5 Aralık 2021 Pazar

Kıskançlık Dramı

1) Kıskançlığı alevlendirmek için kusursuz eşitliği egemen kılmaya çalışmak gibisi yoktur. Çocuklar işte bu noktada ana babalarının suçluluk duygusunun farkına varırlar. Bu, çok iyi kullanmayı bildikleri kolay ve etkin bir silahtır. 

2) Olmazsa olmaz nesnenin elde edilmesinin vazgeçilmez olduğu bu toplumda, ötekinin sahip olduğunun aynısını elde edememek düşünülemez. Oysa kıskançlık bireyi yapılandıran doğal bir olgudur. Ancak eksiklik hissedildiğinde arzu olabilir. Kimi zaman da hayatta ilerlemek bu bedelin ödenmesine bağlıdır. Rekabet etmek, yarışmalarda, sınavlarda kazanmak aslında kötü bir şey değildir, ancak başarma arzusunun kökünde kıskançlık yatar. 



3) …acı çeken ana babalar bir sakatlık olarak yaşadıkları bu durumdan söz etmek için danışmaya gelirler. Başka ana babalar ise yolunda gitmeyen bir şey olduğunu belli belirsiz algılarlar ama çocuklarıyla bir sorunları olabileceği düşüncesini reddederler. O zaman çocuklarıyla ilişkilerini “onarmaya” çalışırlar; onu armağanlara boğar, bütün kaprislerine boyun eğerler. Durumu yatıştırarak yoluna sokmak isterler, her çocuğa aynı yatırım yapılıyormuş, her şey yolundaymış gibi davranırlar.

Winnicott bir annenin, ikiz olsun olmasın, çocukları arasında ayrım yaptığını çok nadir itiraf ettiğini söyler. Oysa ayrımın kaynağı yapılan tercihtir ve anne ile çocuklarının her birinin arasında bir “oyun” oynanmasına yol açar. Bütün çocuklarını aynı derecede sevdiğini söylemek ne yapacağını bilemeyen ana babaların içini rahatlatan bir yalandır; ama çocuklar buna aldanmaz, özellikle de kusursuz olması istenen bir adaleti egemen kılmak için bütün parçalar yerli yerine oturtulmuşsa. 

4) Yeni gelenin büyük kardeşleriyle paylaşacağı hiçbir şey yoktur, çünkü ana baba onun için yalnızca ona ait bir pasta hazırlayacaktır. Diğerlerininkiyle ne aynı biçimde ne de aynı tatta olacaktır bu pasta; çünkü her çocuğun ağız tadı ve beklentileri kardeşlerininkinden farklıdır. Çocuklar bu anlayışı, yalnızca kendilerine ait olan şeye sahip olmayı severler. Ama anlaşılan o ki, ana babalar haksızlık yapma korkusuyla, bunu kabullenmekte zorlanıyor. Ne pahasına olursa olsun, kendilerini çocukları arasında hakça paylaştırmak ister gibiler. 

Oysa kalabalık bir ailede her çocuğun yalnızca kendine ait bir annesi, bir babası vardır, tıpkı her bir çocuğun ana babası için “tek” olması gibi. Her doğumda baba, anne ve çocuk arasında kurulan bağ özel bir bağdır ve üçü arasında özel bir ilişki kurulur. Çocuk yetiştirirken her şeyi benzer kılmaya çalışmak neden? Neden her şey cilalanmak, yumuşatılmak istenir? Oysa çatışmaların, üzüntülerin ve rekabetin varlığı bir gerçektir.

(...)

Kusursuz ana baba yoktur. Ana babaların arzularından “yara almadan” kendilerini oluşturamayacak olan çocuklar için iyi bir şey bu. Kalıplaşmış cümleler ve tavırlar önererek çocukların ana babalarının özelliklerini “kapmaları” engellenmek mi isteniyor? Çocuklarımıza aktardığımız aslında bilmediğimiz şeydir, konuşmada en çok iletilen söylenmeyendir. Reçete cümleler bu aktarım yolunu unutmuştur. Psikanalistler, ana babalara basmakalıp önerilerde bulunmazlar. Ama onların çocuğa bakış açılarını değiştirmelerine, önyargılardan ve boş hayallerden vazgeçmelerine yardımcı olabilirler. “Yapılması gerekenin” değil de, beklentilerinin ne olduğu, ne istedikleri konusunda kendilerini sorgulamalarını sağlayabilirler. 

