26 Ocak 2022 Çarşamba

Mezarımdan Yazıyorum

İkinci perde boyunca hiçbir şey duymadım; ne oyuncuların sözlerini ne de seyircinin alkışlarını. Arkama yaslandım. Lobo Neves ile aramızda geçen konuşmanın parçaları zihnimde yankılanıyordu, onun genel tavrını da göz önünde bulundurarak bu yeni durumun eskisinden daha iyi olduğu sonucuna vardım. Gamboa'daki ev hâlâ bizimdi ve bu da amaçlarımıza ulaşmamıza yetiyordu. Öteki eve yaptığım ziyaretler belli ki birinde kıskançlık uyandırmış veya mevcut bir kıskançlığı artırmıştı ve bunun sonucu felaket olabilirdi.


Aslına bakarsanız her gün görüşmemiz gerekmiyordu; arada bir mola vermek, ilişkimize biraz özlem katabilirdi. Dahası, kırkımı geçmiştim ve hiçbir şey olamamış, kent meclisine bile girememiştim. Bir an evvel bir şeyler becermek zorundaydım; başka bir şey için değilse de Virgilia için yapmak zorundaydım bunu, adımı gazetelerin baş sayfalarında görmek ona gurur verirdi. Galiba ben bunları düşünürken izleyicilerden bir alkış koptu, ama yemin et deseniz edemem; o sırada aklımda başka bir şey vardı.

Ey öldüğüm güne dek sevgisini kazanmak için çırpındığım kalabalıklar, sizin kayıtsızlığınızın intikamını böyle aldım işte: Siz etrafımda vızıldayıp durun, ben sizi duymuyordum bile. Benim bu tavrım, Aiskhylos'un Prometheus'unun, kendisine işkence edenlere karşı takındığı tavırla karşılaştırılabilir. Beni saçmalıklarınızın, önemsiz şeyler karşısında duyduğunuz heyecanın kayasına zincirleyebileceğinizi mi sandınız? Dostum, sizinkiler zayıf zincirler... Guliver gibi, bir kasımı oynattım mı, istediğim an kırarım ben onları.

İnsanın inzivaya çekilip düşünmesi sık rastlanan bir durumdur. Fakat tam bir şehvet hâli karşısında hareket ve sözlerden, küstahlık ve tutkulardan oluşan bir denizin içindeyken insan kendini soyutlamak; uzak ve ulaşılması imkânsız bir yabancı olduğunu ilan etmelidir, insan kendi kabuğuna çekildiğinde -daha doğrusu yine başkalarına döndüğünde- diyebilecekleri en kötü şey, fildişi kulesinden çıktığı olacaktır ki zihnin mimari yapısı içinde yer alan bu gizli ve aydınlık kule kişinin manevi özgürlüğünü hor gören bir ifadeden başka nedir? Aman Tanrı'm, ne etkileyici bir bölüm kapanışı oldu bu.

- Machado de Assis, Mezarımdan Yazıyorum

24 Ocak 2022 Pazartesi

Homo Deus - Yaşamın Dengesi

Biliminsanları beyindeki elektrik sinyallerinin nasıl bir araya gelip öznel deneyimler ortaya çıkarabildiğini bilmiyor. Daha da önemlisi, böylesi bir olgunun evrimsel açıdan faydalarını kestiremiyorlar. Yaşam algımızdaki en büyük eksik işte bundan kaynaklanıyor. Milyonlarca nesil boyunca insanların tavşanları kovalayabilsinler ve aslanlardan kaçabilsinler diye ayakları ve tavşanın nereye gittiğini, aslanın nereden geldiğini görebilsinler diye gözleri gelişti. Peki açlık ve korku gibi öznel deneyimler ne işe yarıyor?


