9 Mart 2022 Çarşamba

G. H.'ye Göre Çile

İşin aslı şu ki gerçeklik hiçbir zaman anlamlı gelmedi bana. Gerçeklik anlamlı değil! Ondan korkmam da bundan, hâlâ da korkuyorum. Terk edilmiş ben, her şeyi sana bırakıyorum -ki ondan hoş bir şeyler yapabilesin. Seninle konuşursam korkutup kaybeder miyim seni? ama konuşmazsam da, kendimi kaybedeceğim ve kendimi kaybederek her hâlükârda seni kaybetmiş olacağım.


Gerçek anlamı değil, dünyanın devasalığı titretiyor beni. Aradığım ve sonunda bulduğum şey beni hazırlıksız yakalıyor, yeryüzünde yalnız yürüyen bir çocuk gibi. O kadar hazırlıksız ki sadece yeryüzüne olan sevgim teselli edebilir, memnun edebilir beni, ancak eşyanın yumurta hücresini titreten bir sevgi, sevgi dediğim şeyle yankılanabilir. Zar zor, ismini bilmeden isim verdiğim şeyle. 

Gördüğüm şey sevgi olabilir miydi? Ama ne tür bir sevgi yumurta hücresi kadar kör olabilir ki? Hep böyle miydi? o korku, sevgi miydi o? öyle tarafsız bir sevgi ki, kendimle konuşmayı bile istemiyorum artık, konuşmak bir anlamı hızlandırmak demek olur, adeta o üçüncü bacağın felç eden güveniyle kendini dondurmuş gibi. Yoksa sadece konuşmaya başlamayı mı erteliyorum? neden bir şey söylemiyorum da zaman kazanıyorum? Korkudan. Ne hissettiğimi belirginleştirmeye çalışarak ilerlemek için cesarete ihtiyacım var. Sanki bir demir param var da hangi ülkede geçer bilmiyorum.

Cesarete öyle ihtiyacım olacak yapacağım şeyi yapmak için: konuşmak. Ve söylediğim şeyin sefaleti karşısında hissedeceğim büyük şaşkınlık riskini de almak. Bunu söyler söylemez şunu da eklemeliyim: bu değil, hayır bu değil! Ama aynı zamanda aptalca davranmaktan da korkmamalıyım, her zaman aptalca görünecek diye çoğu yerine azını tercih ettim: bir de insanın itibarının zedelenmesi var tabii. Konuşmak zorunda kalacağım anı erteleyip duruyorum. Korktuğumdan mı?

Bir de söyleyecek tek sözüm olmadığından. 

Söyleyecek bir sözüm yok. O halde neden susup oturmuyorum? Ama kendimi konuşmaya zorlamazsam sessizlik beni sonsuza kadar dalgalar halinde girdabına çekecek. Sözcük ve şekil, büyük sessizlik dalgalarının üzerinde yüzebileceğim bir tahta parçası olacak. 

- Clarice Lispector, G. H.'ye Göre Çile

(Yayıncının notu: Yazarın kendi yazım ve noktalama tarzına dokunulmamıştır.)

5 Mart 2022 Cumartesi

Shuggie Bain

Agnes durup düşündü. Bozulup bozulmadığına bakmak ister gibi fermuara bir fiske vurdu, ardından eteği kenara fırlattı. "Hayır, bu kadın olmak istemiyorum. Erkek terlikleri giyen, önlüğünü bütün gün üstünden çıkarmayan bir kadın o."

"Rahat ederdin işte."


Annesi oflayarak sırtüstü halıya serildi. Sonra dönüp Shuggie'yi baştan ayağa süzdü. "Peki, taşındığımızda sen kim olmak istiyorsun?"

Shuggie omuz silkti. "Bilmem. Ben genelde senin için endişelenmekle meşgulüm."

"Of, Rahibe Teresa mübarek!" Agnes'a aniden bir hırçınlık geldi. Dirseğinin üstünde doğrulup bira kupasından bir yudum aldı. Kaşlarını çatarak biranın tepesinde oluşan bulutsu şekillere baktı. "Bak, yeni eve geçtiğimizde içkiyi bırakacağım, söz veriyorum."

"Biliyorum." Shuggie gülümsemeye çalıştı.

