21 Ocak 2022 Cuma

Bilişsel ve Davranışçı Terapiler

Son zamanlarda lisans/yüksek lisans öğrencilerinden aldığım birçok mesaj, benim devam etmekte olduğum eğitim süreçlerini kapsıyor. Klinik Psikoloji yüksek lisansıyla ilgili soruların yanında Bilişsel ve Davranışçı Terapiler adına da sorular geliyor. (Kognitif ve Davranış Terapileri olarak da bilinir, aynı şeyden bahsediyoruz.) Benim yaptığım okumalar sonucunda paylaştığım psikanalitik yazılar sanırım biraz kafa karıştırmış. Bana göre kafa karıştıracak bir durum yok aslında; psikanalitik yazılar okumayı, durumlara farklı açılardan bakabilmeyi seviyorum. Bu yüzden insan için yapılan ve geliştirilen her psikoterapi çok değerlidir görüşündeyim. Bir fanatik gibi ekol savunması hiç yapmadım, bundan sonra da yapmam büyük ihtimalle. Ben tamamen Kanıta Dayalı Psikoterapiler (Evidence-Based) olarak kavramsallaşan Bilişsel ve Davranışçı Terapiler (BDT) yönelimli bir eğitim alıyorum ve çalışma pratiğim de tamamen BDT'ye göre şekilleniyor.

Gelen soruları tek tek yanıtlıyorum ama sorular birbirine benzer olmaya başlayınca BDT'yle ilgili bir yazı yazmak istedim. Elbette birçok yazı bulunabilir web'de yapılan aramalarda, dilerseniz onlardan da faydalanabilirsiniz. Ben bu yazıdaki bilgileri Çocuk ve Ergenler İçin Bilişsel Davranışçı Terapi kitabından çocuk ve ergen tedavilerine geçmeden önceki BDT'nin anlatıldığı sayfalardan ve kendi eğitim bilgilerimden derledim.

İlgilenenlere iyi okumalar dilerken her zaman olduğu gibi sormak istediğiniz sorular ve randevu için tunabaharr@gmail.com adresine yazabilirsiniz.

(Görsel: Stephanie DeAngelis)


Bilişsel ve Davranışçı Terapiler: Kısa bir tarihçe

Kişinin yaşam deneyimleri oldukça kapsamlı bir şekilde düşünceleri ve davranışları tarafından şekilleniyor, bu durum psikoloji alanına öncülük ediyor ve bunun yanında bazı kuramcı ve pratisyenler bildiğimiz modern anlamda BDT'nin temellerini atıyorlar.  

İlk olarak akla hayvanlar üzerinde deneyler yapan ve bugün Klasik Koşullanma olarak bildiğimiz yöntemi bulan Pavlov geliyor (1927-28). Hemen ardından Watson, gözlenebilir davranışlar ve organizmanın yeni davranışları öğrenme kapasitesi hakkındaki çalışmalarıyla öğrenme kuramına katkı yapıyor (1930). Skinner, edimsel koşullanmadaki pekiştirme süreçlerinin analiziyle öğrenme kuramının kapsamını genişletiyor (1958). Daha sonraları davranış terapileri adını alacak olan çalışmalar ve öğrenme kuramlarının gelişmesi Lazarus (1971), London (1972), Yates (1975) sayesinde oluşturuluyor. Benim kısaca geçtiğim bu yıllardan ve tartışılan bulgulardan sonra kişilerde uyuma yönelik olmayan davranışların büyük ölçüde öğrenme yoluyla kazanıldığı anlayışı yerleşmeye başlıyor.

Bu süreçten bahsederken Wolpe ve Eysenck'ten bahsetmemek olmaz: Wolpe'nin 1960'lara doğru yaptığı çalışmalar psikososyal müdahalede koşullanma tekniklerinin kullanımına ilişkin en iyi bilinen erken dönemli yaklaşımlardan biridir. Karşıt koşullanma üzerine yaptığı çalışmalara dayanarak Wolpe, kişilerdeki anskiyetenin olumlu yanıtlar, gevşeme ya da seksüel uyarılma gibi farklı bir parasempatik yanıtla engellenebileceğini göstermiştir. Benzer bir şekilde Eysenck (1959), korkulan nesnelerle ya da durumlarla kademeli temas gevşeme eğitimi ile eşleştirerek fobik yanıtları kontrol altına alabildiğini göstermiştir. 