Biyologlar kısa süre önce bu soruyu basitçe yanıtladı. Eğer açlık ya da korku hissetmezsek, tavşanları kovalamaya ya da aslanlardan kaçmaya bile yeltenmeyiz. Dolayısıyla öznel deneyimler, yaşamımızı sürdürebilmek için hayati önem arz eder. Bir aslan gördüğünde insan neden kaçar? Çünkü korkmuştur ve kaçar; öznel deneyimler insan davranışını böyle açıklar. Ancak biliminsanları çok daha detaylı gerekçeler sunabiliyor artık. İnsan bir aslan gördüğünde gözlerinden beynine elektrik sinyalleri iletilir. Gelen sinyaller, belirli nöronları harekete geçirerek daha çok sinyal iletilmesini sağlar. Bunlar da sırası geldikçe ateşlenen diğer nöronları uyarır. Eğer doğru nöronlar yeterince hızlı ateşlenebilirse böbreküstü bezlerine giden emirler adrenalin salgılar; kalp daha hızlı çarpması için talimat alır, motor bölgedeki nöronlar bacak kaslarına sinyaller gönderip kasılıp gevşeme emri verir; böylece insan aslandan kaçmaya başlar.

Çelişkili olansa bu süreci haritalandırmayı geliştirdikçe bilinçli hisleri açıklamanın da zorlaşmasıdır. Beyin daha iyi anlaşıldıkça, zihin de bir o kadar anlamsızlaşmaya başlıyor. Eğer tüm sistem elektrik sinyalleriyle çalışıyorsa neden korku hissetmeye ihtiyaç duyuyoruz? Eğer elektrokimyasal bir tepkime zinciri gözdeki sinir hücrelerinden başlayıp bacak kaslarının hareketini tetikleyebiliyorsa bu zincire neden öznel deneyimler ekleniyor? Ne işe yarıyor olabilirler? 

Sayısız domino taşı, hiçbir öznel deneyime ihtiyaç duymadan birbiri ardına düşebiliyor. Nöronlar birbirlerini ateşlemek ya da böbreküstü bezleri hormon salgılamak için neden duygulara ihtiyaç duyar? Kas hareketleri ve hormon salınımlarımız da dahil, bedensle etkinliklerimizin yüzde 99'u hiçbir bilinçli duygu olmadan harekete geçer. Peki geri kalan yüzde 1'lik kısımda yer alan durumlarda nöronlar, hücreler ve bezler neden çeşitli duygulara ihtiyaç duyar?

Anılarımızı sakladığı, plan yaptığı ve kendi kendine yepyeni imgeler ve fikirler üretebildiği için zihne ihtiyacımız olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak zihnin işlevi sadece harici uyarıcılara yanıt vermekten ibaret değildir. Örneğin aslan gören bir insan otomatik olarak harekete geçmez. Bir önceki yıl aslanın teyzesini yediğini hatırlar. Onun tarafından parçalanmanın nasıl bir his olacağını düşünür. Yetim kalacak çocukları için endişelenir. Bu nedenle de kaçar. Öyle ki zincirleme tepkilerin pek çoğuna doğrudan harici uyaranlar değil, bizzat zihin önayak olur. Daha önce uğradığı aslan saldırısını hatırlayan bir insan, aslanların neden olduğu tehlikeler üzerine düşünmeye başlar. Kabiledekileri toplar ve aslanı korkutup kaçırmak için yeni yöntemler geliştirmeye koyulurlar.

Bu noktada biraz durmak gerekiyor. Peki tüm bu anılar, hayaller ve düşünceler tam olarak nedir ve nerede dururlar? Biyolojideki güncel teorileri göre anı, hayal ve düşüncelerimiz metafizik bir alanda yer almaz. Bilakis, milyarlarca nöron tarafından ateşlenen elektrik sinyallerinin bir parçasıdır onlar da. Aslında anı, hayal ve düşünceleri oluştururken bile gerçekleşen sadece milyarlarca nörondan geçen bir dizi elektrokimyasal tepkimenin böbreküstü bezleri ve bacak kaslarında sonlanmasından ibarettir. 

