2 Mart 2025 Pazar

Ruh Sağlığı Tedavilerinin Yaşadığı Kriz

Bildiğimiz anlamda ruh sağlığı tedavileri bir çeşit komada, belki de beyin ölümü çoktan gerçekleşti de, doktorlar bize söylemiyor. Yakında cenazesini kaldırırsak şaşırmayalım. 

Oldukça karamsar bir başlangıç, ne dersiniz? Gerçeğin bir parçası da şu ki, ruh sağlığı tedavi sistemleri şu an "başarısız" görünüyor. Açıklamaya çalışayım. 

Birçok NLP, kişisel gelişim yöntem ve teknikleri psikoterapi adı altında "pazarlanıyor." Sosyal medya fenomeni olma derdine düşmüş, lisans ve (varsa) yüksek lisans eğitimlerini ruh sağlığı programlarında tamamlamış birçok "uzman" çektikleri videolarla, iddialı çözüm önerileriyle, basma kalıp tekniklerle, her yaşantıya uygun bir "slogan" halinde kurdukları cümlelerle takipçi topluyorlar. Şaka değil, milyonlarca insan bu kişileri takip ediyor ve paylaşımlarını "bilimsel" sanıyor. Bu kısa özette şuraya varacağım: Bu tarz içerikleri tüketen birçok danışan seans odasına geldiğinde benzer bir etki bekliyor. Bizden "akıl" ve "ne yapmaları gerektiğini söylememizi" istiyorlar. 

Artık neredeyse herkesin sahip olduğunu iddia ettiği "anksiyete", "depresyon", "dikkat eksikliği" ve "bağımlılık" gibi durumlar genellikle travmatik yaşantılar, tolere edilemeyen kayıplar, aşırı stres ve sağlıksız ilişkilerden kaynaklanır. Tedaviye başvuran danışanların direkt olarak semptomlarını tedavi etmeye odaklandığımızda, temel nedenleri ele almak yerine, yalnızca yüzeyde görünen sorunlarla ilgilenmiş oluruz. Birçok toplum gibi biz de, acıların asıl nedenlerini bulup anlamak yerine, danışanların acı ve ıstırap dolu tecrübelerini görmeme, görsek de bilmeme eğilimindeyiz. Bu da bizi kaportayı cilalayıp motorda neler olup bittiğiyle ilgilenmeme noktasına getirir ki, aslında bütün konu motorda ne olup bittiğidir. 

Popülerlik yarışına sokulan "anksiyete", "depresyon", "dikkat eksikliği" gibi psikopatolojik bozuklukların sadece "beyinsel bozukluklar" olduğunu iddia etmek ve bu nedenle sadece psikotrop ilaç tedavisi gerektirdiklerini söylemek kapitalist şirketlerin avuçlarının kaşınmasını sağlamaktan öteye gidemeyecektir. Ancak en çok sesi çıkan şirketlerin parayı bastırıp reklamını, tanıtımını yapan şirketler olduğunu hesaba katarsak benim gibilerin sesi çok cılız kalıyor ne yazık ki. İlacın gerekli olduğu psikopatolojik durumları deneyimli psikiyatrist meslektaşlarımız iyi biliyor ve hastalarını yakından takip edebiliyorlar. Peki ya beş dakikalık görüşme sonucunda kendisine konulan tanının ardından gelen bir reçeteyle soluğu eczanede alan hastaları ne yapacağız? Konuşma terapisinin bir işe yaramayacağına dair sarsılmaz inancıyla hareket eden ve bütün çareyi kullandığı ilaçlara (büyük oranda tek bir ilaç yerine 2-3 ilaç kullanılır) dayandıran insanları ne yapacağız?

PBS'nin Medicating Normal adlı belgeseline göre, her gün psikiyatrik ilaç kullanan beş Amerikalıdan biri, %35 oranında bu ilaçlardan uzun vadede ciddi zarar görüyor. Birçok insanın görmezden geldiği "duygusal acılar" geçici olarak ilaç tedavisiyle hafifletilse de uzun vadeli çözümler sunmadıklarını, ciddi yan etkileri olduğunu ve bırakmanın da tahmininizin ötesinde zor olduğunu bilmeniz yerinde olur. FDA, 2020 tarihli bir açıklamasında, "benzodiazepinlerin reçete edildiği gibi birkaç gün ila haftalar boyunca düzenli olarak alındığında fiziksel bağımlılığın ortaya çıkabileceği" ve mevcut kılavuzların bu ilaçların ciddi riskleri hakkında yeterince uyarıda bulunmadığı konusunda kamuoyunu bilgilendirmişti. 