- Catherine Mathelin, Freud'a Ne Yaptık da Çocuklarımız Böyle Oldu?

2 Aralık 2021 Perşembe

Müziğin Genleriyle Oynamak

Ki bu insanlar bilmiyorlardı Tanrı'nın konuşamadığını! Eğer Tanrı konuşabilseydi kitap yazıp yollamazdı. Eğer konuşabilseydi yarattığı insanların dertlerine ve sıkıntılarına da ortak olabilir, onlara akıl verebilirdi. Ama O dilsizdir! O sadece yazabilir. Yazdığında da kutsal olur. İşte bu yüzden, sırf bu yüzden yazarlar kitaplarının kutsal birer metin olduğuna dahi inanabilirler. 


Oysa yazmak Tanrı'nın işidir. O'nun mesleğidir. Tanrı'nın mesleğine özenen her insan kutsallığa ulaşmak istemektedir. Tanrı'nın işine göz koyan her insan yazdıklarının büyük kitleler tarafından takip edilmesini istemektedir. Zaten yazar olan Tanrı ile yazar olan insan arasındaki en temel fark da budur: Yazar olan Tanrı çok okunmayı önemsemez ama yazar olan insanın en önemsediği şey çok okunmaktır. 

İnsan hep yazar. Yazmanın hemen her formunu bulmuştur: makale, deneme, efsane, şiir. Kutsal olmaya cüret edemeyenler yeni yazı formları bulmuşlardır. Şiirlerin ya da efsanelerin ortaya çıkması ve insanlar tarafından yeni bir yazı türü olarak bulunması tesadüfi değildir. Kutsal metin yazmaktan, dahası, yazdığının gerçekten kutsal olduğuna inanmaktan korkan ve buna cüret edemeyen insan kutsal olmayan adına da edebî denilen türler keşfetmiştir. İçinde kalmıştır kutsal olamamak, buna cesaret edememek. Ama Tanrı'nın tek enstrümanı vardır: İnsan. Zaten ondan da doğru sesi çıkaramadığı için virtüöz olmakta ısrar etmemiştir.

Müzisyen olan insanın ise kutsallık gibi bir derdi yoktur. Tanrı'nın "nankörler listesi"nde adları geçmeyecektir. Bu yüzden istedikleri gibi nota yazıp, gam bulabilirler. Hatta daha ileri gidip yepyeni tarzlar dahi keşfedebilirler. Fındıkzade'de, göğün yedinci katında yaşayan bu herifler de müziğin genleriyle oynamaya devam edebilirler. 

- Tuna Bahar, Petunya (Trendyol, Hepsiburada, Amazon, NadirKitap)

Kitap görseli: Aykut Özel

29 Kasım 2021 Pazartesi

Kral!

Carol bir adım öne çıktı. "Sen seviyor musun bizi?"

Bu zor bir soruydu. Birkaç dakika önce kendisini afiyetle yalayıp yutmak üzere oldukları düşünülürse Max herhangi birini sevip sevmediğinden emin değildi. Ancak kendini korumak adına ve bir şeyleri parçalayıp ağaçları ateşe verdikleri sırada hepsini çok seviyor olduğu için, "Evet. Sizi seviyorum," dedi.

Ira boğazını temizledi ve sesinde umut dolu bir tınıyla şöyle dedi: "Sen bizim kralımız mısın?"


Max, hayatı boyunca hiç bu kadar çok blöf yapmak zorunda kalmamıştı. "Tabii. Evet," dedi. "Öyle sanırım."

Canavarların arasında bir heyecan dalgası yayıldı.

"Vay canına, kralmış," dedi Ira. Şimdi çok mutlu görünüyordu.