21 Ocak 2022 Cuma

Bilişsel ve Davranışçı Terapiler

Son zamanlarda lisans/yüksek lisans öğrencilerinden aldığım birçok mesaj, benim devam etmekte olduğum eğitim süreçlerini kapsıyor. Klinik Psikoloji yüksek lisansıyla ilgili soruların yanında Bilişsel ve Davranışçı Terapiler adına da sorular geliyor. (Kognitif ve Davranış Terapileri olarak da bilinir, aynı şeyden bahsediyoruz.) Benim yaptığım okumalar sonucunda paylaştığım psikanalitik yazılar sanırım biraz kafa karıştırmış. Bana göre kafa karıştıracak bir durum yok aslında; psikanalitik yazılar okumayı, durumlara farklı açılardan bakabilmeyi seviyorum. Bu yüzden insan için yapılan ve geliştirilen her psikoterapi çok değerlidir görüşündeyim. Bir fanatik gibi ekol savunması hiç yapmadım, bundan sonra da yapmam büyük ihtimalle. Ben tamamen Kanıta Dayalı Psikoterapiler (Evidence-Based) olarak kavramsallaşan Bilişsel ve Davranışçı Terapiler (BDT) yönelimli bir eğitim alıyorum ve çalışma pratiğim de tamamen BDT'ye göre şekilleniyor.

Gelen soruları tek tek yanıtlıyorum ama sorular birbirine benzer olmaya başlayınca BDT'yle ilgili bir yazı yazmak istedim. Elbette birçok yazı bulunabilir web'de yapılan aramalarda, dilerseniz onlardan da faydalanabilirsiniz. Ben bu yazıdaki bilgileri Çocuk ve Ergenler İçin Bilişsel Davranışçı Terapi kitabından çocuk ve ergen tedavilerine geçmeden önceki BDT'nin anlatıldığı sayfalardan ve kendi eğitim bilgilerimden derledim.

İlgilenenlere iyi okumalar dilerken her zaman olduğu gibi sormak istediğiniz sorular ve randevu için tunabaharr@gmail.com adresine yazabilirsiniz.

(Görsel: Stephanie DeAngelis)


Bilişsel ve Davranışçı Terapiler: Kısa bir tarihçe

Kişinin yaşam deneyimleri oldukça kapsamlı bir şekilde düşünceleri ve davranışları tarafından şekilleniyor, bu durum psikoloji alanına öncülük ediyor ve bunun yanında bazı kuramcı ve pratisyenler bildiğimiz modern anlamda BDT'nin temellerini atıyorlar.  

İlk olarak akla hayvanlar üzerinde deneyler yapan ve bugün Klasik Koşullanma olarak bildiğimiz yöntemi bulan Pavlov geliyor (1927-28). Hemen ardından Watson, gözlenebilir davranışlar ve organizmanın yeni davranışları öğrenme kapasitesi hakkındaki çalışmalarıyla öğrenme kuramına katkı yapıyor (1930). Skinner, edimsel koşullanmadaki pekiştirme süreçlerinin analiziyle öğrenme kuramının kapsamını genişletiyor (1958). Daha sonraları davranış terapileri adını alacak olan çalışmalar ve öğrenme kuramlarının gelişmesi Lazarus (1971), London (1972), Yates (1975) sayesinde oluşturuluyor. Benim kısaca geçtiğim bu yıllardan ve tartışılan bulgulardan sonra kişilerde uyuma yönelik olmayan davranışların büyük ölçüde öğrenme yoluyla kazanıldığı anlayışı yerleşmeye başlıyor.

Bu süreçten bahsederken Wolpe ve Eysenck'ten bahsetmemek olmaz: Wolpe'nin 1960'lara doğru yaptığı çalışmalar psikososyal müdahalede koşullanma tekniklerinin kullanımına ilişkin en iyi bilinen erken dönemli yaklaşımlardan biridir. Karşıt koşullanma üzerine yaptığı çalışmalara dayanarak Wolpe, kişilerdeki anskiyetenin olumlu yanıtlar, gevşeme ya da seksüel uyarılma gibi farklı bir parasempatik yanıtla engellenebileceğini göstermiştir. Benzer bir şekilde Eysenck (1959), korkulan nesnelerle ya da durumlarla kademeli temas gevşeme eğitimi ile eşleştirerek fobik yanıtları kontrol altına alabildiğini göstermiştir. 