Bir klinik psikolog olarak ilaç tedavilerinde bilgimin sınırlı, yetkimin olmadığının bilincindeyim ve ilaç tedavisine de karşı değilim. Bazı danışanlarımız için ilacın, iç gözlem çalışmalarımızı engelleyen durumların sakinleştirilmesinde yardımcı olduğunu ve onların konuşma terapimize etkili bir şekilde katılmalarına imkân sağlayabildiğini biliyorum. Ancak sadece psikotrop ilaçlara güvenmenin kapsamlı bir tedavi planından çok uzakta olduğunu da biliyorum. Dikkat çekmek istediğim nokta da bu zaten. 

Kapsamlı ve anlamlı psikoterapiyle ilgili gerçeklerden biri şu ki, böylesi bir tedavi ilk başta acı verici ve rahatsız ediciymiş gibi görünebilir. Danışanların, ıstıraplarının kaynaklarını ilk kez araştırmaya başladıklarında semptomlarındaki artış nadir değildir. Bu geçici rahatsızlık hisleri görece uzun vadeli iyileşme için gerekli olsa da hem ruh sağlığı camiası içinde hem de dışında birçok kişi ve kuruluş "kimyasal kısayolların" çözüm olduğu fikrini hararetle savunur olurlar. Nihayetinde bize kalan da şöyle bir şey olur; sıklıkla haplar tercih edilir, kişisel gelişim manifestoları yazılır ve anlamlı psikoterapinin en hayati unsuru, yani "iyileştiren ilişkiler" gözden tamamen kaçmış olur, varlığından bile haberdar olunamaz. 

Ruh sağlığını iyileştirmenin hiçbir kısayolu olmadığını korkmadan söyleyelim. Seans odalarında "bu görüşmelerin daha ne kadar süreceği" sorulduğunda ne yanıt vereceğimizi bilmeden çaresiz gözlerle danışanlarımızla bakışmayalım. Danışanlar bilinçdışıyla yüzleşmenin, geçmiş deneyimlere değinmenin, benliklerini keşfedebilmelerinin önemini bilen, uzun süreli eğitimler almış ve süpervizyon gruplarına katılmış psikoterapistler arasalar çok daha iyi olur. 

Bu yazıyı kimler okuyacak bilmiyorum. Gerek bir meslektaş gerekse de bir danışan iseniz kendi deneyimlerinizi yorum kısmına bırakabilirsiniz. 

Bu yazıyı yazma cesaretini hiç tanımadığım meslektaşlarım Erica Komisar ve Jonathan Shedler'ın paylaşımlarına borçlu olduğumu eklemek isterim. 

Sevgilerimle,

Tuna

27 Şubat 2025 Perşembe

Rekabet

(...) Bu noktada anne baba, terapist ve eğitimcinin üçünü de ilgilendiren rekabet meselesine değinmek gerekir. Rekabet, yalnızca haset ve kıskançlıkla veya Oidipal çatışma ile bağlantılı ruhsal bir öğe değildir. Kökeni, bütün canlı türlerini ilgilendiren yaşam içgüdüsüne dayanır: çoğunlukla yiyecek ve üreme hakkını barındıran yaşam alanı için aynı türden ve diğer bütün canlılarla ilişkide kendini ortaya koyar. Bu niteliği ile sosyalleşmenin tersi yönde bir eğilimdir. Ehlileşmesi ve sosyalleşmiş olması insanın biyolojik eğiliminin ortadan kalkacağı anlamına gelmez. Kültür, öznenin kendi arzusundan vazgeçmesini, Ötekinin arzu ve talebini tanımasını, üstlenmesini, payına düşenle yetinmesini talep ederken, yaşam içgüdüsü ise bencilce rekabet etmeyi dayatır. 

