7 Temmuz 2022 Perşembe

Divanımdaki Erkekler

Cinsel davranışların bir anlamı olduğuna inanıyorum. Bu anlam, bizimle konuşur. Seks, insanların üzerine kendi psikolojik dünyalarını resmettiği boş bir tualdir. Ya da geçmişte yaşanmış sarsıntılardan, sinir bozukluklarından veya takıntılardan oluşan bilinçaltı çöpleri için büyük bir atık sahası olabilir. Takıntılar yüceltme süreciyle gerçeğe dönüşür; çözümlenmemiş duygular cinsel olarak yön değiştirir ve cinsel arzu olarak kendini gösterir. Bu, erkeklerde sık görülür çünkü onların duygularıyla doğrudan başa çıkabilecekleri sosyal ortamlar ve fırsatlar sınırlıdır.


Cinsel kuruntunun varlığına ilişkin iyi bir örnek, Charles gibi kişilerin tekrar eden bir döngüde tutsak kalmasıdır; aldatma fikri, Charles'ın kurtulabileceği tek yoldu. Bu tek, kısıtlı eyleme kafasını takmıştı. Bu durum ona zararsız gelse de, Kelly'nin belirttiği gibi, bu rol yapmalar aslında kendini kötü hissettiriyordu. Başka bir deyişle, Charles'ın bilinçaltının atık sahasındaki sızıntılar cinsel ilişkilerinin güzelliğini kirletmiş, onlarda tümden iğrençlik algısı yaratmıştı. Charles neyin mücadelesini veriyor ya da neden kaçıyordu? Acaba bu, Charles'ın yardım çağrısı mıydı? Bir sonraki görüşmeye yalnız gelmesini istedim.

Geldiğinde, oturup rahatlamasına bile fırsat vermeden, "Kim seni aldattı?" diye sordum.

Bana ölümcül bir bakış fırlattı; şaşkınlığını gizlemekte zorlanıyordu. En hassas noktasına dokunmuştum. 

"Kendimi berbat hissetmeme neden olan bir konu hakkında konuşma amacımız ne?"

"Yani gerçekten böyle bir şey oldu..."

"Evet ama geçmişi önüme koymanın ne faydası var? Uzun zaman önce olmuş bir şey bu."

"Çünkü geçmişte kalmamış" diye açıkladım. "Geçmişte her ne olmuşsa sen onu hâlâ yaşıyorsun." 

Charles'ın direnmesine karşın, bu konuyu kapatmaya niyetli değildim ve buna hakkım olduğunu düşünüyordum. "Kabul ediyorum, kendini kötü hissedeceksin" dedim içtenlikle, "ama hadi bununla yüzleşelim artık."

Önce isteksizce, sonra artan bir enerjiyle, Charles bana yirmi yaşındayken nişanlandığını anlattı. Kız, hayatının aşkıymış ve onun "bir melek" olduğunu düşünüyormuş.

"Ona olan hislerim çok güçlüydü" dedi boğuk bir sesle. "Şu an Kelly'ye karşı bile öyle yoğun duygular beslediğimi söyleyemem. Onunla evleneceğim için çok heyecanlıydım. Her zaman tekeşli bir erkek oldum. Her zaman öyleydim, gençlik dönemimde bile. Tek istediğim bir aile kurmaktı." Charles kıpırdanmaya başladı; bakışları odanın içinde, etrafa ok fırlatırcasına geziniyordu.

"Ama düğünümüzden bir gün önce, en yakın arkadaşımla yattığını öğrendim. Dostum dediğim adamla. Erkek kardeşim onları birlikte yakalamıştı. Bana anlattığı günü hiç unutmuyorum; düğün günü sabahıydı, yataktan yeni kalkmıştım ve içim hayatımın en duru mutluluğuyla doluydu. Sonra kardeşim odama geldi ve yatağa oturup her şeyi anlattı. Yıkılmıştım. Olduğum yerde donakalmıştım. Öylece duruyordum. Kollarım, bacaklarım uyuşmuştu, zor nefes alıyordum. Aile üyelerinin evin içindeki uğultularını duyabiliyor, pencereden içeri süzülen parlak güneşin sıcaklığını hissedebiliyordum ama o an sanki ruhum bedenimden kopup gitmişti. Kardeşim olanları herkese benim yerime anlatmıştı ve hiç kimse beni yoklamak için odaya girmedi. Herkes gitti ve ev sessizliğe gömüldü. Uyuşmuş halde yatağa uzanıp öylece kalakaldım. Sekiz yıl önceydi."