1960'larda neredeyse eş zamanlı olarak psikoterapilerde bilişleri ön plana çıkaran iki yaklaşım gelişmeye başlamıştır; Bilişsel Terapi ve Rasyonel-Emosyonel Terapi. Aslında bir psikanalist olan Aaron T. Beck tarafından geliştirilen Bilişsel Terapi, kişilerin yaşamlarındaki olayları algılama ve anlamlandırmanın terapideki anahtar nokta olduğu esasına dayanmaktadır. Beck, ilk yıllarında özellikle depresif bireylerin erken yaşam deneyimleri ve olumsuz olayları nedeniyle olumsuz bir şema veya bakış açısı ile bilgi işleme süreci geliştirdiklerini öne sürmüştür. Bu şema, bireye kendine özgü öğrenme deneyimlerini hatırlatan durumlarda aktifleşir ve kendisi, dünya ve gelecek hakkında uyuma yönelik olmayan olumsuz inançlara sahip olmasına neden olur. (Bu olumsuz inançlar topluluğu literatürde Beck'in Bilişsel Üçlüsü olarak bilinir.

Beck'in kendi kuramını ve terapisini oluşturduğu bu yıllarda Albert Ellis de Rasyonel-Duygusal Davranış Terapisi (Rasyonel-Emosyonel, Akılcı-Duygucu gibi isimler aynı anlamdadır) olarak isimlendirdiği RET'i tanıtmaya başlamıştır. RET'de danışanlar A-B-C modelini kullanarak düşünceler, duygular ve davranışlar arasındaki ilişkileri algılamayı öğrenirler. Bu modelde; olaylar veya öncüller (A, antecedents), olayın anlamıyla ilgili inancı (B, belief), işlevsiz ve katı inançlar ise sonuç (C, consequence) anlamlarına gelir. Sonrasında terapist danışana, işlevsel olmayan inançları çürütmesi veya değiştirmesi için uyuşmayan düşünce (D) serilerini kullanmayı öğretir. İnanç bir defa çürütüldüğünde, ilk inancın yerini almak için daha esnek, etkili bir düşünce (E) üretilir ve kullanılır. Model, A-B-C-D-E olur. 

Bilişsel ve Davranışçı Terapilerde Genel İlkeler

BDT'nin şemsiye bir adlandırma olduğu söyleyebiliriz. BDT, çeşitli bozukluk ve sorunları ele almayı hedefleyen içinde çeşitli terapilerin bulunduğu, farklı teknikleri, yaklaşımları ve hedef popülasyonları vurgulayan geniş bir kategoridir. (BDT'nin üçüncü nesil, üçüncü dalga, yeni dalga diye adlandırılan çeşitlerinden bazıları Metakognitif Terapi, Kabul ve Adanmışlık Terapisi, Özşefkat Terapisi, Mindfulness, Diyalektik Davranış Terapisi'dir.)

1) Danışanlar ve problemleri biliş ve davranış açısından kavramlaştırılır:

BDT'deki klinik formülasyonlar büyük ölçüde, uyuma yönelik olmayan düşünceleri ve davranışları sürdüren ve danışanda stres ve bozulmalara neden olan durumu anlamaya yöneliktir. BDT terapisti danışanın şu anda yaşadığı zorluklara katkı sağlayan düşünce ve davranışlara odaklanır. Erken yaşam deneyimleri, durumsal stresörler, biyolojik ve genetik faktörler, altta yatan inançlar ve şu anki düşünce ve davranışların etkileşimi, danışanın sahip olduğu bozukluğun nasıl geliştiğini ve devam ettiğini açıklayan bir çalışma hipotezi oluşturmada dikkate alınır.

2) BDT çoğunlukla şimdiki zamana odaklıdır:

Danışanın öyküsünü anlamak ve geçmişinin şu anki işlevselliğini nasıl etkilediğini değerlendirmek yararlı olsa da BDT'nin esas vurgusu danışan için bugün neler olduğudur. (Elbette bazı önemli istisnalar vardır.)

3) Uyuma yönelik olmayan düşünceler ve davranışların öğrenildiği varsayılır:

Her ne kadar az bir kesim tüm uyum bozucu düşünce ve davranışların talihsiz bir öğrenme geçmişinin sonucu olduğunu iddia etse de modern BDT, düşünce ve davranışların nasıl sürdürüldüğünü anlamakta yerleşmiş öğrenme ilkelerinin önemini vurgulamaktadır. 

