27 Nisan 2022 Çarşamba

Bilgelik

- Bilgeliğin bireyi toplumun egemenliğinden kurtardığını mı kastediyorsun? Yani bilgeliğin devrimci bir karakteri mi vardır?

- Kesinlikle! Bireyi kendini ve dünyayı tanımaya teşvik ettiği, bilgisini ve aklını geliştirmeye çağırdığı, kendini doğasına uygun biçimde gerçekleştirmeye ve özgürleştirmeye davet ettiği için bilgelik dini ve siyasi otoritenin gözünde büyük ölçüde baltalayıcıdır. Çünkü bu iki otorite topluluğun bir arada kalması ve istikrarı için el ele çalışırlar. Bazen bunun için güce de başvururlar. Birey kendi esenliği ve kişisel mutluluğu üzerine kafa yormaya başlarsa, aklını ve bilgisini geliştirirse, topluluğun normlarına ayak uydurmama tehlikesi gösterir. Hele bir de sevginin yasadan daha önemli olduğunu, hepsi de mutluluğa ve kurtuluşa ermeyi umut ettiğinden bütün insanların eşit olduğunu düşünürse, bütün siyasi-dini sistem çökme tehlikesiyle karşılaşır. Bu yüzden insanları bilgeliğe yönelten bütün şahsiyetler kovulmuş ve hatta öldürülmüştür. 


İsa (İsrail'in diğer peygamberleri gibi) ölüme mahkûm edildi. Buddha'nın zehirlendiğine de şüphe yok. Çünkü her ikisi de bütün insanların eşit olduğu ve şefkatin yasadan üstün olduğu mesajını vaaz ediyorlardı. Bu da dini ve siyasi otoriteler için kabul edilemezdi. Buddha kadın erkek, zengin fakir her insanın Uyanışa kişisel ve ruhsal bir çalışmayla varabileceği ve bu çalışmanın bir dini ayine hiç ihtiyaç duymadığı öğretisini yayarak bütün bir Hint toplumunun zemininde duran (bugün kısmen hâlâ öyledir) kast sistemini boşa çıkarıyor, dini ayinleri yöneterek dünyanın düzenini ayakta tutan tek merci ve kurtuluşa ermiş kişiler olduklarını iddia eden Brahmanların iktidar taleplerini hiçe sayıyordu.

Sevginin yasadan daha önemli olduğunu ileri süren, sebt günü insanlara şifa dağıtan ve bir kadını zinaya bulaştığı için taşlamayı reddeden İsa da Yahudi yasasının sınırlarını çiğniyordu ve sevginin evrensel bilgeliğini vaaz ederek rahiplerin rolünü boşa çıkarıyordu. Aynı şekilde Sokrates de şehrin dinine tehdit oluşturup gençleri yoldan çıkarmakla suçlanarak ölüme mahkûm edildi. Bugün din ile maneviyatı karıştırma eğiliminde olduğumuzdan, manevi arayışın ve bilgeliğin devrimci karakterini anlamıyoruz. 

- Din ve maneviyat arasındaki farka biraz geri gelebilir misin? Çünkü benim zihnimde ikisi birbirine dolanmış şeyler.

- Basit olsun diye, dinin kolektif, maneviyatın ise bireysel olduğunu söyleyelim. Din, aynı siyasi bütün (bir şehir devleti, bir ulus, bir krallık) içindeki bireyleri, her birini aşan görünmez bir aşkınlığa inanmalarını sağlayarak birbirine bağlar.

Maneviyat ise hakikati, sevgiyi ve gerçek mutluluğu arayan bireyin, kültürel koşullanmaların ve aklın öncüllerinin bağından sıyrılmak için gösterdiği bir kişisel çabadır. Manevi hayat hem ruhu (maneviyat ruh gücü anlamına da gelir) hem kalbi içerir. Din ise inançlara, dogmalara, kurallara ve normlara boyun eğilmesini talep eder. İkisi de aynı amacı hedeflese bile -yani mutluluk, adalet, sevgi ve barış- bunu farklı araçlarla yaparlar.

Bununla beraber, söz konusu iki boyut bir arada da bulunabilir. Bazıları körü körüne en ufak bir soru sormadan dinin dogmalarını izler, hatta bazen hoşgörüsüzlük ve şiddet içine düşerler ama hepimiz iyi ve kalpleri açık dindar insanlar da tanıyoruz.