1960'larda neredeyse eş zamanlı olarak psikoterapilerde bilişleri ön plana çıkaran iki yaklaşım gelişmeye başlamıştır; Bilişsel Terapi ve Rasyonel-Emosyonel Terapi. Aslında bir psikanalist olan Aaron T. Beck tarafından geliştirilen Bilişsel Terapi, kişilerin yaşamlarındaki olayları algılama ve anlamlandırmanın terapideki anahtar nokta olduğu esasına dayanmaktadır. Beck, ilk yıllarında özellikle depresif bireylerin erken yaşam deneyimleri ve olumsuz olayları nedeniyle olumsuz bir şema veya bakış açısı ile bilgi işleme süreci geliştirdiklerini öne sürmüştür. Bu şema, bireye kendine özgü öğrenme deneyimlerini hatırlatan durumlarda aktifleşir ve kendisi, dünya ve gelecek hakkında uyuma yönelik olmayan olumsuz inançlara sahip olmasına neden olur. (Bu olumsuz inançlar topluluğu literatürde Beck'in Bilişsel Üçlüsü olarak bilinir.

Beck'in kendi kuramını ve terapisini oluşturduğu bu yıllarda Albert Ellis de Rasyonel-Duygusal Davranış Terapisi (Rasyonel-Emosyonel, Akılcı-Duygucu gibi isimler aynı anlamdadır) olarak isimlendirdiği RET'i tanıtmaya başlamıştır. RET'de danışanlar A-B-C modelini kullanarak düşünceler, duygular ve davranışlar arasındaki ilişkileri algılamayı öğrenirler. Bu modelde; olaylar veya öncüller (A, antecedents), olayın anlamıyla ilgili inancı (B, belief), işlevsiz ve katı inançlar ise sonuç (C, consequence) anlamlarına gelir. Sonrasında terapist danışana, işlevsel olmayan inançları çürütmesi veya değiştirmesi için uyuşmayan düşünce (D) serilerini kullanmayı öğretir. İnanç bir defa çürütüldüğünde, ilk inancın yerini almak için daha esnek, etkili bir düşünce (E) üretilir ve kullanılır. Model, A-B-C-D-E olur. 

Bilişsel ve Davranışçı Terapilerde Genel İlkeler

BDT'nin şemsiye bir adlandırma olduğu söyleyebiliriz. BDT, çeşitli bozukluk ve sorunları ele almayı hedefleyen içinde çeşitli terapilerin bulunduğu, farklı teknikleri, yaklaşımları ve hedef popülasyonları vurgulayan geniş bir kategoridir. (BDT'nin üçüncü nesil, üçüncü dalga, yeni dalga diye adlandırılan çeşitlerinden bazıları Metakognitif Terapi, Kabul ve Adanmışlık Terapisi, Özşefkat Terapisi, Mindfulness, Diyalektik Davranış Terapisi'dir.)

1) Danışanlar ve problemleri biliş ve davranış açısından kavramlaştırılır:

BDT'deki klinik formülasyonlar büyük ölçüde, uyuma yönelik olmayan düşünceleri ve davranışları sürdüren ve danışanda stres ve bozulmalara neden olan durumu anlamaya yöneliktir. BDT terapisti danışanın şu anda yaşadığı zorluklara katkı sağlayan düşünce ve davranışlara odaklanır. Erken yaşam deneyimleri, durumsal stresörler, biyolojik ve genetik faktörler, altta yatan inançlar ve şu anki düşünce ve davranışların etkileşimi, danışanın sahip olduğu bozukluğun nasıl geliştiğini ve devam ettiğini açıklayan bir çalışma hipotezi oluşturmada dikkate alınır.

2) BDT çoğunlukla şimdiki zamana odaklıdır:

Danışanın öyküsünü anlamak ve geçmişinin şu anki işlevselliğini nasıl etkilediğini değerlendirmek yararlı olsa da BDT'nin esas vurgusu danışan için bugün neler olduğudur. (Elbette bazı önemli istisnalar vardır.)