Çok acı çektiği ortadaydı. O konuştukça bedenim, onun acısının sızıntılarını içine çekiyordu. (...) Birkaç mantıksal çözümleme yaparak bu durumdan kaçabilirdim; ama Charles o kadar uzun süredir bu yarayla yaşamaya mahkûm olmuştu ki, acısından kaçmak için ne kadar uğraşırsak uğraşalım, duvarlar yıkılmıştı artık ve bu acıya katlanıp yarasını temizlemesi gerekiyordu.


- Brandy Engler ve David Rensin, Divanımdaki Erkekler, Gerçek Seks, Aşk ve Psikoterapi Hikâyeleri

29 Haziran 2022 Çarşamba

Tekeşlilik, Adam Phillips

1

Herkes tekeşliliğe inanmaz, ama herkes inanıyormuş gibi yaşar. Herkes bağlılık ya da sadakat tehlikeye girdiğinde yalan söylediğinin ya da gerçeği söylemek istediğinin farkındadır. Herkes kendini ihanet ediyormuş ya da ihanete uğruyormuş gibi hisseder. Herkes kıskanır ya da kendini suçlu hisseder ve sonunda tercihinin acısını çeker. Cinsel kıskançlığı hiç yaşamıyormuş gibi görünen mutlu azınlık ise ya bundan ötürü hayrete düşer ya da böbürlenir. Hiç kimse dışarıda bırakılmışlık duygusunun dışında bırakılmamıştır. Herkes kendinden esirgenen şey konusunda saplantılıdır. Başka bir deyişle, tekeşliliğe inanmak, tanrıya inanmaktan pek farklı değildir.


5

Çift olmak bir gösteri sanatıdır. Ama insanlar birlikte ne yapacaklarını nasıl öğrenirler? Nasıl, bir kez daha, umumun içinde sürekli bir arada, birbirlerinin utancının bekçisi olarak rollerini oynarlar? Adımları nereden öğrenirler?

Güzel görünen çiftlerin güven, hatta ilham verici olabilecekleri yer burasıdır işte. Kendilerinin başına da sık sık geldiği gibi, biz de onların güzellikleri tarafından pusuya düşürülürüz, kısacık bir süre için de olsa, onlarla suç ortaklığı yapar, onlar gibi utanmaz oluruz. Saklayacak hiçbir şeyimiz olmaz. Güzel görünüş, depresyona karşı en iyi kültürel ilacımızdır. Gösterinin devam etmesini sağlar.

55

Birbirinden tatmin olan ve birbirine güvenen güvenli çift, iyi hayat kavramımızı oluşturan resimlerden biridir; tıpkı mutsuz çiftin mutluluğun imkânsızlığı duygumuzu temsil etmesi gibi. Çocukken hepimiz ana-babalarımızın dramını gözledik, ne çok şeyin buna bağlı olduğunu gördük.

Çifte -iyi çiftleşmelere- olan inancımız, umut duygumuzun ölçüsüdür. Sonuç olarak, en azından hayata başlamamız tekeşli bir andı; ilk aşk maceramız "evli" biriyle olsa bile. 

58

Güvenin sorunu, sağlanmasının imkânsız olmasındadır. Güven, vaat kılığına girmiş bir risktir. Mesele eşinize güvenip güvenmediğiniz değildir. Mesele eşinizin güveni ne sandığını bilip bilmediğinizdir. Bunu nasıl keşfedeceksiniz? Sizi ona ne inandıracak? İnancınıza güvenmenizi ne sağlayacak?

Güven haddinden fazla güvenmek zorunda olduğumuz bir kelime. 

67

En iyi, en sıcak saklanma yeri, neden saklanmakta olduğunuzu, ya da saklanıyor olduğunuzu unutabildiğiniz yerdir. Çiftin -çoğunlukla birbirlerinden- saklamak zorunda olduğu sır, neden saklanmakta oldukları ve aslında saklanmakta olduklarıdır. Korumak zorunda oldukları inanç ise, aslında aynı korkulara sahip olduklarıdır.

Tek başına saklanmak imkânsız olduğu için vardır çiftler. 

17 Haziran 2022 Cuma

Hissedilen Zaman

İçsel Saatler: Zamana neden "ihtiyaç" duyarız?