Psikanalitik kuramları temel alarak çalışan terapistler, acıları nedeniyle yardım için başvurmuş olan her yaştan öznenin, bilinçdışıyla tanıştırılma girişimlerine, edilgen konumu reddederek ve rekabet ederek karşılık vereceğini bilir. Eğitimci, onu daha donanımlı kılacağına inanılan bilgileri verdiği öğrencinin şevkle karşılık vermediğini deneyimler. Anne babalar, onların iyiliği ve onları korumak için söyledikleri ve yaptıkları birçok şeyin çocukları tarafından reddedilişine öfke ve şaşkınlıkla tanık olurlar. İnsanın uygarlaşma sürecinin mirası ona edilgenliği dayatırken, içgüdüleri her zaman ve her yerde etkin olup mücadele ve rekabet etmesini söyler. İnsan ilişkilerinde sınır konusu üzerinde düşünürken, birbirine zıt bu iki gücü birlikte hesaba katmak gerekir. Çocuğun girdiği sınavlarda, spor, sanat gibi uğraşlarda diğer çocuklarla rekabet etmesini isteyen anne baba, onun, anne babasının arzu ve talepleriyle de rekabet etme gereksinimi olduğunu unuttuğunda, hayal kırıklıkları ve mutsuzluklar kaçınılmazdır. 

• Sezai Halifeoğlu, Arzuların Karşılaşma Alanı Olarak Sınır 

6 Ocak 2025 Pazartesi

Kültürel Bir Rol Olarak Babalık

İnsan ailelerinde erkekler genellikle uzun süre baba rolünü üstlenir; ilgilerini, sevgilerini, paralarını ve zamanlarını çocuklarının yetiştirilmesine ayırır. Lovejoy modeline göre, bu erkekler genetik açıdan çocuklar onların olduğu için böyle davranmaktadır. Gelgelelim, diğer kuyruksuz maymunlarda olduğu gibi, insanlarda da erkekler yetiştirdikleri çocukların genetik babaları olduklarından doğrudan emin olamazlar. Babalık testi bu belirsizliği giderebilir, ama bu daha çok yeni bir buluş. Dahası, bugünkü teknolojide bile çok az erkek babalık testi yaptırıyor, test yaptırmaktansa çocuklarının biyolojik babası olduklarına inanmayı tercih ediyorlar.

Çocukların yetiştirilmesine akıtılan kaynakların miktarı düşünüldüğünde, daha çok erkeğin babalığından emin olmak isteyeceği akla gelebilir, ama böyle bir şey söz konusu değildir. Bu durumda babalığın biyolojik olarak belirlenen bir rol değil, kültürel bir kavram olduğunu söyleyebiliriz. 

İşin ilginç tarafı, bu kültürel rol biyolojik değişimlere neden olur. Erkekler evlendiklerinde veya baba olduklarında testosteron seviyeleri düşer. Erkek tekeşli bir ilişkide koca veya baba rolünü üstlendiğinde, "erkekliği" -ve beraberinde birçok kadınla çiftleşme güdüsü- azalır. 

Günümüzde Lovejoy modelinin temel varsayımlarına meydan okunuyor. Erkekler ve kadınlar erkek ve dişidir, ama biyolojinin ötesinde kültürel varlıklardır aynı zamanda. Babalığın ortaya çıkışı bunun kanıtıdır. 

***

21. yüzyılda babalar geçmişe kıyasla daha aile odaklı ve erişilebilir hale geldiler. Doktor ziyaretlerinde hamile partnerlerine eşlik ediyorlar, aile doğum odasında eşlerinin doğumuna yardımcı oluyorlar ve doğumdan sonra çocuklarının bakımının epey bir kısmını eşleriyle paylaşıyorlar. Anneler bebeklerini emziriyor elbette, ama babalar da biberonla besleyerek, bebeklerin altını değiştirerek veya çocuk yetiştirmeyle ilgili birçok başka işte yardımcı olarak katkıda bulunabiliyorlar. 