3) Uyuma yönelik olmayan düşünceler ve davranışların öğrenildiği varsayılır:

Her ne kadar az bir kesim tüm uyum bozucu düşünce ve davranışların talihsiz bir öğrenme geçmişinin sonucu olduğunu iddia etse de modern BDT, düşünce ve davranışların nasıl sürdürüldüğünü anlamakta yerleşmiş öğrenme ilkelerinin önemini vurgulamaktadır. 

4) BDT spesifik, açıkça belirlenmiş hedeflere odaklanır:

BDT terapisti danışanla hedefler belirler ve bu hedefler objektif ve ölçülebilir terimlerle ifade edilir. Danışan, belirlenen hedefe ulaştığını nasıl anlayacak? Düşünce ve davranışlarda hangi değişimler gerçekleşmiş olacak? 

5) BDT iş birliğini ve danışanın uzmanlığını vurgular:

BDT terapisti, danışanı kendi terapisinde aktif bir rol alması için destekler. Hem danışanın hem terapistin uzman olduğunu vurgular. Terapist uyguladığı ilke ve tekniklerde uzmanken, danışan kendisi hakkında uzmandır. Bu ortaklaşa uzmanlık başarılı bir tedavi için zorunludur. 

6) BDT yapılandırılmış ve zaman sınırlıdır:

BDT terapisti her seansı bir gündem maddesi listesi kullanarak organize etmeye çalışır. Şeffaflık ilkesinin devamlılığı kapsamında terapist, danışanı her seansın hedefleri konusunda bilgilendirir ve ona gündem maddelerine eklemek istediği yeni başlıklar ya da aktiviteler olup olmadığını sorar. BDT'nin genellikle belirtilerdeki rahatlamaya, bozukluğun remisyona girmesinin kolaylaştırılmasına, danışanın işlevselliğinin artmasına, danışanın gelecekteki bir alevlenmeyi önleme becerilerinin geliştirilmesine ve tedavinin sonlandırılmasına odaklanarak hedeflenen zamanla sınırlı kalması amaçlanır.

7) BDT danışanın gereksinimlerine özel olarak planlanmıştır:

BDT, danışanın yaşadığı zorlukları bilişsel ve davranışçı bir çerçeveyle formüle eder, bilimsel olarak desteklenen terapötik müdahalelere yüksek değer verir ve öğrenme teorisinin ilkelerine dayanır, ancak herkese uyan tek bir kalıp yaklaşım değildir. Her tedavi özgül olarak danışanın gereksinimlerine göre planlanır. 

8) BDT terapistin aktif duruşunu gerektirir:

Etkin bir antrenör saha kenarında oturup oyuncuları gözlemlemekle kalmaz, benzer şekilde etkin bir BDT terapisti de tedavide aktif, ilgili ve yönlendirici bir rol alır. Öğrenme BDT'deki anahtar noktalardan biri olduğu için terapist diğer yönelimlerden daha fazla "öğretmen/eğitmen" rolü üstlenir.

9) BDT terapi odası dışında, gerçek dünyada uygulamalar gerektirir:

BDT terapistleri danışanın günlük hayatta yaşadığı deneyimleriyle ilgili olarak terapide neler yapılabildiğiyle ilgilenir. Müdahalelerin daha belirgin hale getirilmesi için terapistin esnekliği ve yaratıcılığı gerekebilir. Danışana verilebilecek egzersizler ilk olarak terapi odasında terapist eşliğinde yapılabilir, rol oynama gibi teknikler kullanılabilir.


Yaygın Mitler ve Yanlış Bilinenler


1) BDT'de terapötik ilişki önemli değildir:

Terapötik ilişki başarılı bir tedavinin önemli unsurlarındandır. BDT terapistleri önceki maddelerde değinildiği gibi birçok ilke ve tekniği kullanırken sıcaktır, destekleyicidir, ilgilidir; gerçek bir terapötik ortam yaratmak için çabalar. Empati, onaylama ve olumlu bakış gibi terapi öğelerinin kullanımı BDT'de oldukça önemlidir. BDT terapisti danışanıyla iş birliği yapar. Bu iş birliği vurgusu yapılan birçok çalışmada olumlu sonuç verdiği için kanıtlanmıştır. BDT'nin düşünce ve davranışların değişimi için iş birlikçi deneyci yaklaşıma vurgu yapması, danışan ve terapist arasındaki bağı zayıflatmaz, aksine destekler. 