4) BDT spesifik, açıkça belirlenmiş hedeflere odaklanır:

BDT terapisti danışanla hedefler belirler ve bu hedefler objektif ve ölçülebilir terimlerle ifade edilir. Danışan, belirlenen hedefe ulaştığını nasıl anlayacak? Düşünce ve davranışlarda hangi değişimler gerçekleşmiş olacak? 

5) BDT iş birliğini ve danışanın uzmanlığını vurgular:

BDT terapisti, danışanı kendi terapisinde aktif bir rol alması için destekler. Hem danışanın hem terapistin uzman olduğunu vurgular. Terapist uyguladığı ilke ve tekniklerde uzmanken, danışan kendisi hakkında uzmandır. Bu ortaklaşa uzmanlık başarılı bir tedavi için zorunludur. 

6) BDT yapılandırılmış ve zaman sınırlıdır:

BDT terapisti her seansı bir gündem maddesi listesi kullanarak organize etmeye çalışır. Şeffaflık ilkesinin devamlılığı kapsamında terapist, danışanı her seansın hedefleri konusunda bilgilendirir ve ona gündem maddelerine eklemek istediği yeni başlıklar ya da aktiviteler olup olmadığını sorar. BDT'nin genellikle belirtilerdeki rahatlamaya, bozukluğun remisyona girmesinin kolaylaştırılmasına, danışanın işlevselliğinin artmasına, danışanın gelecekteki bir alevlenmeyi önleme becerilerinin geliştirilmesine ve tedavinin sonlandırılmasına odaklanarak hedeflenen zamanla sınırlı kalması amaçlanır.

7) BDT danışanın gereksinimlerine özel olarak planlanmıştır:

BDT, danışanın yaşadığı zorlukları bilişsel ve davranışçı bir çerçeveyle formüle eder, bilimsel olarak desteklenen terapötik müdahalelere yüksek değer verir ve öğrenme teorisinin ilkelerine dayanır, ancak herkese uyan tek bir kalıp yaklaşım değildir. Her tedavi özgül olarak danışanın gereksinimlerine göre planlanır. 

8) BDT terapistin aktif duruşunu gerektirir:

Etkin bir antrenör saha kenarında oturup oyuncuları gözlemlemekle kalmaz, benzer şekilde etkin bir BDT terapisti de tedavide aktif, ilgili ve yönlendirici bir rol alır. Öğrenme BDT'deki anahtar noktalardan biri olduğu için terapist diğer yönelimlerden daha fazla "öğretmen/eğitmen" rolü üstlenir.

9) BDT terapi odası dışında, gerçek dünyada uygulamalar gerektirir:

BDT terapistleri danışanın günlük hayatta yaşadığı deneyimleriyle ilgili olarak terapide neler yapılabildiğiyle ilgilenir. Müdahalelerin daha belirgin hale getirilmesi için terapistin esnekliği ve yaratıcılığı gerekebilir. Danışana verilebilecek egzersizler ilk olarak terapi odasında terapist eşliğinde yapılabilir, rol oynama gibi teknikler kullanılabilir.


Yaygın Mitler ve Yanlış Bilinenler


1) BDT'de terapötik ilişki önemli değildir:

Terapötik ilişki başarılı bir tedavinin önemli unsurlarındandır. BDT terapistleri önceki maddelerde değinildiği gibi birçok ilke ve tekniği kullanırken sıcaktır, destekleyicidir, ilgilidir; gerçek bir terapötik ortam yaratmak için çabalar. Empati, onaylama ve olumlu bakış gibi terapi öğelerinin kullanımı BDT'de oldukça önemlidir. BDT terapisti danışanıyla iş birliği yapar. Bu iş birliği vurgusu yapılan birçok çalışmada olumlu sonuç verdiği için kanıtlanmıştır. BDT'nin düşünce ve davranışların değişimi için iş birlikçi deneyci yaklaşıma vurgu yapması, danışan ve terapist arasındaki bağı zayıflatmaz, aksine destekler. 