"Öteki anneler gibi kendime iş bulacağım."

"İyi edersin."

Agnes elindeki şeytantırnağını çekiştirdi. "Senin o piç baban çalışmamı hiç istemedi. Kadının yeri şudur budur diye zırvaladı." Dediği doğruydu: Shug ona çalışma sıkıntısı çektirmemişti, Brendan McGowan da öyle. Özellikle Katolik için bu bir onur meselesiydi; komşular ailesine bakabildiğini görsün diye canını dişine takıp çalışmıştı. Shug açısından ise, kendisi güvenilir biri olmadığından başkasına, özellikle de kendi karısına güvenememe meselesiydi. Kadının evde yalnız olmasını, onun bütün gün nerede olduğunu bilmeyi tercih ediyordu. Beraber olduğu erkekler, Agnes'ın çalışmasını hiçbir zaman istememişti, Agnes da bu yüzden çalışmanın tadını gerçek anlamda hiç alamamıştı. 

"Çalışmak yakışmaz sana. Onun için fazla güzelsin." Shuggie söylemesi gerekenleri iyi biliyordu, aynı şeyi yüzlerce kez konuşmuşlardı. Bu defa ruhsuzca söylemiş olsa da Agnes yatışmış görünüyordu. Ardından beklenmedik bir şey söyledi ve Agnes'ın yüzündeki gülümseme dondu. "Ama ne bileyim, çalışırsan da kötü olmaz. Hani, gece vardiyasına falan gidersen. Artık benim için geceleri evde olmak zorunda değilsin. Kendi kendime idare ederim."

Agnes doğrulup biradan kalanı kafasına dikti. Konuyu değiştirmek ister gibiydi. Shuggie onun kenara atılan giysiler arasından iki tanesini çıkarışını izledi. Kendi pembe angora kazağı ile Shuggie'nin küçülmüş gangster kıyafetini alıp onları çamaşır ipine astı. İpi çekti ve çamaşır askısı tavana yükseldi. İki kukla orada capcanlı bükülüp kaldı; kendi eski benlikleri orada asılı durmuş, yeni ailelerini beklemekteydi sanki.

"Kadının adı Susan," dedi Agnes. "İyi biri. Dört çocuğu, bir de halı döşemeciliği yapan kocası var. Ömründe işsizlik yardımı almamış. Gelsin de görsün, burada nasıl benzetiyorlar adamı."

Shuggie yeni kiracılar için kaygılanarak, "Kadını kandırıyor muyuz biz şimdi?" dedi.

Agnes acısını gidermeye çalışır gibi, protezi sıkıyormuş gibi, yanağını ovuşturdu. Kendine bir bardak bira daha doldurdu. "Hayır. Kadının hem arabası var hem de kocası. Bu kadar uzaklara gelmekten gocunur gibi bir halleri yoktu."

- Douglas Stuart, Shuggie Bain

24 Şubat 2022 Perşembe

Yazmak Üzerine

Şunu belirtmek gerekir ki, kurmacada gerçek deneyim özgündür, zor kazanılır ve sevinç yaratır. Ama yazarlar başka birinin olaylara bakış tarzının -örneğin Barthelme'inkinin- peşinden koşmamalıdır. İşe yaramaz. Sadece bir tane Barthelme var ve başka bir yazarın Barthelme'in kendine has duyarlılığını ya da mizansenini yenilik kisvesi altında kendine mal etmeye çalışması o yazar için karmaşa ve felaketle, daha kötüsü kendini kandırmayla uğraşmak demektir. Gerçek deneyimciler, Pound'un ısrarla belirttiği gibi, YENİSİNİ YAPMALI ve bu süreçte kendileri için bir şeyler bulmalıdır. Ama yazarlar akıllarını kaçırmadılarsa, bizimle temas halinde olmak da isterler, kendi dünyalarından bizimkine haber taşımak isterler.