Özetle diyebilirim ki insan hem ruhani hem de dini bir varlık. Onun diğer hayvan türleri karşısındaki ayırt edici karakteri de şüphesiz burada. Maneviyatının sebebi varlığının anlamına dair sorular sorması, bunlara cevap vererek kalbiyle ve aklıyla kendini iyileştirmeye çalışmasıdır. Aynı zamanda dini bir varlık olmasının sebebi de, görünmez varlıklara inanma ve tapınma üzerine kurulu toplumlar inşa etmesidir. İnsanlık tarihi bize şunu gösteriyor: Bu metafizik sorulardan hareket eden homo sapiens önce dinleri inşa etti, sonra bu dinlerden (şu ya da bu ölçüde ya da tamamen) özgürleşmeye başlayıp din dışı maneviyat akımları geliştirdi. Bilgelik adını verdiğimiz, bu akımlardır. Antikçağın büyük felsefe okulları birer bilgeliktir çünkü dinsel inanç üzerine değil akıl üzerine kurulu bir maneviyatı telkin etmişlerdir. Tarih boyunca toplumsal bir birleştirici işlev gördükleri için bugün içlerinde dinsel unsurlar barındırıyorlar gerçi ama aynı şey aslında Budizm, Konfüçyüsçülük ve Taoizmin ilk halleri için de geçerli. Bundan başka, kendi hayatlarında somutlaştırmaya çalıştıkları bir bilgelik geliştiren Montaigne, Spinoza veya Krishnamurti gibi bağımsız, biraz izole düşünürler de mevcut. 

- Frédéric Lenoir, Arayanlar İçin Açıklamalı Bilgelik 

20 Nisan 2022 Çarşamba

Yaratıcı Tür - Bilişsel Esneklik

1) Son 30 yılda bilgisayarlar yığınla veriyi sindirmekte daha iyi hale geldikçe, insanlar başka işler üzerinde çalışacak özgürlüğü bulabiliyorlar. Yapay biyoloji uzmanlığı, uygulama geliştiriciliği, otomatik araba tasarımcılığı, kuantum bilgisayar tasarımcılığı, multimedya mühendisliği gibi iş kolları çoğumuzun öğrenciliğinde yoktu bile. Ve bu iş kolları sırada bekleyen iş kolllarının sadece öncülleri. Bundan 10 yıl sonra şimdikinden çok daha farklı tasarlanmış ve farklı bir işletmeye sahip ofise gidiyor olabiliriz. İşte bu ve benzeri nedenlerle dünyanın dört bir yanındaki şirket toplantıları, bu gidişe ayak uydurmanın yollarını bulmak için çırpınıp duran insanlarla dolu, zira şirketlerin işleyişinde devreye giren teknoloji ve süreçler sürekli değişiyor. 

Giderek hızlanan bu değişimle başa çıkmamızı sağlayan tek bir şey var: Bilişsel esneklik! Bizler öğrendiğimiz gerçeklerin ötesine uzanma kapasitemiz sayesinde çevremizdeki dünyayı algılayabilir, ancak olası başka dünyaları kurgulamaktan da geri kalmayız. Gerçekleri öğrenir, kurguyu üretiriz. Olanı kavrar, olabilecekleri düşleriz.



2) Yeniliğin gerektirdiği bu bakış açısının, eğitim sistemlerimize yansımadığını görüyoruz. Yaratıcılık, gençlikte keşif ve ifade biçimlerinin itici gücüdür ama daha kolay test edilip ölçülebilen becerilerin yeğlenmesiyle bastırılıp boğuluyor. Öğretmenler genellikle düzgün davranışlı çocukları çoğunlukla ortalığı karıştıranlar olarak algılanan yaratıcı çocuklara tercih ederler. Yakınlarda yapılan bir ankete göre çoğu Amerikalı çocuğunda büyüklerine saygıyı bağımsızlığa, terbiyeli davranışı meraka, kurallara saygıyı yaratıcılığa yeğlemektedir. (Robert P. Jones ve diğ. How Immigration and Concers About Cultural Changes are Shaping the 2016 Election)

3) Saç stilleri ve stadyumlar neden değişip durur? Neden kusursuz bir çözüm bulup ona sadık kalamayız bir türlü? Yanıt: Yeniliğin sonu yoktur çünkü hiçbir zaman doğru olan şeyle değil, bir sonraki şeyle ilişkilidir. İnsanlar geleceğe yaslanır ve asla bir noktada birleşip kalmazlar. Peki insan beynini bu ölçüde yerinde duramaz yapan şey nedir?