Zamanı ne zaman "hissederiz"? Hangi durumlarda zamanın geçişinin farkına varırız? Biz zamana dair belirgin bir değerlendirmede bulunamadan saatler geçebilir. Zamanın bilinçli düşüncelerimize girdiği tipik bir durum beklemektir, özellikle arzulanan bir olay için. Örneğin: Okul zamanı, hava güzel, güneş parlıyor, baharın kokusu açık bir pencereden içeri süzülüyor ve öğrenciler matematik dersinde oturuyor. Saate atılan bir bakış, dersin ve okul gününün on beş dakika sonra biteceğini gösteriyor. Az sonra herkes eve gidip yemek yiyecek (açlık, yemek beklentisi); öğle sonrası öğrencileri çağırıyor: arkadaşlarla oynama özgürlüğü. 



Öğle sonrasını düşünmek kısa bir süreliğine öğrencilerin dikkatini dağıtıyor, ardından dikkatleri yine derse yöneliyor; bir kız tahtaya kalkmış, bir denklemi çözmeye çalışıyor. Saate yöneltilen tedirgin bir bakış, dersin sonuna hâlâ on dört dakika olduğunu gösteriyor. Zaman genişliyor: Saate son bakıştan bu yana geçen o bir dakika sonsuz uzunluktaymış gibi görünüyor. Zaman salyangoz hızıyla geçiyor. Öğrenciler geçen zamanı fiziksel olarak hissetmeye başlıyor: Açlık artıyor, değişkenler ve sayılar ilginçlikten giderek daha da uzaklaşıyor; saate yöneltilen bir başka bakış kurtuluşun hâlâ on üç dakika uzakta olduğunu gösteriyor.

Bir diğer örnek: ABD'deki Fransız turistler ve Fransa'daki Amerikalı turistler. Burada başka şeylerin yanı sıra zaman kültürleri de birbirine ters düşer. Los Angeles'taki şık bir restoranda Fransız çift siparişlerini verir ve romantik bir akşam geçirmeyi umar. Ama onlar samimi bir sohbete daha yeni dalmışken garson gelip başlangıç tabaklarını getirir. Fransızların zaman duygusuna göre haddinden hızlıdır bu. Diğer taraftaysa Bordeaux'da Amerikalı bir çift yemek için bir restorana oturur. Siparişlerini vereli çok olmuştur, konuşacak bir şey kalmamıştır ve ekmeklerini yemişlerdir; açlıkları giderek artarken şu duygu da güçlenir: "Bizi unuttular!" Aslında yemek gelecektir, ama Amerikalıların alışık olduğundan epey farklı bir süre sonra. Her iki durumda da restorandaki misafirler zamanın farkına varır. Bu şekilde, zaman algısı bir şeylerin yanlış olduğunu söyleyen bir hata sinyali işlevi görür. 

Asansör beklerken veya kırmızı ışıkta dururken iki dakika çok uzun sürüyormuş gibi görünebilir. Bazen saniyeler bile insanı sinir eder, mesela önümüzdeki araba park yerine girerken fazla aheste davrandığında -bula bula şimdiyi mi buldu?- ve ilerlemenizi engellediğinde. Zaman duygusu hata sinyali verdiğinde hem işlevseldir hem de insanı harekete geçmeye sevk eder. Eğer öğle arasında çok fazla kişi asansör kullanıyorsa ve üstelik asansör sizin katınızda durmuyorsa, merdivenleri kullanmanın vakti gelmiş olabilir. Yine de insanın zamanın içinde kapana kısılmış gibi hissettiği durumlar da vardır: Trafik durduğunda öylece beklemekten kaçmanın yolu yoktur mesela. İçinizde nahoş duygular uyanabilir. Bazı insanlar saldırganlaşmaya başladıklarını hissedebilirler, bu ise bir ölçüde itkisellikle birleştiğinde şiddet eylemlerine yol açabilir. 

Zaman algısının dramatik tepkilere yol açabilen güçlü duygularla ne kadar yakından bağlantılı olduğunu gösteriyor. Bu tür olayların kültürel boyutunun da tartışılabileceğini söylemeye gerek bile yok. Kaliforniyalıların tepkileri Japonlara tuhaf görünecektir. Aslına bakılırsa, kültürlerarası karşılaştırmalar ABD'deki öğrencilerin daha sonraya ertelenen ödüllere Japonya'daki akranlarına göre daha az değer verdiklerine işaret ediyor. Başka bir deyişle, Japonlar genel olarak ABD'deki insanlara kıyasla daha sabırlı bir şekilde bekleyebiliyorlar. 

- Marc Wittmann, Hissedilen Zaman, Zamanı Nasıl Deneyimleriz?