Bir şiirde ya da kısa öyküde, basmakalıp ama kesin bir dil kullanarak basmakalıp şeyler ve nesneler hakkında yazmak ve bu şeylere -sandalye, perde, çatal, taş, bir kadının küpesi- muazzam, hatta şaşırtıcı bir güç bahşetmek mümkündür. Bir satırda görünüşte zararsız bir diyalog yazmak ve okurun tüylerini diken diken etmesini sağlamak mümkündür - sanatsal zevkin kaynağı, derdi Nabokov. Benim en çok ilgimi çeken yazı türü bu. Baştan savma ya da gelişigüzel yazıdan nefret ederim ister deneyimleme başlığı altına girsin isterse acemice yorumlanmış gerçeklik olsun. Isaac Babel'in harika kısa öyküsü "Guy de Maupassant"da anlatıcı, kurmaca yazı hakkında şunları söyler: "Hiçbir demir, doğru yerde konulmuş bir nokta kadar güçlü saplanamaz kalbe." Bu da kartotek fişine yazılmalı. 

(...)

Flannery O'Connor, basitçe "Kısa Öykü Yazmak" adını verdiği denemede, bir keşif eylemi olarak yazmaktan söz ediyor. O'Connor bir kısa öykü üzerinde çalışmak için oturduğunda, çoğunlukla nereye gittiğini bilmediğini söylüyor. Birçok yazarın bir şeye başlarken nereye gittiğini bildiğinden şüphesi olduğunu söylüyor. Neredeyse sonuna gelene kadar o sonu tahmin bile edemediği bir kısa öyküyü nasıl toparladığına örnek olarak "İyi Taşra İnsanları"nı kullanıyor: (O'Connor'ın daha önce İyi İnsan Bulmak Zor adlı öykü kitabındaki "Temiz Köylüler" öyküsünden bahsediliyor anladığım kadarıyla -blog yazarınız.)

"O öyküyü yazmaya başladığımda, içinde tahta bacak olan bir doktora çalışması olacağını bilmiyordum. Bir sabah kendimi, hakkında bir şeyler bildiğim iki kadının tasvirini yazarken buldum ve daha ne olduğunu anlamadan, içlerinden birine tahta bacaklı bir kız çocuk vermiştim. Öykü ilerlerken İncil satıcısını işin içine soktum, ama onunla ne yacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu. O tahta bacağı çalıp çalmayacağını, bunu yapmasına on-on iki satır kalana kadar bilmiyordum, ama bunun olacağını anladığımda, kaçınılmaz olduğunu da anladım."

Birkaç yıl önce bunu okuduğumda, onun ya da herhangi birinin bu şekilde öyküler yazması bende şok etkisi yarattı. Bunun benim nahoş sırrım olduğunu sanıyordum ve bundan biraz huzursuzdum. Bir kısa öykü üzerinde böyle çalışma tarzının bir şekilde kendi eksikliklerimi açığa vurduğunu düşündüm elbette. Konu üzerinde söyleyeceklerini okuyunca müthiş derecede cesaretlendiğimi hatırlıyorum.

- Raymond Carver, Yazmak Üzerine

19 Şubat 2022 Cumartesi

Öteki Kimlik

Qesra Kişo Özlemi, 62 yaşında (Mart 2006)

Anneannem kitabı gerçekten cesaretli bir yaklaşım sunuyor. Satırlarını içime sindire sindire okudum. Kendi yaşantımın birçok bölümlerini orada aynen buldum. Aile içi bağlarla ilgili değinilen çelişkilerin çoğunu... Öyle sanıyorum Türkiye'de benzer durumda olan çok insan bu duyguları yaşamıştır. Benim gibi devlet kurumlarında görev aldılarsa, çok büyük travmalar da yaşadıklarına inanıyorum. Ben bunu yaşadım. Öyle yaşadım ki...


Devletin önemli bir kademesi olan İçişleri Bakanlığı gibi bir bakanlıkta görev yapıyorsunuz, ilçelere gidiyorsunuz, ilçe kaymakamısınız, vali yardımcısı, vali vekilisiniz, yani oradaki devletin en üst temsilcisisiniz. Buralarda öyle belgelerle karşılaşıyorsunuz ki, sizin bu "öteki kimliğinizin" bilinmesi halinde neler olacağını düşünüp soğuk terler döküyorsunuz. Ben soğuk terler döktüm. 