4) İnsanlar, çevrelerindeki her şeye neden bu kadar çabuk uyum sağlar? Bunun nedeni tekrar baskılaması (repetition suppression) adı verilen bir olgudur. Beyniniz bir şeye alıştığında onu her görüşünde giderek daha az tepki vermeye başlar. Farz edin ki yeni bir nesne, örneğin, sürücüsüz bir araba çıktı karşınıza. İlk gördüğünüzde beyniniz büyük bir tepki verecektir çünkü o sırada yeni bir şeyi soğurmakta ve kaydetmektedir. Arabayı ikinci görüşünüzde beyninizin vereceği tepki biraz daha az olacaktır. Karşısındaki şey şimdi çok da umrumda değildir çünkü o şey artık yeniliğinden kaybetmiştir. Üçüncü tekrar, daha az tepki. Dördüncü tekrar daha da az. Bir şeye ne kadar aşinaysak onun için o kadar az nöral enerji harcarız. Yeni işyerinize arabayla ilk gidişinizde sürenin size fazla uzun gelmesinin nedeni budur. İkinci gün yol biraz daha kısalmış gibidir. Bir süre sonra da işe gitmek için harcadığınız zamanı fark etmezsiniz bile. Dünya, size tanıdık geldikçe yıpranır. Sahnenin önü zamanla sahne arkasına dönüşür. 

5) Ortadan sürpriz kalkarsa bizdeki heyecan da kalkar: Bir şeyi ne kadar iyi anlarsak üzerinde düşünmek için o kadar az çaba harcarız. Aşinalık, beraberinde ilgisizliği getirir, tekrar baskılaması devreye girer ve ilgimiz zayıflar. Eşler arasındaki ilişkinin sürekli olarak ateşlenmeye gerek duyması bundandır. Tekrar tekrar duyduğunuz bir fıkraya bir süre sonra gülmemeniz bundandır.

- David Eagleman, Yaratıcı Tür

14 Nisan 2022 Perşembe

Pyramus ile Thisbe - Karadut

Bu aşk öyküsünü Ovidius'a uyarak E. Hamilton (Ülkü Tamer çevirisi) iyi anlatmış, olduğu gibi alıyoruz:

Bir zamanlar karadut ağacının yemişleri kar gibi beyazdı. O dutlar nasıl oldu da ansızın renk değiştirdi, bilir misiniz? Garip, garip olduğu kadar da üzücü bir öyküdür bu, gencecik iki sevgilinin ölümünü anlatır:

Doğu ülkelerinin en güzel kızı Thisbe ile en yakışıklı delikanlısı Pyramus, Semiramis'in ülkesi Babylon'da yaşarlardı; evleri birbirine öylesine yakındı ki, birinin duvarı aynı zamanda ötekinin de duvarıydı. Komşulukları zaman içinde aşka çevrildi. Evlenmek istediler, anneleri, babaları bırakmadı. Ama aşk yasak tanır mı hiç? Alevi ne kadar örtülse ateşi o kadar yakıcı olur. Tutuşan yürekler soğur mu bir daha?


Pyramus'la Thisbe'nin evlerini ayıran duvarda ufacık bir delik vardı; iki sevgili geceleri o delikten konuşabiliyorlardı. Karanlıkta dudaklarını deliğe dayıyor, bir yandan öteki yana öpücükler gönderiyorlardı. Sabaha kadar, şafak yıldızları söndürüp de günün ilk ışıkları çimenlerdeki çiyi kurutuncaya kadar, birbirlerine aşklarını fısıldıyorlardı. 

Sonunda artık bu duruma dayanamaz oldular, bir gece kaçmaya karar verdiler. Ninos'un mezarı yanındaki bir dut ağacının altında buluşacaklardı.