13 Haziran 2022 Pazartesi

Akşamlar Rahatsız Edicidir

Montumun cebinden öğretmenimizin bize Anne Frank'a yazdırdığı buruşturulmuş mektubu çıkartıyorum. Bu ödev bana çok saçma gelmişti. Anne Frank ölmüş birisiydi ve köyümüzdeki posta kutularının sadece iki bölmesi olduğunu biliyordum: Bir tanesi "diğer posta kodları" için, diğeri "8000'den 8617'ye kadar olan posta kodlu gönderiler" için. Aralarında cennete gidecek gönderiler için olanı yok. Bu da zaten çok aptalca olurdu çünkü ölmüş insanlar her zaman yaşayan insanlardan daha fazla özlendiğinden, cennete çok fazla posta giderdi.

"Mesele zaten senin bunu iç dünyanda nasıl hissettiğin ve yaşattığın" demişti öğretmenim. Ona göre ben, fazlasıyla iç dünyamda yaşıyormuşum ve dış dünyamda yaşamayı o kadar beceremiyormuşum. Oysa iç dünyamda kendi başıma yaşamaktan daha kolay olduğu için bazen dış dünyamda gereğinden uzun kaldığım da olur. sandalyemi biraz Belle'ya doğru yanaştırdım. Ortaokul birinci sınıfın ilk haftasından beridir yan yana otururuz. Saman sarısı saçlarının arasından fırlayan kepçe kulakları ve henüz tam bitmeden öylece kuruyup kalan kil bebeklerin yüzündeki gibi biraz eğri duran bir ağzı olduğu için onu hemen sevmiştim. Hasta inekler de her zaman daha iyi olurlar, aniden tepmedikleri için rahatlıkla okşanabilirler. Belle hafifçe bana doğru eğildi ve fısıldayarak: "Üniformandan hiç bıkmayacak mısın?" diye sordu. Göz kalemiyle boyanmış gözlerini -alta ve üste çekmiş olduğu çizgiler sayı doğrularında bir an evvel cevaba ulaşabilmek için büyükçe çizilen yaylara benziyordu- montuma yöneltişini takip ettim. Kapüşonumun tükürükten kuruyarak sertleşmiş bağcıkları göğsüme uzanıyordu. Rüzgârda bazen birer göbek bağı gibi boynuma dolanıyorlardı. 

Başımı hayır anlamında sağa sola salladım.

"Okul bahçesinde senin hakkında konuşuyorlar."

"Ee, ne diyorlar?"

O esnada sıramın altındaki çekmeceyi hafifçe araladım; sınıfta çekmecesi olan bir tek ben kalmıştım, sıra aslında ortaokulun hemen yanındaki ilkokula ait bir sıraydı. Alüminyum folyolarla kaplanmış paketlerin görüntüsü beni rahatlatıyordu, bebe bisküvilerinden bir toplu mezar görüyordum. Karnım gurulduyordu. Birisi bisküvileri ağzına aldıktan sonra tekrar alüminyum folyoya tükürmüş gibi yumuşamaya başlamıştı bazısı. Yemekler bağırsaklarına gider, bağırsakların da onlardan kaka yapar. Buradaki klozetlerin hepsinin içinde tepsi gibi düzlük bir kısım var - kakamı oraya yaptıktan sonra beyaz bir tabakta bana servis edilecekmiş gibi de ben de buna teşekkür etmek zorundaymışım gibi. Kakamı içimde tutmalıydım.

"Memelerin çıkmadığı için hep mont giydiğini ve onu da hiç yıkamadığını söylüyorlar. İnek gibi kokuyorsun."

Belle sayfasındaki başlığın sonuna dolma kalemiyle bir nokta koydu. Bir anlığına bile olsa o mavi noktanın yerinde olmak istedim. Ve benden sonra hiçbir şeyin gelmemesini. Hiçbir özetin, hiçbir düşüncenin, hiçbir özlemin olmamasını. Hiç ama hiçbir şeyin. 

Belle beklentiyle bana baktı. "Tıpkı Anne Frank gibisin, saklanıyorsun." Kurşun kalemimi çantamdan çıkardığım değirmen şeklindeki kalem açacağıma soktum, ucu sivrilene kadar kolunu çevirdim. Sonra ucu iki sefer daha kırılana kadar çevirmeye devam ettim.

- Marieke Lucas Rijneveld, Akşamlar Rahatsız Edicidir

8 Haziran 2022 Çarşamba

Hamnet, Maggie O’Farrell

Evin kapısına üç kez sertçe vuruluyor: güm, güm, güm.

Kapıya, en yakın duran Hamnet bakıyor. Kapı açılırken, Hamnet ufak bir çığlık atarak kamburunu çıkarıyor: Basamakta duran korkunç bir şey, kâbuslardan, cehennemden fırlamış, şeytanın elçisi bir yaratık var. Upuzun, siyah pelerinli, yüzüne gudubet, insan yüzüne benzemeyen, dev bir kuşun gagası gibi sipsivri uzayan bir maske takmış.