"Evet," dedi Douglas. "Görünüşe bakılırsa öyle."

"Neden o kral oluyor?" dedi Alexander iğneleyici bir sesle. "O bir kral değil. O kral olabiliyorsa, ben de kral olabilirim."

Çok şükür ki her zaman olduğu gibi yaratıklar keçiyi duymazdan geldiler.

"O küçük," diye belirtti Judith.

"Belki de bu yüzden işe yarar," diye ileri sürdü Ira. "Böylelikle küçük yerlere sığabilir."

Douglas, az önce aklına, her şeyi hükme bağlayacak zor bir soru gelmişcesine bir adım öne çıktı: "Geldiğin yerde kral mıydın?"

Max palavra atma işini iyice ilerletmişti, o yüzden bu defaki kolaydı. "Evet, öyleydim. Kral Max. Yirmi yıl boyunca," dedi.

Yaratıkların arasında hızla mutlu bir mırıltı yayıldı. 

"Burayı daha iyi bir yer haline getirecek misin?" diye sordu Ira.

"Elbette," dedi Max. 

"Çünkü burası berbat halde, benden söylemesi," diye yumurtladı Judith.

"Sus, Judith," dedi Carol.

"Hayır, gerçekten, sana her şeyi anlatabilirim..." diye devam etti Judith.

"Judith, kes artık," diye çıkıştı Carol.

Ama Judith'in sözü bitmemişti henüz: "Tüm söylediğim şu ki bir kralımız olacaksa, bari bütün sorunlarımızı çözsün. Evlerimizin hepsini yerle bir ettikten sonra, en azından bunu yapabilir."

"Judith, elbette buraya her şeyi düzeltmeye geldi o," dedi Douglas. "Aksi halde neden kral olsun ve buraya gelsin ki?" Max'e döndü. "Değil mi, Kral?"

"Hmm, elbette," dedi Max.

Carol gülümsedi. "Pekâlâ, sorun çözülmüştür öyleyse. O bizim kralımız!"

Max'i kucaklamak üzere ona doğru yöneldiler.

"Seni yemeye kalktığımız için özür dileriz," dedi Douglas. 

"Kral olduğunu bilmiyorduk," dedi Ira.

"Eğer kral olduğunu bilseydik, neredeyse kesinlikle seni yemeye çalışmazdık," diye ekledi Judith, sonra birden titrek bir sesle, neşesiz bir şekilde güldü. Bir şey itiraf edecekmiş gibi sesini alçalttı: "Biz yalnızca o anın heyecanına kapıldık."

- Dave Eggers, Vahşi Şeyler

- Eggers bu kitabı, Maurice Sendak'ın meşhur çocuk kitabı Where the Wild Things Are'dan yola çıkarak yazıyor, yeniden romanlaştırıyor. Spike Jonze'un yönetmenliğinde sinemaya da aktarılan filmi de enfesti. 

26 Kasım 2021 Cuma

Ebeveyn Dehşeti ve Trajik Etkileri

Gençliğimde benim için çok büyük bir anlam taşıyan Rus yazarlar Dostoyevski ile Çehov'un yapıtlarını sonradan incelediğimde dissosiyatif mekanizmanın yüzyıl önce de nasıl kusursuz işlediğini gördüm. Nihayet anne babam hakkında kapıldığım yanılsamalardan vazgeçmeyi başardığım ve yaptıklarının bir bütün olarak hayatımın üzerindeki etkilerinin farkına vardığım zaman, daha önce herhangi bir önem atfetmediğim gerçekler konusunda da gözlerim açıldı.


Örneğin, Dostoyevski'nin yaşam öyküsünden, Dostoyevski'nin önceleri bir doktor olan babasına daha sonra miras yoluyla yüzden fazla serfle birlikte bir mülk kaldığını öğrenmiştim. Babası bu insanlara o kadar acımasızca davranıyormuş ki, sonunda onu öldürme cesareti göstermişler. Buradan çıkardığım sonuç, gaddarlığın normalin üstüne çıkmış olması gerektiğiydi, zira bu sindirilmiş çiftçilerin, dehşet saltanatında daha fazla acı çekmektense, suçları karşılığında sürülme tehlikesini tercih etmelerinin başka ne açıklaması olabilirdi ki? 

