4 Ekim 2022 Salı

Arzu ile Jouissance

Freud yetişkinlikte ortaya çıkan kaygının suçluluk duygusuyla bağlantılı olduğunu, bundan dolayı kaygıyla üstben arasında önemli bir bağ olduğunu öne sürmüştür. Lacan da bu bağlantının altını çizmiş ve üstbenin, özneye keyif almasını emreden ama aynı zamanda bu keyif uğraşında başarısız olacağını alaycı bir şekilde öngören bir ses olarak işlediğine işaret etmiştir. 


Kaygının üstben buyruğuyla bağlantılı olan bu suçluluk hissine ilişkin olduğu sonucuna varmak kolay olsa da, bu kavrayışı tersine çevirip, kaygıyı doğuran şeyin, paradoksal bir şekilde, başarısızlık seçeneğinden ziyade başarı seçeneği olduğu gibi yeni bir fikir ortaya atmak mümkündür. Bu noktada kaygıyla ilgili gayet iyi bilinen iki Lacancı noktayı hatırlamamız gerekiyor: Birincisi, kaygı nesnenin eksikliğinden değil eksiğin eksilmesinden, yani eksikliğin yerinde bir nesne ortaya çıkmasından doğar; ve ikincisi, kaygı arzu ile jouissance arasında bir refüjdür.

Arzu tatminsizlikle (nesnenin eksikliğiyle) bağlantılıdır daima, oysa jouissance özneyi nesneye yaklaştırır - çoğunlukla da can yakarak. Arzunun eksiklikle bağlantılı olduğunu söylerken şu iki sonuca varmakta acele etmemeliyiz: Arzuyu tatmin edebilecek bir nesne asla yoktur; başarısızlıkta başarı, eriştiği şeyin asla istediği şey olmadığından yakınan arzu öznesine özgü bir stratejidir. 

Arzunun paradoksal özelliği, bir nesneden diğerine giden ve asla tatmin olmayan bir çeşit doymak bilmez ağız olmayışıdır: Arzunun kendisi, ancak özne arzu nesnesiyle, yani Lacancı nesne a -eksikliğin kendisinin bir başka adı- ile karşılaştığında harekete geçer. Ne var ki eksiklik, bir arzu nesnesiyle karşılaştığımızda değil de arzunun yerini jouissance aldığında var olmaya başlar - yani artık arzunun uçucu nesnesi olmayıp çoğunlukla acıyla birlikte belli bir keyif uyandıran, dolayısıyla özne için dehşet verici olan nesneye yaklaştığımızda.

Aşk ilişkilerinde bu, yoğun istek duyduğu bir partnerle nihayet başarılı bir cinsel karşılaşma yaşayan, ama bunun sonucunda bu deneyimden dehşete kapılan ve partnerini anında terk eden bir histerikte meydana gelebilir. Ne var ki mesele sadece öznenin arzusunun tatminsizliğini (yani erişilemeyen nesneye duyduğu özlemi) korumak istemesinden ziyade, jouissance nesnesine fazla yaklaşmakla bağlantılı olabilir. Lacan bu bağlamda şöyle bir yorum yapar: Orgazm, öznenin genelde gayet iyi tahammül ettiği bir kaygı halidir; ne var ki öznenin pekâlâ kaçınmak istediği bir nokta da olabilir.

- Renata Salecl, Kaygı Üzerine

25 Eylül 2022 Pazar

Yas ve Melankoli

Freud, "Narsisizm Üzerine" (1915) adlı makalesinde, iki uçlu bozukluk (bipolar) tanısında sık gözlenen bir özellik olan megalomani ve grandiyozite üzerine düşünmüştür. İki uçlu bozukluk tanısı ve altında yatan dinamiklere dair kapsamlı bir düşünme girişmesi ise ancak 1917 yılında yayımlanan "Yas ve Melankoli" metniyle olur. 