"Hayır," diye haykırıyor Hamnet, "git buradan." Kapıyı çarpmaya yelteniyor ama yaratık tek elini uzatıp ürkünç, doğaüstü bir güçle tutarak kapamasını engelliyor. "Git buradan," diye bağırıyor Hamnet bir kez daha, bir tekme savurarak.

Derken babaannesi gelip onu yana iterek durumda hiçbir gariplik yokmuş gibi hortlaktan özür diliyor, hastaya bakması için eve buyur ediyor. 

Ağzı olmayan hortlak da konuşarak eve girmeyeceğini, giremeyeceğini, ayrıca evde olanların da o andan itibaren dışarı çıkmaması, sokaklarda dolaşmaması gerektiğini, salgın bitene kadar evde kalmak zorunda olduklarını söylüyor.

Hamnet geriye doğru bir adım attıktan sonra bir adım daha atıyor. Caddeye bakan pencereye gidip müşterileriyle görüştüğü bölmeyi açmış olan annesiyle çarpışıyor. Annesi gelene bakmak için dışarı sarkıyor.

Hamnet hemen annesinin yanına fırlayıp yıllardır ilk kez elini tutuyor. Annesi ona bakmadan parmaklarını sıkıyor. "Korkma," diye fısıldıyor. "Doktor gelmiş."

"Doktor mu?" Hamnet gözlerini basamakta durmuş hâlâ babaanesiyle konuşan adama dikiyor. "Peki neden öyle...?" Kendi yüzünü, burnunu gösteriyor.

"Maske takmış çünkü bu sayede korunacağını düşünüyor," diyor annesi.

"Vebadan mı?"

Annesi başını sallıyor.

"Korur mu peki?"

Annesi dudaklarını sarkıtıp başını iki yana sallıyor. "Sanmam. Ama eve girmemek ve hastaya bakmayı reddetmek koruyabilir," diye homurdanıyor.

Hamnet ona dokunarak kendini koruyabilecekmiş gibi, öbür elini de annesinin güçlü, uzun parmaklarının altına sokuyor. Doktorun elini çantasına sokarak çıkardığı bir paketi babaannesine verdiğini görüyor. 

Adam tekdüze bir sesle, "Bir bezle kızın karnına bağlayın," diyerek, Mary'nin eline tutuşturduğu birkaç bozukluğu kabul ediyor, "ve üç gün çıkarmayın. Sonra bir soğanı alıp-"

"Nedir o?" diyerek adamın sözünü kesiyor Hamnet'in annesi, pencereden dışarı sarkıp. 

Doktor dönüp ona bakınca, o korkunç sivri gagası da onlara dönüyor. Hamnet annesinin yanına siniyor. Adamın ona bakmasını istemiyor; bakışlarının ona değmesini istemiyor. Adamın gözleriyle görülmenin, fark edilip hafızasına kaydedilmenin korkunç bir uğursuzluk getireceği, onun yüzünden korkunç bir kadere mahkûm olacakları gibi çılgınca bir fikre kapılıyor. Koşup kaçmak, annesini de peşinden sürüklemek, adam içeri giremesin, bakışları kimseye değmesin diye kapıyı pencereyi sıkı sıkı kapamak istiyor.

Ama annesi zerre kadar korkmuş değil. Doktorla Hamnet'ın, müşterilerle görüştüğü pencerede duran annesi bir an göz göze geliyor. Hamnet erkekliğe geçiş yapmak üzere olan bir çocuğun keskin berraklığa sahip zihniyle, adamın annesinden hiç hoşlanmadığını anlıyor ve görüyor. Adam Hamnet'ın annesine kızgın: Annesi ilaçlar satıyor; kendi şifalı otlarını yetiştiriyor; yapraklar ve çiçekler, ağaç kabukları ve öz suları toplayıp insanları nasıl iyileştireceğini iyi biliyor. Adamın, annesine beddua ettiğini görüyor Hamnet birden. Annesi hastalarını elinden alıyor, onun pastasından, işinden pay alıyor. Yetişkinlerin dünyası o an Hamnet'a öyle akıl karıştırıcı, karmaşık, öylesine kaypak görünüyor ki. O dünyada kendi yolunu nasıl bulacak? Nasıl becerek?

Doktor gagasını şöyle bir yana yatırıp Hamnet'ın annesini duymamış gibi tekrar babaannesine dönüyor. 

- Maggie O’Farrell, Hamnet