En büyük oğlunun da benzer bir zulme maruz kalmış olması bir hayli mümkündü, bu yüzden, dünyaca ünlü pek çok romanın yazarının kendi kişisel tarihiyle uzlaşmayı nasıl başardığını araştırmak istedim. Elbette Karamazof Kardeşler'deki gaddar baba tasvirine aşinaydım, ancak gerçek babasıyla olan ilişkisinin nasıl olduğunu öğrenmek istedim.

Önce mektuplarında ilgili bölümleri aradım. Bütün mektupları okudum ancak babasına yazılmış tek bir mektup dahi bulamadım. Babasından sadece ve sadece bir yerde söz ediliyordu, o da belli ki oğlunun ona duyduğu kusursuz saygıyı ve koşulsuz sevgiyi teyit etmek üzere yazılmıştı. Öte yandan, başkalarına yazdığı neredeyse bütün mektuplarda mali durumundan şikâyet ediyor ve yardım istiyordu. Kanımca, bütün bu mektuplar, bir çocuğun varlığına yönelik daimi bir tehditten duyduğu korkuyu ve mektup yazılan kişinin bu ızdırabı anlayacağına ve kendisine iyi davranacağına dair çaresizce duyulan umudu açıkça ifade ediyordu.

Dostoyevski'nin sağlığının çok kötü olduğu bilinir. Kronik uykusuzluk çekiyor ve korkunç kâbuslar görüyordu, bu kâbuslarda, muhtemelen kendisi gerçeğin farkına varmadan çocukluk travmaları ifade buluyordu. Dostoyevski'nin yıllarca epilepsi nöbetlerinden muzdarip olduğunu da biliyoruz. Ancak onun yaşam öyküsünü yazanlar, bu nöbetler ile travmatik çocukluğu arasında pek bir ilişki kurmazlar. Rulete duyduğu bağımlılıkta açıkça görülen, şefkatli bir yazgıya duyulan özlemi de aynı şekilde görmezler. Karısı bu bağımlılığını yenmesine yardımcı olsa da, aydınlanmış bir şahit görevi görememişti, zira o sıralar birinin babasını suçlamak şimdi olduğundan çok daha fazla ayıplanması gereken bir durumdu.

23 Kasım 2021 Salı

Kaygı Çağı

Freud için kaygıdan bahsetmek demek, öncelikle ve temel olarak kastrasyondan bahsetmek demekti, ki buna katılmamak mümkün değil. Kastrasyon kavramını içermeyen bir kaygı teorisi olamaz. Hatta Freud başlarda kendi kendine bir çıkmaz yaratıp kastrasyonu penisin kaybedilmesi tehdidiyle ilişkilendirince, buradan mantıksal -ama klinik değil- bir çıkarsama yaparak erkeklerde kaygının daha çok olduğunu, kadınlarda ise penis olmadığı için kaygının olmadığını, bunun yerine penis hasetinin [Penisneid] olduğunu söyleyecekti. 


Klinik gözlem Freud'u doğrulamadı. Lacan bu soruyu ciddiye alır. Kadınlarda mı daha çok kaygı vardır? Yoksa erkeklerde mi? Ve burada Kierkegaard'ı anar, o, kadınlarda daha çok kaygı gözlemlendiğini söylemişti ve Lacan ona hak verir, Freud'a değil. Kierkegaard'ın kaygı tartışmasında haklı olduğu bir nokta daha var: Kaygıyı korkuya dönüştürmek evladır. Kaygı eksikle [manque/lack] ilgilidir, doğru, ama anatomik olarak bir organın eksikliğiyle değil. Freud, kastrasyonun analizin geçilemez sınırı olduğunu da söyleyecekti: Kastrasyon kayası. (Freud, 1937) Lacan buna da katılmaz, Lacancı analizle kastrasyon bertaraf edilmez; ama ona yeni bir yaklaşım getirilebilir. Kısacası Lacancı ve Freudcu analizlerin sonuna ilişkin, aralarında bir farklılık vardır.