O gün içleri içlerine sığmadı; güneş batıp da karanlık çökünce Thisbe evden sıvıştı, mezara geldi. Pyramus oralarda yoktu. Genç kız, sevgilisini beklerken ansızın bir kükreme duydu. Arkasına bakınca ay ışığında bir dişi aslanın durduğunu gördü. Karnını yeni doyurmuştu aslan, ağzı kanlıydı, besbelli mezarın yanındaki kaynaktan su içmeye geliyordu. Öyle korktu ki Thisbe, hemen kaçtı; ama kaçarken de sırtındaki örtüyü düşürdü.

Aslan geldi, örtüyü parçaladı, sonra dönüp ormana gitti. 

Bir süre sonra Pyramus göründü. Ne o? Yerde Thisbe'nin örtüsü vardı, üstelik kan içindeydi. Bir kuşku kapladı delikanlının yüreğini ama Pyramus aslanın yerdeki ayak izlerini görünce bu kuşku büyük bir üzüntüye, anlatılmaz bir yasa döndü. Hep kendinin yüzündendi, daha önce gelip Thisbe'sini tehlikelere karşı koruyamamıştı. Örtüyü aldı eline; "Seni ben öldürdüm," dedi. Kılıcını çekti sonra, dut ağacının yanına gitti. "Sen de benim kanımı içeceksin şimdi," dedi. Kılıcı bütün gücüyle göğsüne sapladı. Fışkıran kanlar ağaçtaki dutları kızıla boyadı.

Aslandan korkup kaçan Thisbe, sevgilisini bekletmemek için mezar başına döndü. Beyaz dut ağacını aradı bulamadı; bir karadut ağacı vardı orada. Önce yanıldığını sandı, ama gözleri yerde yatan Pyramus'a ilişince bir anda neler olduğunu anladı. Sevgilisinin kollarına attı kendini, uzun uzun dudaklarından öptü. "Ben geldim, Pyramus," diye bağırdı. "Ben geldim, bak, ben, Thisbe!" Pyramus binbir güçlükle gözlerini açıp son bir kere baktı Thisbe'ye. Sonra ölüm geldi, gözkapaklarını kapadı. 

Thisbe kılıcı aldı eline; "Benim için öldürdün kendini," dedi, "ama ben de cesurum, benim de içim aşkla dolu. Ancak ölüm ayırabilirdi bizi; oysa şimdi o birleştirecek!" Üstünde daha Pyramus'un kanı kurumamış olan kılıçla kendini vurdu.

Anneleriyle babaları da, tanrılar da acıdılar iki sevgiliye. Anneleriyle babaları, ölülerini yakıp küllerini bir kaba koydular. Tanrılar da, onların anısını sürdürmek için bütün ülkelerde karadut ağaçları yetiştirdiler.

- Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü

Tablo: Pierre Gautherot (1769-1825)

10 Nisan 2022 Pazar

Neden iyi olamıyorum?

Neden iyi olamıyorum? 

İyilik hâli dediğimiz kavram oldukça geniş bir kümeyi kapsıyor. Genel kullanımda iyilik hâlini; sağlık, mutluluk, rahatlık, huzur, ekonomik esenlik bağlamında yeterli standartlara ulaşmak ve bunu korumak anlamında algılıyorum ben. 

“Yeterli standartlar” kavramını önemsiyorum. Çünkü yettiğinden fazlasını talep ettiğimizde çoğu zaman fizyolojik ya da psikolojik (ya da ikisi birden) hastalanmaya başlıyoruz.


Psikoterapide sıklıkla "yeterince iyi" olmanın öneminden bahsederiz. (Winnicott'a selam olsun.) Yeterince iyi olmak varken neden mükemmeli istiyoruz? Ayrıca kime göre, neye göre mükemmelliği elde edeceğimizi sanıyoruz? İyilik hâlini mükemmelliyetçilikle bağlamaya çalışayım.

Farkında olmadan mükemmelliyetçi bir yapıya bürünmüş olabilir misiniz? 

Mükemmelliyetçilik, kişinin kendisine bile bile zarar vermesidir, çünkü gerçekçi değildir. Kişinin aşırı yüksek beklentiler içine girdiği bilişsel bir yapıdır. Bu yapıda kişi, hem en yüksek düzeye erişmeye çalışır hem de bu çalışmaları sırasında asla hata yapmaması gerektiğine inanır. Bir anlamda kişinin asla ulaşamayacağı bir konum için kendisini çaresizce parçalamasıdır. 