2) BDT problemin kökenini değil, belirtileri giderir:

BDT'de bozukluğun altta yatan nedeni danışan formülasyonu ve müdahale yaklaşımının önemli bir parçasıdır, ancak burada nedenden kastedilen uyuma yönelik olmayan biliş ve davranışları pekiştiren ve sürdürülmesine neden olan süreçlerdir. BDT formülasyonu müdahalelerle keşfedilebilen, daha test edilebilir hipotezlere dayanır. BDT'de süreç öngörülebilir, geçici olarak geri dönen belirtiler için danışanla birlikte bir plan oluşturulur. Tedavinin sonlandırılmasını planlarken terapist, danışana gelecekte sorunların ne şekilde ortaya çıkabileceğine, bu durumda onları nasıl yönetebileceğine ve kayma ile nüksün arasındaki farkı nasıl anlayabileceğine dair bilgiler vererek yardımcı olur. 

3) BDT terapistin yaratıcılığını ve esnekliğini sınırlar:

BDT'ye aşina olmayan kişiler arasındaki en yaygın yanlış düşünce, bu tekniğin kullanımının terapistin danışanıyla yaptığı seansta spontane, özgün ve yaratıcı olabilmesini kısıtladığıdır. Aslında etkin bir BDT, terapistin seans gündemini BDT prensiplerine göre danışanın gerçek hayatına geçirebilmesini sağlayabilme yeteğine bağlıdır. 

BDT canlı, aksiyon dolu bir terapidir. Tıpkı, öğrencilerinin deneyimlerinden yararlanarak çeşitli aktivitelerle ve eğlenceli metaforlarla öğrencilerinin ilgisini çekebilen iyi bir öğretmen gibi, BDT terapisti de benzer bir şeyi yapar. BDT yeni davranışları ve değişen düşünceleri açıklamak için yaratıcı yaklaşımların kullanılmasını vurgular.


Sonuç olarak...

BDT, dünyada en yaygın uygulanan ve kapsamlı olarak incelenebilen psikososyal tedavilerden birini oluşturmak üzere, Bilişsel Terapi ve Davranışsal Öğrenme İlkeleri olarak iki farklı yöntemden evrilmiştir. BDT, uyuma yönelik olmayan bilişleri ve davranışları, aynı zamanda bunların duygular üzerinde etkisini yönetmek için kendine yeni teknikler ekleyerek evrilmektedir. Araştırma ortamlarından hastaneler, klinikler ve okullardaki pratiğe taşmaktadır. Sayısız bozukluğu ele alabilmesi, bozulma ve sıkıntıların azaltılabilmesi, günlük hayata uyarlanabilmesi ve kişinin işlevselliğinin arttırılabilmesi için zengin teknikler sunmaya devam edecektir.


Sevgiler,

Tuna 

20 Ocak 2022 Perşembe

Son Düello: Bir Kadının Savaşı

Gladyatör, Kara Şahin Düştü, Cennetin Krallığı, Robin Hood gibi meşhur filmlerden tanıdığımız yönetmen Ridley Scott'ın son harikası, gerçek bir olaydan yola çıkarak yazılan bir kitaptan uyarlama Son Düello, izleyenleri epey düşündüren bir film olmuş.


14. yy Fransa'sında geçen hikâye o dönemin derebeyleri arasındaki hiyerarşiyi, krala bağlılığı, kilisenin inanılmaz üstünlüğünü, dogmatik düşünceyi de film boyunca aktarıyor. Baskın ataerkil düzen, erkeklerin mülkiyet hakkı, erkeklerin her an üstünlüklerini-güçlerini ispatlamak için savaşa hazır durumda olmaları gibi buram buram testosteron kokan yapısı yüzünden filmi izlemek çok da kolay değil. 