Anlaşılacağı üzere, Freud için kaygı ya da psikanalitik travma hemen tedavi edilmesi gereken bir olgu değil, öncelikle anlaşılması gereken bir olguydu. Freud'un çağı, başlarda "histeri çağı"ydı, ama 1910'ların sonlarına doğru bir "travmatizmler çağı"na dönüşmüştü ve bu adlandırma İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra da devam etti, ama burada kalmadı: "Kaygı çağı", "borderline çağı", "bipolar çağı" ve yine tekrar "travma çağı", bu ilk adlandırmayı takip etti. "Kaygı" kelimesi, gitgide, özellikle Anglo-Amerikan geleneği içinde, "post travmatik stres bozukluğu", "stres", "panik bozukluk" gibi sözde adlandırmaların içinde boğuldu. Ancak mesele hâlâ ortada duruyor: Dünya sahnesinde olanlarla psikanalizin nevrotik kaygısını bir araya getirebilecek bir teoriye hâlâ ve her zamankinden daha çok ihtiyaç var. Ama indirgeme yapmadan ve doğrudan, basitleştirilmiş denklikler kurmadan bunu başarmak gerekiyor. İşte bu zor sorunu Freud ve Lacan'la birlikte ele almak mümkün. Ve Freud'un keşfinin en radikal boyutunu oluşturan "cinsel" kategorisini dikkate alarak bunu yapmak gerekiyor, ki bu bizi psiko-lojikleştirilmiş, bilinçdışını yok sayan yaklaşımlardan koruyacaktır. 

Bugüne gelirsek, içinde bulunduğumuz dönemin, çeşitli nedenlerle -bu terime katılalım ya da katılmayalım, bunu meşru bulalım ya da bulmayalım- "kaygı çağı" olarak adlandırabileceğini söyleyebiliriz: İş güvencesinin azalması ve işçi sınıfının proleteryadan prekaryaya dönüşümü, sınıflar ve ülkeler arasında muazzam ölçülerde derinleşen eşitsizlikler, iklim felaketi, "terörizm", göç meselesi, nükleer savaş tehdidinin güncelleşmesi, bölgesel ama çok şiddetli savaşlar ve savaş tehditleri, vb. Bunlar "dünya sahnesi"nde olup bitenler, tarih adına yazılanlar, çizilenler, söylenenler. Psikanaliz bir kulağını dünya sahnesine verse de bununla yetinmemesi gerektiği, yetinemeyeceği açık. Çünkü psikanaliz, sosyoloji, antropoloji ya da Freud'un deyimiyle bir Weltanschauungen (dünya görüşü) değil: "Weltanschauungen üretilmesine hiç eğilimli olmadığımı itiraf etmeliyim." (Freud, 1999)

Çağımızın bir kaygı çağı olduğu iddiası doğru olsun ya da olmasın kaygıdan muzdarip insanların buna bir çare bulmaya çalıştıkları aşikâr. Kaygının psikiyatri-psikoloji-psikanaliz alanına en sık başvuru nedeni olduğu yönünde birbiriyle tutarlı gözlemler var. Ve kaygının ele alınması için şu anda dünyadaki ilk seçenek psikanaliz değil, ama seçeneklerden birisi olduğı açık. Kaygının tedavisinde bütün dünyada en çok kullanılan yöntem ise içki içmek ve bunu madde kullanımı takip ediyor; yani kaygılı kişilerin ilk tercihi bir tür oto-tedavi, kendi-kendine tedavi. Bunları kaygıyı gideren ilaçlar izliyor. Psikiyatride kaygı en kısa yoldan geçirilmesi gereken bir belirti olarak görülüyor, pssikanaliz için ise durum bundan bir miktar farklı. Psikanalizde kaygı öncelikle öznenin sözünün dinlenmesi gereken bir alan teşkil ediyor.

- Özgür Öğütcen, Kaygı, Yanıltmayan Tek Afekttir!, Suret 9 - Tekinsiz