2) BDT problemin kökenini değil, belirtileri giderir:

BDT'de bozukluğun altta yatan nedeni danışan formülasyonu ve müdahale yaklaşımının önemli bir parçasıdır, ancak burada nedenden kastedilen uyuma yönelik olmayan biliş ve davranışları pekiştiren ve sürdürülmesine neden olan süreçlerdir. BDT formülasyonu müdahalelerle keşfedilebilen, daha test edilebilir hipotezlere dayanır. BDT'de süreç öngörülebilir, geçici olarak geri dönen belirtiler için danışanla birlikte bir plan oluşturulur. Tedavinin sonlandırılmasını planlarken terapist, danışana gelecekte sorunların ne şekilde ortaya çıkabileceğine, bu durumda onları nasıl yönetebileceğine ve kayma ile nüksün arasındaki farkı nasıl anlayabileceğine dair bilgiler vererek yardımcı olur. 

3) BDT terapistin yaratıcılığını ve esnekliğini sınırlar:

BDT'ye aşina olmayan kişiler arasındaki en yaygın yanlış düşünce, bu tekniğin kullanımının terapistin danışanıyla yaptığı seansta spontane, özgün ve yaratıcı olabilmesini kısıtladığıdır. Aslında etkin bir BDT, terapistin seans gündemini BDT prensiplerine göre danışanın gerçek hayatına geçirebilmesini sağlayabilme yeteğine bağlıdır. 

BDT canlı, aksiyon dolu bir terapidir. Tıpkı, öğrencilerinin deneyimlerinden yararlanarak çeşitli aktivitelerle ve eğlenceli metaforlarla öğrencilerinin ilgisini çekebilen iyi bir öğretmen gibi, BDT terapisti de benzer bir şeyi yapar. BDT yeni davranışları ve değişen düşünceleri açıklamak için yaratıcı yaklaşımların kullanılmasını vurgular.


Sonuç olarak...

BDT, dünyada en yaygın uygulanan ve kapsamlı olarak incelenebilen psikososyal tedavilerden birini oluşturmak üzere, Bilişsel Terapi ve Davranışsal Öğrenme İlkeleri olarak iki farklı yöntemden evrilmiştir. BDT, uyuma yönelik olmayan bilişleri ve davranışları, aynı zamanda bunların duygular üzerinde etkisini yönetmek için kendine yeni teknikler ekleyerek evrilmektedir. Araştırma ortamlarından hastaneler, klinikler ve okullardaki pratiğe taşmaktadır. Sayısız bozukluğu ele alabilmesi, bozulma ve sıkıntıların azaltılabilmesi, günlük hayata uyarlanabilmesi ve kişinin işlevselliğinin arttırılabilmesi için zengin teknikler sunmaya devam edecektir.


Sevgiler,

Tuna 

20 Ocak 2022 Perşembe

Son Düello: Bir Kadının Savaşı

Gladyatör, Kara Şahin Düştü, Cennetin Krallığı, Robin Hood gibi meşhur filmlerden tanıdığımız yönetmen Ridley Scott'ın son harikası, gerçek bir olaydan yola çıkarak yazılan bir kitaptan uyarlama Son Düello, izleyenleri epey düşündüren bir film olmuş.


14. yy Fransa'sında geçen hikâye o dönemin derebeyleri arasındaki hiyerarşiyi, krala bağlılığı, kilisenin inanılmaz üstünlüğünü, dogmatik düşünceyi de film boyunca aktarıyor. Baskın ataerkil düzen, erkeklerin mülkiyet hakkı, erkeklerin her an üstünlüklerini-güçlerini ispatlamak için savaşa hazır durumda olmaları gibi buram buram testosteron kokan yapısı yüzünden filmi izlemek çok da kolay değil. 