Aslında hem Karl Abraham'ın hem de Freud'un bakışı kendisinden önceki pek çok klinisyenle aynı çizgidedir; manik atakları ve melankolik ataklar farklı görünümlerine karşın ortak dinamiklerle tetiklenmektedir. Bu temel anlayışın, yani melankoli ve maninin aynı madalyonun iki farklı yüzü olduğu fikri, psikanalizin o güne değin melankoli üzerine geliştirdiği anlayışı mani için de kullanmasını olanaklı kılar. Freud, mani hecmelere (ataklara) ilişkin bu ilk kuramsallaştırma çabasında oldukça ihtiyatlıdır, bu adımı geliştirilmeye muhtaç bir ilk deneme olarak görür. Tutarlıymış gibi duran bir açıklama önermiş olsa da kendi önerisinin yeterince açıklayıcı olmadığını düşünür ve yanıtlanması gereken pek çok soruyu okuyucularına hatırlatır. Bu sorulardan en önemlisi, neden her depresif bireyin manik bir döneme geçmediğidir. Bu soruya verilebilecek ilk yanıt, aynı makale boyunca tartıştığı melankoli ve yas ayrımı olabilirdi: Melankoli bir anlamda yas süreçlerinin sağlıklı işleyemediği ağır çökkünlük dönemleridir ve yas süreçlerine kıyasla daha ağır bir tablodur. Yas süreçleri, kişinin ruhsal gelişimine katkılar sağlarken, melankolik süreçler çoğu kez kısır ve yıkıcı süreçlerdir. 

Bu bağlamda, melankolinin yarattığı ruhsal ıstırabın daha kesif olduğu ya da melankolik bireylerin ruhsal acıyı yaşama, hüzne yer verebilme kapasitelerinin çok daha sınırlı olduğu söylenebilir ve bu yüzden manik bir kayma yaşamalarının daha olası olduğu öne sürülebilir. Ancak, ne her manik epizot bir melankolik sürece ardıl olarak gelişir ne de melankoli eğilimi olan her birey manik epizotlar yaşar. 

(...)

R. Rousullian (2016), Freud'un "Yas ve Melankoli" makalesinin ana konusunun duygulanım bozuklukları olmadığını, ana konunun narsisizm olduğunu öne sürer. Ona göre Freud'un yas ve melankoli ayrımına ilişkin önerdiği belirteçler esasında narsisitik bir yapı farkına işaret etmektedir. Freud, bu metninde melankoli için üç temel koşuldan söz eder; "nesne kaybı", "ikirciklilik" ve "libidonun benliğe geri dönmesi". Bunlardan ilk ikisinin melankoliye spesifik olmadığı, yas süreçlerinde de ortaya çıktığı açık olduğuna göre, melankoliyi yastan ayırt eden ana öğenin "libidonun bene geri dönüşü" olarak tanımlanan süreç olduğu açıktır. "Libidonun bene geri dönüşü" ifadesi de zaten Freud'un bakışıyla narsistik problematiğin en kısa tanımıdır; dolayısıyla melankoli narsistik bir problematiktir diyebiliriz. 

- İshak Sayğılı, İki Uçlu Bozukluk Üzerine Psikanalizin Söyledikleri ve Söylemedikleri. Bu yazının tamamı Psikeart Dergisinin Eylül-Ekim 2022 tarihli "Bipolar Bozukluk" sayısında yayımlanmıştır. 

20 Eylül 2022 Salı

Kişisel Otoritenin Kazanılması

Yaşamın ikinci yarısında, iki büyük görev bizi bekler. İlki, kişisel otoritenin kazanılmasıdır. Bu ne anlama gelir? Hepimiz hayata naif ve başkalarına bağımlı olarak başlarız, kendi ihtiyaçlarımızı karşılamak ve hatta bazen hayatta kalmak için çevrenin dayattığı koşullara (aile, sosyoekonomik şartlar, kültürel zorunluluklar vb.) uyum sağlamak zorundayızdır. Her bir adaptasyon, içgüdüsel hakikatlerin, kişisel ihtiyaçların, tercihlerin ve ruhun arzularının feda edilmesini gerektirir. Gerekli adaptasyonların tekrarı, yetkenin kendi dışımızda yerleşmesine yol açar. 