Meslek yaşantımda çok yerde kaymakamlık, vali yardımcılığı, daire başkanlığı görevlerini yaptım. Bu arada mülkiye müfettişi oldum. Mülkiye müfettişliği İçişleri Bakanlığı'nda çok önemli bir görev. Bulunduğunuz konum itibariyle valiler, kaymakamlar, belediye başkanları, jandarma birimleri, emniyet görevlileri ile ilgili denetim yapıyorsunuz. Birtakım çok önemli bilgi, belgeleri değerlendiriyorsunuz. Bir bakıyorsunuz ki bu "öteki kimlikle" ilgili Türkiye'de neler yapılması gerektiği gündeme geliyor. Devlet sisteminin ve resmi ideolojinin çalışmaları içinde öyle olaylar değerlendiriliyor ki böyle bir kimliğin arkasında durmak, "Bende de böyle bir kimlik vardır," demek çok büyük cesaret istiyor. Çok ama çok büyük yürek isteyen durumlarla karşılaşıyorsunuz.

Benim babaannem Ermeni kökenli. Tabii onun hikâyesi de aile içinde sürekli gizlenen bir olay. Bizim kasabada, buna benzer on-on beş aile var, ama hepsi bu kimlikten uzak yaşıyor. Belli bir düzeye geldiğiniz zaman "Ben kimim? Neyim? Aile yapım nedir?" diye ister istemez düşünüyorsunuz. Ben bu konuyu araştırdım. Bunun ilk bilgilerini nüfustaki kütüklerde gördüm. İlçe nüfus müdürlüklerini teftiş ederken, çok ilçede benzer durumdaki aileler ile karşılaştım.

Ailemin nüfus kütüğünde babaannemin isminin karşısında "muhtediye" yazıyordu. Pek çok insan bilmiyor bu deyimi. Erkekler için "muhtedi", kadınlar için ise "muhtediye" yazıyor. İncelendiği zaman geçmişte etnik kimliğinden dönen kişiler için bunun yazıldığı görülecektir. Ailenin içinde ve memlekette babaannemin Ermeni dönmesi olduğu biliniyor. Ama Doğu'nun feodal yapısı içinde, ailenin de ekonomik gücünden dolayı kimse bu konuda bir şey söyleyemiyor. Zaten bu tür ailelerin büyükleri, o dönemde belki azınlık psikolojisinin yarattığı durumdan olsa gerek, tepkiden dolayı etnik kimlikten ziyade kendi dini kimliklerini ön plana çıkarıyorlar. Babam için, babaannem için, amcam için, halalarım için bunu çok rahatlıkla söyleyebilirim. İnanıyorum ki böylece en dindar görünen ailelerden daha çok Müslümanlığa sarılmışlardı. Sanki o kimliğini dışlamakla daha çok Müslüman olmak, daha çok İslamiyete sarılmak gibi bir ihtiyaç duymuşlardı. Babam da dini bakımdan kendisini çok iyi yetiştirmişti. Çok din bilgini babamın bu bilgisinden dolayı da ona saygı duyarlardı. Aile de bu dinsel kimliği bilerek ön plana çıkarmıştı. 

- Ayşe Gül Altınay, Fethiye Çetin, Torunlar

14 Şubat 2022 Pazartesi

Beyin ve İç Dünya

Hatırlanan Şimdi

İsimleri hatırlayamayan hastalar bize "bellek"lerinde bir sorun olduğunu söylerken, biz (nörologlar ve nöropsikologlar) onların "dil" işlevlerinde bir sorun olduğunu düşünürüz. Buna uygun olarak da bu hastaları "amnezi" yerine "afazi" (daha doğrusu anomik afazi) başlığı altında sınıflandırırız. Aynı şekilde bildik yüzleri tanıyamama hali de bir bellek bozukluğundan (amneziden) çok bir algı bozukluğu (tanıyamama yani "agnozi" - daha doğrusu yüzleri tanıyamama yani "prosopagnozi") olarak sınıflandırılır. Keza, düşen bir fincanı yakalamak için yapılan bir hareketi hatırlayamama da amnezi değil beceriye dayalı hareket bozukluğudur (ideomotor apraksi). Gerçekte tüm afaziler, agnoziler ve apraksiler (geniş anlamda) bellek bozukluklarıdır, fakat biz onları dil, algı, beceriye dayalı hareket bozuklukları vb. olarak sınıflandırırız. Bunun kısmen nedeni şudur: Bu bilgi kategorileri o kadar fazla öğrenilmiştir ki, bir zamanlar onları öğrendiğimizi gözden kaçırırız. 