Yönetmenin önceki filmleri yüzünden müthiş aksiyon sahneleri izleyeceklerini sanan izleyiciler ise aradıklarını bulamayacaklar. Bir olaydan yola çıkılarak durumlar üstüne çekilen filmin derdi başka: Bu filmde düello yapan, çarpışan, dövüşen kişiler iki erkek de olsa asıl savaşı veren karakter bir kadın. Bu kadın onurunun savaşını herkese karşı veriyor. Aksiyon sahnesi isteyenler için ise yönetmen finalde çok iyi çekilmiş düello sekansıyla gönül alıyor. Filmin senaryosunu Nicole Holofcener'le birlikte Good Will Hunting'ten bu yana ilk kez beraber senaryo yazan Matt Damon ve Ben Affleck kaleme almış. 

Jean de Carrouges (Matt Damon), bölgenin eskiden tanınan ailelerinden birinin hayattaki tek oğlu, tek varis karakter. Lady Marguerite’le (Jodie Comer) evleniyor, ki bu evliliğin sonunda karısına kalan miras ve topraklar de Carrouges'u çok heyecanlandırıyor. Jacques Le Gris (Adam Driver) ise de Carrouges'un daha önce beraber, omuz omuza savaştıkları bir nevi silah arkadaşı. Ancak Le Gris, Lady Marguerite'e kalacak önemli bir toprak parçasına bölgenin derebeyi Kont Pierre’in (Ben Affleck) sayesinde el koyuyor. O topraklarda gözü olan de Carrouges ise sinirden köpürüyor. Zaten film boyunca de Carrouges'u onuruna çok düşkün, neredeyse sürekli sinirli, oyunlar oynamayan dümdüz bir adam olarak tanıyoruz. 

Filmin unutulmasına izin vermeyen olayı ise üç karakterin gözünden yaşananları ayrı ayrı göstermesi bence. Le Gris, de Carrouges'un gittiği bir savaşı fırsat bilerek de Carrouges'un karısı Lady Marguerite'e tecavüz ediyor. Bu olay öncesinde ve olay sırasında yaşananlar hem de Carrouges'un, hem Le Gris'nin hem de Lady Marguerite'in gözünden anlatılıyor. Anlatımlar arasındaki küçük nüanslar bireysel algılarımızın ne kadar farklı olduğunu bir kez daha göstermesi açısından da ilgi çekici. 


1386 yılının Fransa'sında susup kaderine razı olması beklenen kadın karakter susmuyor ve kocasına duruma anlatıyor. Onuruna düşkün ve Le Gris'ye zaten çoktan düşman olan de Carrouges deliye dönüyor ve önce bölgenin derebeyi Kont Pierre'e gidiyor. Kont Pierre'in Le Gris'yle arası çok iyi olduğundan sonuç alınamıyor ve de Carrouges Fransa Kralı'na kadar gidiyor. O dakikadan sonra olayı Fransa'da duymayan kalmıyor. Oldukça genç, toy bir delikanlı sayılacak kral ise düelloya karar veriyor. Düello'yu kazanan kişi Tanrı'nın iradesi sayesinde haklılığını ispatlamış olacakmış. Ve iş bu kadarla kalmıyor: de Carrouges düelloyu kaybederse, karısı tecavüz suçlaması yaptığı için haksız bulunacak ve diri diri bir kazığa oturtulup yakılacak. de Carrrouges bunu tereddütsüz kabul ediyor. Çünkü onun için onuru ve Le Gris'yi yenmek her şeyden önemli. 

Filmdeki bazı diyalogların çok önemli olduklarını düşünüyorum, filmin asıl meselesi o konuşmalarda yatıyor. Ancak izlemeyenler için keyfini kaçırmamak adına o konuşmaları alıntılamayacağım. Filmin gidişatını güzelleştiren anlardan birini yazayım: Film üç karakterin gözünden anlatılan üç bölümden oluşuyor. Her bölüme geçiş sırasında ekran kararıyor ve yeni bölümün başlığını yazıyor. Üçüncü bölümde ise çıkan yazı "Chapter Three - The Truth according to The Lady Marguerite" oluyor ve yazılar silinip geriye sadece "The truth" kelimesi kalıyor. Bu da bir kadının haklı mücadelesini gözler önüne seriyor zaten. Ki bu kadın bırakın erkekleri, kadınların bile desteğini alamadan mücadelesini sürdürmek zorunda kalıyor. 