Bununla birlikte, zamanla bu dış otoriteler yer değiştirir ve kompleks olarak içselleştirilerek bizi içeriden yönetmeye başlar. En güçlülerimiz bile, bu içsel tiranlara tabidir. Bilinçli varlıklar olduğumuza inanırız, aslında çoğu zaman, hatta her zaman, kişisel geçmişimizden kaynaklanan otoritelere ve günümüzün hüküm süren çeşitli değerlerine tabiyizdir.

Ruhumuz kişisel otoritemizi geri kazanmamızı ister ve bu günlük olarak bizi bekleyen bir görevdir. Genellikle, en azından acı, kendimiz ya da çevremizdekiler için tahammül edilemez hale gelinceye kadar, ruhun gündemini mümkün olduğu kadar bastırarak, ruhumuzun bu taleplerinden kaçmaya çalışırız, ta ki bu taleplere kulak vermek mecburiyetinde kalıncaya dek. Hepimiz dış otoriteyi benimsemeye koşullandığımız ve bu tür öğütleri, gündemleri ve tepkileri kendi komplekslerimiz olarak içselleştirdiğimiz için kişisel otoritemizi tekrar geri kazanmak zor, hatta korkutucu bir görevdir. Balık suda yüzdüğünün farkında mıdır? Dış otoritelere değil, tümü geçmişimize bağlı olan algılar ve tepkiler denizinde yüzdüğümüzü kavrayabilir miyiz? Beklentiler ve sonuçlar arasındaki tutarsızlık artık inkâr edilemez hale gelinceye kadar bu örtük otoriteleri ve etki alanlarını sorgulamamız çok düşük bir ihtimaldir. 

"Kişisel otorite" nelerden oluşur? En basit ifadeyle, kişinin kendisi için doğru olanı bulması ve bu dünyada onu yaşamasıdır. Eğer yaşanmazsa, bizim için henüz gerçek değildir ve Sartre'ın "kötü inanç", teoloğun "günah", terapistin "nevroz" ve varoluşsal filozofun "otantik olmayan varlık" olarak adlandırdığı duruma katlanmak zorunda kalırız. Başkalarının haklarına ve bakış açılarına saygılı olan kişisel otorite, narsisist veya yayılımcı değildir. Var etmek istediklerimizin akçakgönüllü bir kabulüdür. Eğer ego içimizden çıkıp yaşamak isteyen bu enerjinin önünden çekilmezse, bu enerji patolojik patlamalara dönüşerek bizi çiğner ya da bedenlerimiz senelerce varolmaya devam etse de, içimizdeki çok hayati bir şey ölür. 

Hepimiz, bundan kaçsak bile, esasında bu çağrının bize her gün yapıldığını biliriz: Sizin için doğru olanı bulun ve onu yaşama cesareti gösterin, başta başkalarını şaşırtabilir ve korkutabilirsiniz, ancak zamanla dünya size saygı gösterecektir.

7 Eylül 2022 Çarşamba

Hastadan Öğrenmek, Bir Psikanalistin Danışma Odası

Yorumlama Seçimi: Bazı Örnekler

Bu malzemeye elbette çok sayıda olası yanıt bulunur. İç denetim çalışmalarının bir kısmı, hastanın ve iyileşme sürecinin çıkarlarına neyin en iyi şekilde hizmet edebileceğini değerlendirmektir. Müdahale etmeden önce kendime bir "tereddüt dönemi" (Winnicott, 1958: Bölüm 4) tanımış olsam aklımdan geçebilecek seçenekleri genişleterek farklı olasılıklar sunacağım.

Terapistlerin düşünmek için zamana ihtiyacı vardır ancak terapistin kendisi bir hastanın söylediği şeyin miktarı (veya etkisi) yüzünden boğulmuş hissetmediği sürece, insan zihni, aynı boğulan bir kişininki gibi, çok hızlı çalışabilir. Kendini bunalmış hissederse, ayrıntılı içeriğinde kaybolma riskine girmeden önce iletişimin biçimine (tüm ağırlığı veya hacmine) dikkat kesilmesi daha yararlı olacaktır.