Babaların çocuk konusunda annelerle yaptıkları iş paylaşımlarında zaman zaman çocuk bakımının ötesine geçtikleri de olur. İlginç biçimde, çok sayıda erkek, partnerleri hamile kalınca "sempatik gebelik" denilen bir şey yaşar; yani sabah bulantıları çeker, kilo alır, bebeğin rahimdeki hareketliliği sırasında hissedilene benzer karın ağrıları hissederler. Bazen doğum yapan partnerlerinin yanı başında doğum sancıları çektikleri bile olur. Bu hayali gebelik ve doğum deneyimleri yalnızca psikolojik değildir, açık biçimde fizyolojiktir de. Partnerleri hamile olan erkekler, kadının ilk gebelik dönemlerinden doğum sonrasına kadar yaşadığı hormonal değişikliklerin benzerlerini yaşarlar. Bazı kültürler duygudaşlıktan doğan bu ağrı paylaşımını teşvik de eder. Örneğin geleneksel Kore toplumunda doğum yapan kadın kocasının saç topuzuna asılarak doğrum ağrılarına dayanmaya çalışırdı. Antropolojide "couvade sendromu" olarak adlandırılan bu hayali veya sempatik gebelik, biyoloji ile kültürün babayı çocuk yetiştirmedeki yeni rolüne haırlamak için işbirliği yapmayı öğrendiğini gösterir.

• Sang-Hee Lee, Shin-Young Yoon, İnsan Türleriyle Yakın Temas

31 Aralık 2024 Salı

2024 Biterken...

Bu yıl dördüncü kez yazdığım yıl sonu raporuna hoş geldiniz. Blogu epeydir boşladığımın farkındayım, bundan memnun değilim, umarım yeni yılda 5-10 kişinin okuduğu yeni yazılar yükleyebilirim. 

Kronolojik başlıyorum;

Yıla Julia Deck'in Kış Üçgeni romanını okuyarak başladım, Fransız yazarımız psikanalizden bir hayli nasibini almış görünüyor, daha önce Viviane Elisabeth Fauville romanını okuyup beğenmiştim. Ana akım olmayan işlerin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anlamamı sağladı kendisi, Deniz Yetkin'in çevirisiyle okuduk. Ardından Çetin Balanuye, Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor? kitabını okudum. Felsefik metinlere daha fazla zaman ayırmamız gerektiğini bana nazikçe hatırlatan bir metin oldu kendisi. 

Bir ara kısa filmler izler oldum, Youtube'daki Animatic kanalını bu amaçla siz de takip edebilirsiniz. Salvation Has No Name, iyi bir animasyon olarak karşıma çıkmıştı. William Styron, Karanlık Gözükünce kitabı depresyon denen mereti daha iyi anlamamı sağlayarak beni birkaç günlüğüne ruhun zifiri karanlık köşelerine götürmüştü, Tomris Uyar çevirisi.

Bir kapitalizm gösterisi olarak savaşlar olanca hızıyla devam etti. Ocak ayının sonlarına doğru Jeremy Corbyn'den çok haklı bir isyan gelmiş ve kendisi şu soruyu sormuştu: "Neden insanları bombalamak için her zaman para var da, insanların beslenmesi, barınması veya onlara bakılması için hiç para yok?" Tea Obreht'in Kaplanın Karısı romanını okuyup Bozkır'dan daha çok beğendim, Kaplanın Karısı, Merve Sevtap Ilgın çevirisi. 

Şubat ayında yine Jeremy Corbyn'e kulak verdim, ateşkes çağrısını paylaştım: "Gazze'deki çocuklar o kadar aç ki hayatta kalabilmek için hayvan yemi yiyorlar. Siyasi liderlerimizin sessizlikleriyle normalleştirdiği şey budur. Ateşkes, insanların ölmesini durdurmaya yönelik temel taleptir ve insan yaşamının eşitliğine inanan herkes tarafından yapılmalıdır."

Per Petterson'un Türkçeye çevrilen tüm kitaplarını Reddediyorum'la okuyup bitirmiş oldum, Banu Gürsaler Syvertsen çevirisi. Artık gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, bir Petterson romanının kötü çıkma ihtimali yok. Mart ayında bir dönem çoğu kişinin okuyup hayran kaldığı Agota Kristof'un Büyük Defter-Kanıt-Üçüncü Yalan serisini okudum, ben de hayran kaldım, Ayşe İnce Kurşunlu çevirisi. Yine Mart ayında Mahir Güven'in Ağabey'ini okuyup etkilendim, Fransa'nın taşı toprağı edebiyat resmen, Ebru Erbaş çevirisi. 