Bir mükemmelliyetçinin kendine zarar verdiğini nasıl anlarız? En yüksek hedefleri belirleyip asla hata yapmaması sonucunda sürekli takdir göreceğini düşünüyorsa bunu ilk belirti olarak kabul edebiliriz. Devamında da o beklenilen takdiri görememenin yarattığı hayal kırıklığı, umutsuzluk, çevreyi suçlama, nihayetinde de delicesine arzu ettiği sevilmekten, kabul görmekten mahrum kalma durumu yaşanıyorsa o kişi mükemmelliyetçidir diyebiliriz.

Başarılı, huzurlu, sağlıklı, mutlu bir hayat için iyi olanı yapmak adına atılan adımların inada binmesinde ne gibi bir zarar olabilir, sorusu aklımıza gelebilir. Bu saydıklarım kötü/olumsuz değildir zaten; ancak iyi olanı yapmakla, mükemmelliyetçi olmak arasında dağlar kadar fark vardır. Olaylar burada düğümlenmeye başlar. Düğümlenir, çünkü bir mükemmelliyetçi bütün çabalarının sonucunda rahat bir uykuya dalamaz, insanlara güvenemez, sürekli aklını kemiren şüpheci düşünceleri vardır; sonunda da kaygının karanlık gölgesinde kaybolmaya başlar. Artık sürekli tetiktedir. 

Kişiler “yeterli iyilik hâli” yerine kendilerine yönelik, diğer insanlara yönelik ve çevresine yönelik farklı mükemmelliyetçi tutumlar geliştirebilirler. Kendine yönelik türde kişinin, kendisine acımasız olduğunu görürüz. Kitaplarda okuduğumuz, filmlerde gördüğümüz "en zalim" karakterlerden bile daha zalim olabiliriz kendimize. Gerçeklikten koparılmış yüksek beklentiler, kişinin ilgisini uyuma yönelik olmayan biliş ve davranış kalıplarına sokar: Kendisinden hata beklemediği için kendini inanılmaz bir şekilde suçlar. Diğer insanlara yönelik türünde kişi, kendisi için belirlediği kriterlere başkalarının da harfiyen uymasını bekler. Başkalarının yaptığı işleri beğenmez, sürekli hata ve kusur bulur; hele de bir başkasına asla bir işi emanet etmez, delegasyon yönleri yok denecek kadar zayıftır. Sosyal bağlamda çevreye yönelik türde ise şunu net görürüz: “Bu belirlediğim aşırı yüksek hedefleri gerçekleştirmemi herkes benden bekliyor. Bunları yapamazsam herkese rezil olurum/herkesin gözünde küçük düşerim, bana saygı duymazlar, beni sevmezler” düşüncesi kişiyi ele geçirmiştir.


Oldukça korkutucu değil mi? Yazının tam da bu noktasında kendinizi ya da yakından tanıdığınız birini düşünmeye çoktan başladığınızı fark ettiniz muhtemelen. Peki, o zaman devam edelim.

Neden bir insan kendine bunu yapar? Nasıl olur da kişiler bu yola girer; bu kişilerin motivasyonları nelerdir, nelere inandıkları için kendilerini bu hâlde bulurlar, diye baktığımızda genel profilde şu özellikleri görebiliriz:

- Yaşamlarındaki tüm değerlerini, özsaygılarını, benlik algılarını başarılı olmanın üzerine kurarlar. Aşırı yüksek ve daha önce değindiğimiz gibi gerçekçi olmayan hedefler/beklentiler sonucunda belirledikleri amaçlara ulaşamamayı tam anlamıyla gurur meselesi yaparlar. Bunu da kişisel olarak algılayıp kendilerini değersizleştirmeye başlarlar. 

- Kendilerine hata yapma payını bırakmadıklarını söylemiştik; çünkü en ufak bir hata bile onlar için başarısızlık demektir. Çoğu zaman pire için yorgan yakarlar. Tek bir olaya bakarak bütün hayatlarını kocaman bir başarısızlık, değersizlik olarak görürler. Hatalarından öğrenemezler. Hâlbuki biz neyi biliyoruz, en iyi öğretmenlerimiz yaptığımız hatalardır. 