Bizim (kendi algıladığımız şekliyle) "dünyanın işleyişi" olarak kabul ettiğimiz şeylerin büyük bölümü aslında (kendi hatırladığımız şekliyle) dünya hakkında öğrendiklerimizdir. Bunu en iyi gösteren olgu, dünyanın "işleyişi"nin beyinleri hasara uğrayan insanlar için birdenbire (çoğu kez dramatik bir şekilde) değişebilmesidir. Doğal olarak bunun sonucunda da bazı hastalar değişmiş olanın dünya değil de kendileri olduğunu kabullenmekte çok güçlük çekerler. 

Gerald Edelman'ın popüler kitabı The Remembered Present'ın (Hatırlanan Şimdi; 1989) başlığı algının neye dair olduğunu çok iyi anlatır. Hepimiz algıladığımız gerçekliği belleklerimizde depoladığımız modellerden otomatik olarak yeniden inşa ederiz. Günün her ânı dünyayı yeniden algılamayız ve sürekli olarak bizde izler bırakan ayrışmamış bir uyaranlar gürültüsünün içindeki anlamlı sözcüklerin şifresini çözmeye ve tanınabilir nesneleri yeniden ayırt etmeye çalışmayız. Muhtemelen yeni doğan bebeklerin yapmaları gereken şey budur. Biz erişkinler ise beklentilerimizi (daha önceki deneyimlerimizin ürünlerini) daima dünyaya yansıtırız ve böylece büyük ölçüde çevremizdeki dünyayı (yalın anlamda) algılamak yerine inşa ederiz.

Aleksandr Luria (daha önce sözü edilen Rus nörolog), meslektaşı Lev Vygotsky ile birlikte algı ve belleğin hiyerarşik düzeninin olgunlaşma süreçleri sırasında tersine döndüğünü ileri sürmüştü. (1973) Küçük çocuk için her şey duyumlara bağımlıdır ve biliş, somut algısal gerçeklikle yönetilir. Ancak gelişimin seyri sırasında bu erken öğrenme deneyimlerinden türeyen derinlemesine kodlanmış, soyut bilgiler algısal süreçleri idare etmeye başlar. 

Böylece görmeyi beklediğimiz şeyleri görürüz ve beklentilerimizin tersi olduğunda ya şaşırır ya da bunu fark etmekte yetersiz kalırız. Deneysel çalışmalar sıklıkla gerçekte olmayan şeyleri gördüğümüzü göstermektedir; bunun basit nedeni onların orada olmasını beklememizdir. Bu durumun en bilinen örneğini gözlerin her birinde optik sinirin ağtabakaya girdiği noktada bulunan "kör nokta" verir. Bundan ötürü, biz gözümüzü kapattığımızda -nesnel olarak- görüşümüzde bir delik ortaya çıkar. Ancak öznel olarak bu bölge o an geçerli olan koşullar altında görme alanının o kısmında deneyimlemeyi beklediğimiz şeye uyan doku, renk, hareket ve benzerleri ile "doldurulur." Bu, bilişsel bilimcilerin görme algısı üzerine "yukarıdan aşağıya etkiler" dediği şeyin bir örneğidir. (Yalnızca bebeklerin neredeyse sadece aşağıdan yukarıya algı mekanizmalarına bel bağladıkları ileri sürülebilir.)

Bu olguların, belki de her şeyden çok hastalarına hayat deneyimlerini yöneten -ve bugünü neredeyse geçmiş haline getiren- içselleştirilmiş modellerin farkına varmalarına yardımcı olmaya çalışan psikoterapistler için önemi ortadadır. Sinirbilimin bellek mekanizmalarının algı üzerindeki yukarıdan aşağıya etkileriyle ilişkili bulgularının psikoterapistlerin ilgilendikleri aktarım gibi karmaşık ilişkisel fenomenler için de geçerli olup olmadığı kesin değildir. Ancak, bu mekanizmaların söz konusu karmaşık fenomenlerin en azından bir bölümünü açıklamaları makul bir varsayım gibi görünmektedir. 

- Mark Solms, Oliver Turnbull, Beyin ve İç Dünya