Ayrıntıları Terapi ile İlişkilendirmek

Bunu terapiyle ilişkilendirerek hastanın sözlerindeki detayları ona tekrarlamak, terapist tarafından epey yaygın yapılan bir yorumdur lakin bu, çok yoğun biçimde uygulandığında, bir yorum değil bir ders haline gelir. Örneğin bir hastaya şöyle yanıtlar verildiğini duydum:

"Bence siz, gelecekteki işlerin sizin için nasıl olacağını  öngörerek kaygınızı azaltabilmem için benim bir kahin olmamı isterdiniz. Ayrıca, daha yeni okumaya başladığınız kitapta olduğu gibi, terapinizi erken bırakarak neyin 'okunmamış' kaldığını merak ediyor olabilirsiniz. Artık geçmiş yaşamınızı ya da geleceğinizi daha derinlemesine inceleyecek vaktimiz yok; öyleyse, rüyanızda boğulan kişi siz olabilirsiniz, bu da benim sizi kurtarmak için dalmaya tereddüt eden kişi olarak temsil edildiğimi gösterir. Daha fazla terapi almak yerine, Proust'u kendi kendinize okumayı planlıyorsunuz, bu kendi kendinizin terapisti olmak, geçmiş yaşamınızdan kurtarabileceğiniz kadarını kurtarmak ve bunu kendi başınıza yapmak için bir girişim olabilir."

Bu, hastanın söylediklerinin çoğunu kapsar ve terapi etrafında epey düzgün bir şekilde bir araya getirir. Hatta hepsi doğru da olabilir. Oysa iç denetim, buradaki odak noksanlığının farkına varmamıza yardımcı olur. Deneme özdeşleşimini kullanırsak bu daha da netleşir. Bir hastanın buna tepkisi ne olurdu? Farz edin ki bu uzun yoruma "Evet" diye karşılık verdi, neye "Evet" demiş olacak?

Ayrıca, bu kuşatıcı yorumla hastanın bombardımana tutulduğu hissine de kapılabiliriz. Hasta ya terapistin her şeyi (eğer uyuyorsa) bu şekilde bir araya getirme becerisinden etkilenir ya da sanki öyle olmak zorundaymış gibi her şeyin terapistle ilişkili olduğu temel varsayımından rahatsız olabilir. 

Bu tarz yorumlamanın tedavi sürecini geliştirmesi olası değildir. Hastaya, seansın bu noktasında, aktardıklarının hangi kısmının en acil olduğunu ayırt etmeye yönelik yol göstermesi için izin verilmez. 

- Patrick J. Casement, Hastadan Öğrenmek 

18 Ağustos 2022 Perşembe

Kapağı Kaybolmuş Tükenmez Kalemlerin İntikamı

“Fermuarların Çalışma Prensibi” adlı hikâyesini yazmak için tüm notlarını gözden geçirdi. Daktiloya takacağı kâğıtları ayarladı, daktilosu tabii ki Remington markaydı. Yıllar önce Ağaçkakan’ı okurken nasıl da heveslenmişti Remington kullanmaya. İnsanlık için küçük kendisi için büyük bir mutluluktu elbette. Kendisiyle çok gurur duymazdı, esasen biraz düşününce Remington daktilo kullanmanın da pek gurur duyulacak bir yanı olmadığını kendine söylemişti. Kendine hep böyle davranıyordu.