Yönetmenin önceki filmleri yüzünden müthiş aksiyon sahneleri izleyeceklerini sanan izleyiciler ise aradıklarını bulamayacaklar. Bir olaydan yola çıkılarak durumlar üstüne çekilen filmin derdi başka: Bu filmde düello yapan, çarpışan, dövüşen kişiler iki erkek de olsa asıl savaşı veren karakter bir kadın. Bu kadın onurunun savaşını herkese karşı veriyor. Aksiyon sahnesi isteyenler için ise yönetmen finalde çok iyi çekilmiş düello sekansıyla gönül alıyor. Filmin senaryosunu Nicole Holofcener'le birlikte Good Will Hunting'ten bu yana ilk kez beraber senaryo yazan Matt Damon ve Ben Affleck kaleme almış. 

Jean de Carrouges (Matt Damon), bölgenin eskiden tanınan ailelerinden birinin hayattaki tek oğlu, tek varis karakter. Lady Marguerite’le (Jodie Comer) evleniyor, ki bu evliliğin sonunda karısına kalan miras ve topraklar de Carrouges'u çok heyecanlandırıyor. Jacques Le Gris (Adam Driver) ise de Carrouges'un daha önce beraber, omuz omuza savaştıkları bir nevi silah arkadaşı. Ancak Le Gris, Lady Marguerite'e kalacak önemli bir toprak parçasına bölgenin derebeyi Kont Pierre’in (Ben Affleck) sayesinde el koyuyor. O topraklarda gözü olan de Carrouges ise sinirden köpürüyor. Zaten film boyunca de Carrouges'u onuruna çok düşkün, neredeyse sürekli sinirli, oyunlar oynamayan dümdüz bir adam olarak tanıyoruz. 

Filmin unutulmasına izin vermeyen olayı ise üç karakterin gözünden yaşananları ayrı ayrı göstermesi bence. Le Gris, de Carrouges'un gittiği bir savaşı fırsat bilerek de Carrouges'un karısı Lady Marguerite'e tecavüz ediyor. Bu olay öncesinde ve olay sırasında yaşananlar hem de Carrouges'un, hem Le Gris'nin hem de Lady Marguerite'in gözünden anlatılıyor. Anlatımlar arasındaki küçük nüanslar bireysel algılarımızın ne kadar farklı olduğunu bir kez daha göstermesi açısından da ilgi çekici. 


1386 yılının Fransa'sında susup kaderine razı olması beklenen kadın karakter susmuyor ve kocasına duruma anlatıyor. Onuruna düşkün ve Le Gris'ye zaten çoktan düşman olan de Carrouges deliye dönüyor ve önce bölgenin derebeyi Kont Pierre'e gidiyor. Kont Pierre'in Le Gris'yle arası çok iyi olduğundan sonuç alınamıyor ve de Carrouges Fransa Kralı'na kadar gidiyor. O dakikadan sonra olayı Fransa'da duymayan kalmıyor. Oldukça genç, toy bir delikanlı sayılacak kral ise düelloya karar veriyor. Düello'yu kazanan kişi Tanrı'nın iradesi sayesinde haklılığını ispatlamış olacakmış. Ve iş bu kadarla kalmıyor: de Carrouges düelloyu kaybederse, karısı tecavüz suçlaması yaptığı için haksız bulunacak ve diri diri bir kazığa oturtulup yakılacak. de Carrrouges bunu tereddütsüz kabul ediyor. Çünkü onun için onuru ve Le Gris'yi yenmek her şeyden önemli. 

Filmdeki bazı diyalogların çok önemli olduklarını düşünüyorum, filmin asıl meselesi o konuşmalarda yatıyor. Ancak izlemeyenler için keyfini kaçırmamak adına o konuşmaları alıntılamayacağım. Filmin gidişatını güzelleştiren anlardan birini yazayım: Film üç karakterin gözünden anlatılan üç bölümden oluşuyor. Her bölüme geçiş sırasında ekran kararıyor ve yeni bölümün başlığını yazıyor. Üçüncü bölümde ise çıkan yazı "Chapter Three - The Truth according to The Lady Marguerite" oluyor ve yazılar silinip geriye sadece "The truth" kelimesi kalıyor. Bu da bir kadının haklı mücadelesini gözler önüne seriyor zaten. Ki bu kadın bırakın erkekleri, kadınların bile desteğini alamadan mücadelesini sürdürmek zorunda kalıyor. 

İyi film. 