İyi film. 

17 Ocak 2022 Pazartesi

Anna Karenina'ya Ağlamak

1860'da, Garibaldi'nin Sicilya'ya yaptığı keşif yolculuğunun peşinden gitmek için Akdeniz'den geçmek üzereyken, Alexandre Dumas (baba) Marsilya'da mola vermiş ve kahramanı Edmond Dantés'nin Monte Cristo Kontu olmadan önce on dört yıl hapis yattığı ve hapishane arkadaşı papaz Faria'dan hücresinde ders aldığı If Şatosu'nu ziyaret etmiş. Dumas oradayken, ziyaretçilere hep Monte Cristo'nun "gerçek" hücresi denilen yerin gösterildiğini ve rehberlerin, Dantés, Faria ve romandaki diğer karakterlerden sahiden yaşamış kişilermiş gibi söz ettiklerini keşfetmiş. Oysa aynı rehberler, If Şatosu'nda Mirabeau Kontu gibi önemli tarihi kişiliklerin hapis yattığını asla ağızlarına almıyorlarmış.


Dumas anılarında şöyle der: "Romancıların bir ayrıcalığı vardır, tarihçilerin karakterlerini öldürecek karakterler yaratırlar. Bunun nedeni, tarihçilerin anlattıkları kişilerin hayalet, romancıların yarattıklarının ise kanlı-canlı insanlar olmasıdır."

Bir gün bir arkadaşım şu konuda bir seminer düzenlememi istedi: Eğer Anna Karenina'nın gerçek dünyada var olmayan kurmaca bir karakter olduğunu biliyorsak o zaman onun düştüğü kötü duruma neden ağlıyoruz ya da talihsizliği bizi neden derinden etkiliyor?

Scarlett O'Hara'nın kaderine gözyaşı dökmeyen ama Anna Karenina'nın kaderine isyan eden pek çok kültürlü okur vardır herhalde. Daha da ötesi, Cyrano de Bergerac oyununun sonunda açık açık ağlayan kültürlü aydınlar gördüm; bu gerçek, kimseyi şaşırtmamalı, çünkü sahne oyunundaki strateji seyircilerin gözyaşı dökmelerini sağlamaya yönelikse, kültür düzeyleri ne olursa olsun ağlarlar. Bu bir estetik sorunu değildir, büyük sanat yapıtları duygusal bir tepki uyandırmayabilirler, oysa pek çok kötü film ve ucuz roman bunu başarır. Pek çok okura gözyaşı döktürten Madam Bovary'nin, okuduğu aşk hikâyelerine ağladığını da hatırlayalım.

Arkadaşıma açık açık bu olayın ne ontoloji ne de mantık açısından bir tutarlılığı olduğunu, sadece psikologları ilgilendireceğini söyledim. Kurmaca karakterlerle ve yaptıkları işlerle özdeşleşebiliriz, çünkü anlatı konusundaki anlaşma uyarınca, onların hikâyesinin olası dünyasında, orası bizim gerçek dünyamızmışçasına yaşamaya başlarız. Ama bu, sadece kurmaca yapıtlar okuduğumuzda olmaz. (...)

Nihayetinde, bu konuyu kafamdan tamamıyla çıkarıp atamayacağımın farkına vardım. Sevdiğimiz birinin hayali ölümüne ağlamakla Anna Karenina'nın ölümüne ağlamak arasında bir fark olduğunu itiraf etmek gerekir. Her iki örnekte de olası bir dünyada olanları doğal karşıladığımız doğrudur. İlkinde imgelemimizin dünyasında, ikincisinde Tolstoy'un kurduğu bir dünyada. Ama sonra bize, sevdiğimiz kişinin gerçekten ölüp ölmediği sorulduğunda -tıpkı bir karabasandan uyandığımızda olduğu gibi- iç rahatlığıyla bunun doğru olmadığını söyleyebiliriz; öte yandan Anna Karenina'nın ölüp ölmediği sorulduğunda hep "evet" yanıtını veririz çünkü bütün olası dünyalarda Anna Karenina gerçekten intihar etmiştir.