Bir fincan Amerikan kahvesi yapmak için mutfağa gitti. Ropdöşambırını giymişti. Pahalı bir şey değildi. Az önce yaktığı Marlboro dudaklarının arasında beklerken iki yıldır oturduğu bu dairenin mutfak camlarını hiç sildirmediğini fark etti. Bunu fark edecek zaman değildi aslında ancak gel gör ki aklından geçen adamlar Raymond Carver, Tom Robbins, John Cheever gibi edebiyat devleriydi. Bu yüzden, işte sırf bu yüzden iki yıldır oturduğu dairenin camlarını sildirmemesine ayrıca dikkat etmesi çok iyi bir gelişmeydi. Çünkü iki yıldır doğru düzgün hiçbir şey yazmamıştı. Daha doğrusu yazamamıştı. Bu çok can sıkıcı durumu bertaraf etmeye çalıştıysa da pek becerikli davranamamıştı anlaşılan. Çünkü geliri iyiydi, çünkü oturduğu bu daire babasının varlıklı bir arkadaşına aitti ve kira vermiyordu, çünkü faturaları düzenli olarak çalıştığı şirket tarafından ödeniyordu. Çünkü hiç kadın derdi olmuyor, istemediği kadar kız ona kur yapıyordu. Hayatında neredeyse hiçbir zorluk yoktu. Carver’ın, Cheever’ın hayatları ise zorluklarla mücadele etmekle geçmişti. 

Sonunda fermuarların çalışma prensibi diye bir şey bulmuş ve heyecanlanmıştı. Üniversite döneminde adı sanı duyulmayan birkaç fanzinde hikâyeleri yayımlanmıştı. O fanzinleri hâlâ saklıyordu. Devamı gelmemişti ne yazık ki. Yüksek lisans eğitimi için Georgia State’e gitmek zorunda kalmış, dönünce mecburi vatan hizmetini tamamlamış, abisinin bir bağlantısı sonucu iyi bir teknoloji firmasında yazılım geliştirme bölümünde işe başlamıştı. Maddi anlamda bu kadar yüksek standartlara sahipken, babasının varlıklı arkadaşının artık unuttuğu bu dairesine yerleşmişti. 

Saat geceyarısını geçmişti ve nihayet mahallenin sesleri kesilmişti. İkâmet ettiği bu yerde mahalle sesleri aralıksız on sekiz saat yayın yapıyordu. Onun yazmak ve düşünmek ve hatta yaşamak için çokça sessizliğe ihtiyacı vardı. Bu yüzden kahveyi fincana doldurdu, buzdolabının fişini çekti, masasının başına dönerken salonun ışığını kapattı, masa ışığı olan soluk yeşil lambayı yaktı. Biten sigarasını küllüğe gömdü, cep telefonu kapattı, bir yudum kahve alacakken fincanı mutfakta bıraktığını anladı. Pofladı. Söylenerek yerinden kalktı, mutfağa gitti, geçen gün bir anlık öfkeyle duvara fırlattığı porselen fincanın yerine dolaplardan birinde bulduğu cam fincanı kullanıyordu artık. Tezgâhın üstündeki cam fincanın çatlayarak içindeki kahveyi kan sızarmış gibi dışarı bırakışını gördü. Söylenmesi sertleşti. Su bardağında da kahve içilebilir, ki yeniden kahve yapması gerekirdi ama makinede kahve kalmamıştı. 

Bununla uğraşmak yerine masasına dönerek Marlboro paketini arandı. Yığılı kâğıtların altında can cekişen paketin içi tam takır kuru bakırdı. Bu deyişi sigara paketine yaptığına o an inanamadı. Mahallenin bakkalı yaklaşık bir saat önce kapanmıştı. Alnından ve şakaklarından sızan terleri avuçlarının içiyle sildi ve ellerini ropdöşambırına pat patladı. Daktilosunda takılı duran bembeyaz kâğıdı görünce hemen yazmaya karar verdi. Çünkü aklına bir şeyler gelmeye başlamıştı. Aklına gelen şeyler, gelir gelmez hoşuna gitmeye de başlamıştı. Hemen başlığı yazmaya girişti. Fermuarların Çalışma Prensibi’ni oluşturacak harflere sırayla bastı ve gözünü kâğıda çevirince ıssız bir boşluk gördü. Daktilonun mürekkebi yoktu. Ne zamandır kullanılmayan daktiloyu mürekkepsiz bırakmıştı ve üst üste gelen minik krizler boynunu kütletmesine yol açmıştı. 