17 Ocak 2022 Pazartesi

Anna Karenina'ya Ağlamak

1860'da, Garibaldi'nin Sicilya'ya yaptığı keşif yolculuğunun peşinden gitmek için Akdeniz'den geçmek üzereyken, Alexandre Dumas (baba) Marsilya'da mola vermiş ve kahramanı Edmond Dantés'nin Monte Cristo Kontu olmadan önce on dört yıl hapis yattığı ve hapishane arkadaşı papaz Faria'dan hücresinde ders aldığı If Şatosu'nu ziyaret etmiş. Dumas oradayken, ziyaretçilere hep Monte Cristo'nun "gerçek" hücresi denilen yerin gösterildiğini ve rehberlerin, Dantés, Faria ve romandaki diğer karakterlerden sahiden yaşamış kişilermiş gibi söz ettiklerini keşfetmiş. Oysa aynı rehberler, If Şatosu'nda Mirabeau Kontu gibi önemli tarihi kişiliklerin hapis yattığını asla ağızlarına almıyorlarmış.


Dumas anılarında şöyle der: "Romancıların bir ayrıcalığı vardır, tarihçilerin karakterlerini öldürecek karakterler yaratırlar. Bunun nedeni, tarihçilerin anlattıkları kişilerin hayalet, romancıların yarattıklarının ise kanlı-canlı insanlar olmasıdır."

Bir gün bir arkadaşım şu konuda bir seminer düzenlememi istedi: Eğer Anna Karenina'nın gerçek dünyada var olmayan kurmaca bir karakter olduğunu biliyorsak o zaman onun düştüğü kötü duruma neden ağlıyoruz ya da talihsizliği bizi neden derinden etkiliyor?

Scarlett O'Hara'nın kaderine gözyaşı dökmeyen ama Anna Karenina'nın kaderine isyan eden pek çok kültürlü okur vardır herhalde. Daha da ötesi, Cyrano de Bergerac oyununun sonunda açık açık ağlayan kültürlü aydınlar gördüm; bu gerçek, kimseyi şaşırtmamalı, çünkü sahne oyunundaki strateji seyircilerin gözyaşı dökmelerini sağlamaya yönelikse, kültür düzeyleri ne olursa olsun ağlarlar. Bu bir estetik sorunu değildir, büyük sanat yapıtları duygusal bir tepki uyandırmayabilirler, oysa pek çok kötü film ve ucuz roman bunu başarır. Pek çok okura gözyaşı döktürten Madam Bovary'nin, okuduğu aşk hikâyelerine ağladığını da hatırlayalım.

Arkadaşıma açık açık bu olayın ne ontoloji ne de mantık açısından bir tutarlılığı olduğunu, sadece psikologları ilgilendireceğini söyledim. Kurmaca karakterlerle ve yaptıkları işlerle özdeşleşebiliriz, çünkü anlatı konusundaki anlaşma uyarınca, onların hikâyesinin olası dünyasında, orası bizim gerçek dünyamızmışçasına yaşamaya başlarız. Ama bu, sadece kurmaca yapıtlar okuduğumuzda olmaz. (...)

Nihayetinde, bu konuyu kafamdan tamamıyla çıkarıp atamayacağımın farkına vardım. Sevdiğimiz birinin hayali ölümüne ağlamakla Anna Karenina'nın ölümüne ağlamak arasında bir fark olduğunu itiraf etmek gerekir. Her iki örnekte de olası bir dünyada olanları doğal karşıladığımız doğrudur. İlkinde imgelemimizin dünyasında, ikincisinde Tolstoy'un kurduğu bir dünyada. Ama sonra bize, sevdiğimiz kişinin gerçekten ölüp ölmediği sorulduğunda -tıpkı bir karabasandan uyandığımızda olduğu gibi- iç rahatlığıyla bunun doğru olmadığını söyleyebiliriz; öte yandan Anna Karenina'nın ölüp ölmediği sorulduğunda hep "evet" yanıtını veririz çünkü bütün olası dünyalarda Anna Karenina gerçekten intihar etmiştir.

15 Ocak 2022 Cumartesi

Seneler

"Sahip olduğumuz tek şey tarihimiz, o da bize ait değil."

