının sadece öncülleri. Bundan 10 yıl sonra şimdikinden çok daha farklı tasarlanmış ve farklı bir işletmeye sahip ofise gidiyor olabiliriz. İşte bu ve benzeri nedenlerle dünyanın dört bir yanındaki şirket toplantıları, bu gidişe ayak uydurmanın yollarını bulmak için çırpınıp duran insanlarla dolu, zira şirketlerin işleyişinde devreye giren teknoloji ve süreçler sürekli değişiyor. 

Giderek hızlanan bu değişimle başa çıkmamızı sağlayan tek bir şey var: Bilişsel esneklik! Bizler öğrendiğimiz gerçeklerin ötesine uzanma kapasitemiz sayesinde çevremizdeki dünyayı algılayabilir, ancak olası başka dünyaları kurgulamaktan da geri kalmayız. Gerçekleri öğrenir, kurguyu üretiriz. Olanı kavrar, olabilecekleri düşleriz.



2) Yeniliğin gerektirdiği bu bakış açısının, eğitim sistemlerimize yansımadığını görüyoruz. Yaratıcılık, gençlikte keşif ve ifade biçimlerinin itici gücüdür ama daha kolay test edilip ölçülebilen becerilerin yeğlenmesiyle bastırılıp boğuluyor. Öğretmenler genellikle düzgün davranışlı çocukları çoğunlukla ortalığı karıştıranlar olarak algılanan yaratıcı çocuklara tercih ederler. Yakınlarda yapılan bir ankete göre çoğu Amerikalı çocuğunda büyüklerine saygıyı bağımsızlığa, terbiyeli davranışı meraka, kurallara saygıyı yaratıcılığa yeğlemektedir. (Robert P. Jones ve diğ. How Immigration and Concers About Cultural Changes are Shaping the 2016 Election)

3) Saç stilleri ve stadyumlar neden değişip durur? Neden kusursuz bir çözüm bulup ona sadık kalamayız bir türlü? Yanıt: Yeniliğin sonu yoktur çünkü hiçbir zaman doğru olan şeyle değil, bir sonraki şeyle ilişkilidir. İnsanlar geleceğe yaslanır ve asla bir noktada birleşip kalmazlar. Peki insan beynini bu ölçüde yerinde duramaz yapan şey nedir?

4) İnsanlar, çevrelerindeki her şeye neden bu kadar çabuk uyum sağlar? Bunun nedeni tekrar baskılaması (repetition suppression) adı verilen bir olgudur. Beyniniz bir şeye alıştığında onu her görüşünde giderek daha az tepki vermeye başlar. Farz edin ki yeni bir nesne, örneğin, sürücüsüz bir araba çıktı karşınıza. İlk gördüğünüzde beyniniz büyük bir tepki verecektir çünkü o sırada yeni bir şeyi soğurmakta ve kaydetmektedir. Arabayı ikinci görüşünüzde beyninizin vereceği tepki biraz daha az olacaktır. Karşısındaki şey şimdi çok da umrumda değildir çünkü o şey artık yeniliğinden kaybetmiştir. Üçüncü tekrar, daha az tepki. Dördüncü tekrar daha da az. Bir şeye ne kadar aşinaysak onun için o kadar az nöral enerji harcarız. Yeni işyerinize arabayla ilk gidişinizde sürenin size fazla uzun gelmesinin nedeni budur. İkinci gün yol biraz daha kısalmış gibidir. Bir süre sonra da işe gitmek için harcadığınız zamanı fark etmezsiniz bile. Dünya, size tanıdık geldikçe yıpranır. Sahnenin önü zamanla sahne arkasına dönüşür. 

5) Ortadan sürpriz kalkarsa bizdeki heyecan da kalkar: Bir şeyi ne kadar iyi anlarsak üzerinde düşünmek için o kadar az çaba harcarız. Aşinalık, beraberinde ilgisizliği getirir, tekrar baskılaması devreye girer ve ilgimiz zayıflar. Eşler arasındaki ilişkinin sürekli olarak ateşlenmeye gerek duyması bundandır. Tekrar tekrar duyduğunuz bir fıkraya bir süre sonra gülmemeniz bundandır.

- David Eagleman, Yaratıcı Tür