Aklına sürekli yeni cümleler geliyordu. Hatta aklına cümle yağıyordu. Ucu kırıldığı için kullanılmayan bir kurşum kalem fark etti, sigara niyetine dudaklarının arasına aldı, bu girişimi sonuçsuz kaldı. Kalem çok uzun ve ağırdı. Sigara içer gibi düşünemiyordu kendini. Yedi saniye kaleme baktıktan sonra kalemi ortasına yakın bir yerden çat diye kırdı. Kâfi miktardaki kısmını dudaklarının arasına yerleştirdi ve biraz da olsa havaya girdi. 

O an kahve içme isteğini unutmuştu. Hemen boş bir kâğıt alarak başlığı yazdı. Yazısı epey çirkindi. Hele bir hikâyeyi yazsın, sonra elbet temize çekilirdi. Kim bilir Carver ve Cheever gibi dev yazarların hikâyelerini yazarlarken yaşadıkları ne garip olaylar vardı. Muhtemelen ileride –en nihayetinde– bir yazar olup kitabı çıktığında, bu yazmaya çalıştığı hikâyenin hikâyesini de kahkahalar atarak anlatacaktı. 

Hikâyede ilk paragrafın sonuna geldiğinde kalem daha zor yazmaya başladı. Yoğun mavi mürekkep üçüncü satırda soluklaşmaya başlamışken, dördüncü satırda artık hiç yazmaz oldu. Kalemi hemen fırlatıp kalemlikten yeni bir tane ucu açık bırakılmış tükenmezkalem aldı. Az önce kâğıdı hırpalayan ve izleri hâlâ belli olan harflerin üstünden bu sefer siyah boyayla geçti. 

İkinci paragrafta kahvesizliğini, sigarasızlığını, yorgunluğunu, uykusuzluğunu, daktilosuzluğunu ve diğer her şeyi unuttu. Artık tüm dikkati yazmakta olduğu satırlardaydı. Derken siyah boya da patinaj çekmeye başladı. O an odada kimden çıktığı belirlenemeyen bir hırlama duyuldu. Galiba kendisinden çıkmıştı bu ve hemen elindeki kalemin ucunu “o harfi” yaptığı ağzına yaklaştırarak kalemin ucuna hoh’lamaya başladı. Üç hoh’tan sonra yazmaya çalıştı, iki harf sonra tekrar hoh gerekiyordu ve bu şekilde dört kelime yazabildi. Nefesinin daraldığını ve yorulduğunu hissettiği ilk anda kendine “vazgeçme” dese de faydası olmadı, bu sefer az önce gerçekleştirdiği fırlatıştan daha iyisini yaptı ve elindeki kalemi iki yüz yetmiş santim uzaklığındaki duvara yapıştırdı. 

Kalemin duvara değmesini bile beklemeden yerinden kalkmıştı, masanın üzerindeki kalemlikten, kâğıt yığınlarının arasından kalem çıkmayacağını anlayınca yerdeki kutuları, rafları, dolapları karıştırmaya başladı. Sehpanın üstünde duran ucu açık tükenmezkalemi görünce bir an sevindi, hemen sonra kaşlarını şüpheli bir şekilde kaldırarak “acaba” diye düşündü, gazetenin açık duran sayfasındaki kare bulmacanın üstünün yazmayan bir tükenmezkalemle defalarca çizilmeye çalışıldığını ve gazetenin o sayfasının yırtıldığını fark etti. 

Harika! Evde kalem yoktu. Aslında vardı da hepsinin ucu açık bırakılmıştı. Titreyen elleriyle çakmağı kalemlere yaklaştırıp, kalemlerin içindeki tüpte kalan mürekkepleri ısıtıp akmasını sağlamaya çalışırken eli mürekkep oldu ve kalemlerin plastik tutacakları eridi. 

Sabah ezanı okunurken karanlık koridorda sırtını duvara yaslamış bir halde oturuyordu. Hırlamaları ve histerik şekilde bir anda beliriveren titremeleri geçmişti, öfkesi ise bakiydi. Ezanın bitimine doğru aklına yeni bir hikâye fikri geldi.


İstanbul, 2012