- “Ya beni onaylamazlarsa?” endişesini yoğun olarak yaşarlar. Özellikle de yetersiz hissettikleri, eksik olduklarını düşündükleri zamanlarda diğer insanlar tarafından kabul edilmeyeceklerine dair güçlü bir inançları vardır. Bu kabul edilmeme, onaylanmama ihtimali de onları mükemmelliyetçiliğe sürükleyip kısır döngünün içine girerler: “Hatalı, eksik iş yapmamalıyım ki önem verdiğim kişiler tarafından onaylanayım.”

- Gereklilikler yakalarını bırakmaz. Sürekli olarak sözel yönergeleri, kuralları vardır. Olumsuzluk eki -me, -ma'yı, gereklilik eki -meli, -malı'ları bolca kullanırlar. Yeni, beklenmeyen durumlar karşısında esneyemez, katı duruşlarını devam ettirirler. 

- Kıyaslama genellikle çocukluk çağlarında öğrendikleri bir kalıptır. Ebeveynleri tarafından akranlarıyla kıyaslanarak buna içerleyen, ebeveyninden "onay almak" için telafi davranışlarına girişen kişiler yetişkinlik çağlarına geldiklerinde bu sefer başkalarıyla, akranlarıyla kıyaslamayı kendi kendilerine yaparlar. Diğer insanların kendileri kadar çabalamadan, çalışmadan "mükemmel" bir biçimde iş yaptıklarını, hayatlarına devam ettiklerini düşünürler. Bu durum da kendilerine yönelik olumsuz benlik algılarını besler. 

Basitçe düşünerek ulaşabildiğimiz sonuçların, göstergelerin bazılarını sıralamaya çalıştım. Genel iyilik hâlinden mükemmelliyetçiliğe uzanan yol oldukça cazip görünebilir. Çünkü bu yolun sonunda herkesten üstün olmak, herkes tarafından onaylanmak, elbette mükemmel bir insan olmak vardır. Anlayacağınız üzere aslında yoktur. İyilik hâli kişinin kendisine yetebilirken, mükemmel olma hâli asla yetmez, yetmeyecektir. 

Genel iyilik hâli için rahatlamak ve ulaşılabilir isteklerde bulunmak makûl görünüyor. Zaten sağlığımız için güçlü bileşimler genellikle güldüğümüz, şimdi ve burada'ya bağlı olduğumuz zamanlardır. Yaşamlarımızdaki herhangi bir zorluğun üstesinden gelebilmek için farkındalığımızı gözden geçirebilir, zorlu yaşam olayları karşında direnç gösterebilmek - zorluklara bağışıklık kazanabilmek için umut etmeyi öğrenebilir, geçmişe tutunarak ilerleyemeyeceğimizi anlayarak öfkemizi sakince bırakabiliriz. 

Baştaki soruya dönelim: Neden iyi olamıyorum? Kendimi buna lâyık görmediğim için. 

Sevgilerimle,

Tuna

9 Nisan 2022 Cumartesi

Freud'dan Lacan'a Psikanaliz

Kelt kökenli genç bir Fransız kadın, rüyasında, toprağa gömülmüş eski bir kılıcın topraktan çıkarıldığını görür. Bu bir Kelt kılıcıdr; süslü, tam sanat eseri bir kılıç. Kılıcı topraktan çıkaran tanımadığı bir adam, onu genç Fransız kadına hediye eder. 


Jung'un bu rüya üzerine uyguladığı Freudcu serbest çağrışım şu sonuçları verir: Fransız kadın kaybettiği babasının askeri kılıcını anımsar, bu kılıcı küçük bir kızken babası ona gösterdiğinde, güneşte parlayan kılıç karşısında duyduğu heyecanı anlatır. Babası enerjik, erkeksi özellikleri ön planda, yiğit, gözü kara bir adamdır. Cesur oldukları söylenen Kelt kökenlerine bağlıdır. 