José Ortega y Gasset


Eşyaları arzulayacak zamanımız vardı, plastik kalem kutusu, kauçuk tabanlı ayakkabı, altın saat. Elde ettiğimizde bize hayal kırıklığı yaşatmıyordu onlar. Başkalarını hayran bırakmak için sergiliyorduk her birini. Seyretmekle ya da dokunmakla azalıp tükenmeyen bir sihir ve büyü barındırıyorlardı. Onlara sahip olduktan sonra bile durmadan evirip çevirerek, kim bilir ne bekliyorsak, hâlâ bir şeyler beklemeye devam ediyorduk.



Varoluşumuzun ufku ilerlemeydi. İlerleme refah anlamına geliyordu, çocukların sağlık ve afiyette, evlerin ışıl ışıl, sokakların aydınlık olması demekti, savaşın ve köy hayatının tüm karanlık unsurlarına sırt çevirmek demekti. İlerleme plastikte ve formikadaydı; antibiyotiklerde ve sosyal sigorta ödeneklerinde, mutfak musluğunda akan suda ve kanalizasyondaydı; tatil kamplarında, yüksek öğrenimde ve atomdaydı. Zekânın ve açık görüşlülüğün kanıtı olarak, zamana ayak uyduracaksın diye tekrarlıyordu herkes birbiriyle yarışırcasına. Orta ikideki kompozisyon dersinde "elektriğin faydaları" ya da "modern dünyayı karalayan birine karşı cevaplar" gibi konulardan birini seçiyorduk. Anne babalarımız, gençler bizden daha çok şey bilecek diye iddia ediyordu.

Gerçekteyse, evlerin darlığı çocuklarla anne babaları, kız, oğlan bütün kardeşleri aynı odada yatmaya mecbur bırakıyordu, hâlâ leğende el yüz yıkanıyor, âdet bezlerindeki kan soğuk suda akıtılıyordu. Çocukların nezle ve bronşitleri hardal tozu lapasıyla tedavi ediliyor, büyükler grip olduğunda kendilerini sıcak rom ve gripinle iyileştiriyordu. 

Erkekler güpegündüz duvar kenarlarına işiyordu. Yüksek öğrenime şüpheyle bakılıyor, gözünü fazla yukarılara dikmiş olmaktan ötürü, meçhul bir yaptırımla alaşağı edilip cezalandırılmaktan korkuluyordu, fazla okumak insana kafayı yedirirdi. Ağzında eksik diş olmayan yoktu. Zaman herkesin yüzüne aynı şekilde gülmüyor deniyordu.

- - - - - - -

Çocukları okula göndermek mi daha iyi yoksa kendi kendilerini eğitmeleri mi, Ajax toz temizleyici kullanmanın toksik etkisi var mı, yoga yapmak faydalı mı, grup terapisi işe yarıyor mu, günde sadece iki saat çalışmak ütopya mı, kadınlar erkeklerle eşit mi, yoksa farklılıkta eşitlik mi talep etmeli soruları masaya yatırılıyordu. 

Bütün alışkanlıklar, her şeyin en iyi nasıl yapılabileceği gözden geçiriliyordu: en iyi beslenme, doğum, tedavi ve bakım, çocuk yetiştirme, kendinle, başkalarıyla, doğayla uyum içinde yaşama ve toplumdan kaçma biçimleri. Kendini ifade etme yolları: çömlekçilik, dokumacılık, gitar, takı, tiyatro, yazı. Tanımsız ve uçsuz bucaksız bir yaratma arzusu vardı havada. Herkes kendini sanatsal bir faaliyete veriyor ya da ilerisi için planlıyordu. Şu ya da bu biçimde, bütün sanatsal ifade araçlarının aynı derecede değerli olduğu görüşündeydik, resim yapmak ya da yan flüt çalmak dışında, psikanaliz yoluyla kendini gerçekleştirmek de mümkündü. 

- Annie Ernaux, Seneler



"Bütün görüntüler yok olup gidecek" cümlesiyle başlayan bu kitapta Ernaux, farklı türden bir otobiyografik anlatıya soyunmuş. 1940'lı yıllardan 2000'li yıllara uzanan bu bir çeşit tarih yazımında kendini merkezden çıkaran yazar görsel malzeme kullanmadan, II. Dünya Savaşı sonrası Fransası, gündelik hayatı, bireysel ve toplumsal dönüşümleri yazmış. Oldukça etkileyici. 

13 Ocak 2022 Perşembe

Bir gencin ne olacağı hiç belli olmaz

Üstünde yeşil bir kıyafet ve yeşil bir kravat var. Kıvırcık saçları gri ve gür, gri bıyığının uçlarını sık sık parmaklarına doluyor. Bükük gömlek yakası eski moda ve köşeli çenesi onun üzerinden hafifçe sarkıyor. Gözleri bir çocuğunki gibi koyu mavi, cildi bir çocuğunki gibi kırmızı, beyaz ve şeffaf. Kollarını her şeyi kucaklarcasına, kavisler çizerek oynatıyor, elleri küçük ve zarif ve eklemlerinde gamzeler var. 


Sıcak, cana yakın bir tabiatı var ve onunla beraberken çabucak çekingeliğimi unutuyorum. Görünüşü Bay Krogh'a benzemiyor, yine de biraz onu andırıyor. Yemeğini seçmeden evvel menüyü uzun uzun inceliyor, ben de ne olduğunu bilmeden onun söylediğinden ısmarlıyorum. Yemeğine çok düşkün olduğunu ve bunun herhâlde görünüşünden de belli olduğunu söylüyor. Hayır diyorum nazikçe. Ne yediğimi hiç önemsemediğimi itiraf ediyorum, o da gülerek bunun görünüşümden gayet belli olduğunu söylüyor. 

Fazlasıyla incesin, diyor. Yemekle beraber şarap içiyoruz ve ekşi olduğundan yüzümü buruşturuyorum. Daha gençsin ondan diyor. Biraz büyüdüğümde şarabın tadına varmayı öğreneceğim. Kendimden biraz bahsetmemi, onu nasıl arayıp bulduğumu anlatmamı istiyor. Heyecanlı ve neşeliyim ve birçok şeyi aynı anda anlatmak istiyorum. Ona Albert'ten de bahsediyorum ama o sanki Albert öyle özel birisi değilmiş gibi omuzlarını silkiyor. "Bir gencin ne olacağı hiç belli olmaz," diyor bıyığını kıvırarak, "kimine inanırsın, sonradan başarısız olur. Kimine inanmazsın, bir bakarsın yine de başarılı olur."

Benim başarılı olacağıma inanıyor mu diye sorduğumda, bunu kimsenin bilemeyeceğini söylüyor. Elinde bir şiirle gelip "bunu on dakikada yazdım" diyen tiplerin başarısızlar cemiyetinden olduğunu söylüyor. Böyle dediklerinde hemen işe yaramadıklarını anlıyor. "Peki sonra?" diye soruyorum. "Sonra, onlara tramvay şoförü ya da ona benzer sağlam bir iş bulmalarını tavsiye ediyorum," diyor ve peçetesiyle ağzını siliyor. "Ölü çocuğa" şiirini kaç dakikada yazdığım hakkında mektupta bir şey söylemediğim için seviniyorum. Zaten bilmiyorum ki. 

- - - - - - -

Eve dönerken hep bebek arabalarının içine göz atıyorum çünkü fırfırlı yastıklara avuç içlerini yaslayarak uyuyan bebeklere bakmaya bayılıyorum. Bir şekilde hislerini açığa vuran insanlara da bakmayı seviyorum. Çocuklarını okşayan annelere bakmayı seviyorum ve el ele yürüyen, birbirlerine apaçık âşık olan genç bir çifti takip edip yolumu uzatmaktan üşenmiyorum.

Bana hazin bir mutluluk ve gelecek için belirsiz bir umut veriyor bunlar... Yalnızlığı, aile ve akrabadan tamamen yoksun olmayı, bir çatı katında, tek bir mumu, kâğıdın üstünden haşırdayarak geçen bir kalemi ve şimdilik yüzü ve ismi benden saklı bir adamı düşünüyorum.

Ölüm bir zamanlar zannettiğim gibi yumuşak bir kendinden geçiş değil. Zalim, iğrenç ve pis kokulu. Kendi kendime sarılıyorum, genç ve sağlıklı olduğuma seviniyorum. Yoksa gençliğim sadece bir yokluk, bir an evvel geride bırakmak istediğim bir engel.


Kopenhag Üçlemesi'nin ilk kitabı Çocukluk'tan yaptığım alıntıyı buradan okuyabilirsiniz.