Freudcu analiz şöyle özetlenebilir: Hasta, babası karşısında ambivalan (çift değerli) bir tutum içindedir. Bir yandan ona hayran, hatta ona erotik fantezilerle bağlı iken, öte yandan da babasının saldırgan tavırlarından acı çeken annesi ile özdeşleşmektedir (bu özdeşleşmeden dolayı da erkeksi özellikleri ön planda erkeklerden kaçmakta, daha çok kadınsı, zayıf, nevrotik erkeklerle ilgilenmekte, ancak bu ilişkilerine de pek değer vermemektedir. Zaten analiz süresince de erkek analist karşısında şiddetli dirençler geliştirmiştir.) Rüyası, babasının fallusuna sahip olma arzusunu dile getirmektedir. Rüyada kılıcı almakla bu çocuksu arzusu sanrısal bir şekilde tatmin edilmiştir. 

Aynı rüyanın Jung tarafından yapılan, kendi teorisine uygun yorumu ise şöyle özetlenebilir: Hasta, babasının silahını almakla onun enerjisine, karar verme gücüne, sorunların üzerine gitmedeki yeteneğine, kendinden daha emin olmaya duyduğu ihtiyacı dile getirmiştir. Bir bölümüyle mirasçısı olduğu bu silah, potansiyel halinde bilinçdışında mevcuttur. Onu topraktan, gizli olduğu derinlikten çıkaran analizdir. Hasta böylece babasına daha çok benzeyecek, şimdiye kadar kullanmadığı gizli silahını kullanacaktır. Yaşamını eski atalarından kalma değerler üzerine inşa edecek, daha güçlü ve kararlı olacaktır. Onu nevrotik kılan korkular, kaçınmalar, boyun eğmeler bu yol ile son bulacaktır.

Şimdi bu iki analiz arasındaki fark nedir? İlki rüyanın görülmesini sağlayan bilinçdışı nedenleri araştırırken, diğeri bu rüyanın hastanın yaşamına nasıl bir yön verdiğini incelemektedir. Jung'a göre Freudcu analiz hastaya bir şey vermez, ama aksine, kendi analizi hastaya izlemeyi arzuladığı yolu, uzun zamandır kullanmadığı, görmediği gizli ruhsal (psişik) güçlerini gösterir. Kompleksinin altını çizmek yerine, olması gereken ve olabileceği kişiliği gösterir. 

Şimdi kanımca Freud ve Jung birbirinden çok farklı yorumlar yapmıyorlar. Söz konusu yorumları karşıt, uzlaşmaz yorumlar olarak görmek gereksiz. Farklılık, tedavi edici faktörün ne olduğu konusundaki anlaşmazlıkta düğümleniyor; ilki bilinçdışı kompleksi bilinç düzeyine çıkarmakla nevrozun tedavi edileceğini düşünürken, diğeri bilinçdışının kendisini tedavi edici bir potansiyel olarak görüyor. Bu bilinçdışı faktörleri güçlendirmeyi hedef alıyor. Bu nedenle, Slater'ın yukarıda sözünü ettiğimiz iddiası karşısında daha dikkatli düşünmemiz gerek. Söz konusu teoriler gerçekten uzlaşmaz, çelişik, dolayısıyla birinin yanlışlanması gereken teoriler mi, yoksa bir şekilde bütünleştirilebilir yaklaşımlar mı? Bana bu ikinci varsayım daha kuvvetli gibi görünüyor. Sözgelimi Adler de aslında Oidipus kompleksini reddetmez, ancak bu kompleksi Freud'dan farklı bir şekilde yorumlar: Şiddetli aşağılık kompleksi olan ve sosyal duygusu gelişmemiş çocuk, dış dünyaya açılmak yerine aile içine kapanır ve arzularına, bu arada cinsel arzularına da aile içinde nesneler arar; Oidipus kompleksinin nedeni budur Adler'e göre. Freud ise şiddetli Oidipus kompleksi nedeniyle nesne libidosunun karşı cinsten ebeveyne bağlı kalacağını, nesne libidosunun bu saplantısının toplumsal nesnelere yönelmeyi, toplum duygusunun gelişimini engellediğini söyleyecektir. Bu biraz tavuk-yumurta hikâyesini andırırsa da, her iki teorinin aynı anda doğru olması, yani bu iki sürecin birbirini pekiştiren faktörler olması da mümkündür. Yani bunları mantıken zorunlu olarak karşıt olmaktan çıkaracak bir yorum mümkündür. Bu durumda da bir seçim yapma zorunluluğu ortadan kaldırılabilir pekâlâ. 

- Saffet Murat Tura, Freud'dan Lacan'a Psikanaliz