Nisan ayında uzun yıllardır uzak durduğum Truman Capote'ye döndüm, Ayşe Ece çevirisiyle Soğukkanlılıkla'yı okudum, müthiş bir metin. Sivert Høyem sevmeyenle olmaz diyerek kendisinin yeni şarkılarını dinledim, örneğin Two Green Feathers'a bayıldım. Mayıs ayında Marian Engel'in Ayı'sını okudum, acayip bir metin, Duygu Akın çevirisi. Ardından Rachel Corbett'in Hayatını Değiştirmelisin kitabını bir çırpıda okudum, haftalarca etkisinde kaldım. Böyle biyografilere can kurban, Kerime Dalyan çevirisi. Aynı ay Replikas'ı özledim ve en sevdiğim albümleri Dadaruhi'ye sardım, tekrar ve tekrar dinledim. Ayın sonunda öykülerine bayıldığım William Trevor'dan Son Öyküler'i okudum. Her sabah bir öykü şeklinde ilerledim, önümüzdeki yıllarda bir kez daha mutlaka okurum, Püren Özgören çevirisi. 

Haziran ayında hayatımda ilk kez Heybeliada'ya gittim, güzel değişiklik oldu benim için. Aynı ay Graham Music'in Doğa ve Yetiştirme'sine başladım, hâlâ azar azar okuyup devam ediyorum, nefis kitap, Esra Cesur çevirisi. İspanya'dan bir duvar yazısına denk geldim: "Bizi soyanlar göçmen ve yoksul değil, buralı ve zengin." Tanıdık geldi mi? Görseli yukarıda.

Temmuz'da Clara Dupont-Monod'nun Taşların Anlattığı romanını okudum, Bahadırhan Bozkurt'un çevirdiği romanın anlatım tekniğini başarılı buldum, insan olma deneyimini bu yönden okumak bana iyi geldi. Yine Temmuz'da, çıkışının üstünden onca zaman geçmesine rağmen nasıl olup da Maskott'un ilk ve tek albümü Tuval'e kulak vermediğime hayıflandım, harika bir albüm, kulaklarımın pası silindi. 

Ağustos ayında grafik romanlara eğilmeye başladım, Manu Larcenet'nin Grup Terapisi'ni okumak beni epey düşündürdü, Tolga Üyken çevirisi. Aynı ay Replikas'ın solisti Gökçe Akçelik'i kaybettik, müzik dünyamız adına çok büyük bir kayıp. Yine Ağustos'ta, Timothé Le Boucher'nin Hasta'sını okuyup hastası oldum. Hem çizimler hem de hikâye çok iyi. Ardından Guy Leschziner'in Beynin Gece Hayatı kitabını okudum, Metis'in bilim dizisi çok iyi hakikaten, özellikle nöroloji ilgi alanlarımdan olduğu için bu kitaplarına bayılıyorum, Zeynep Arık Tozar çevirisi. Dick Matena'nın muhteşem çizimlerinin yer aldığı İkonlar'ını tekrar okudum, Gül Özlen'in çevirisiyle dilimize kazandırılan eserin koleksiyonerlerin arşivinde olması gerektiğini düşünüyorum. Bitmedi, çizgi romanlara dalınca uzun süredir elimde olan ama bir türlü başlayamadığım Johnny Cash, I See A Darkness'ı okudum. Birkaç haftayı Cash şarkılarıyla geçirdim, Bilge F. İnandı çevirisi.

Eylül'de Boris Cyrulnik kitaplarına sardım ve Şahane Bir Mutsuzluk'la Çirkin Ördek Yavruları'nı okudum, iyi metinler, öneririm, Hasan Can utku çevirileri. Eylül'de öykü okumamak olmaz deyip Claire Keegan'ın Mavi Tarlalardan Yürü kitabını her sabah bir öykü şeklinde okuyarak öykü açlığımı gidermiş oldum, Duygu Şahin çevirisi. Eylül ve Ekim aylarında Frederik Peeters'ın Mavi Haplar ve Oleg kitaplarını okudum, çizimleri ve hikâyelerin akış şekli "benlik"ti, çok beğendim, Doğan Şima ve Damla Kellecioğlu çevirileri. 

Ekim ayında Eylem Ata'nın Yanımda Kal'ını okudum. Karakterlerin öncesi ya da sonrası hikâyelerine farklı öykülerde yer veren Eylem Ata, zor bir iş başarmış. Daha önce Tim Winton’ın Dönüş kitabında rastladığım bu tekniğin daha rafine halinin Türkçede yapılmasına ayrıca sevindim. Bu kitap umarım daha çok okura ulaşır. Yine Ekim ayında ilk kez adıma web sitesi açtım, tunabahar.com Bir şey olacağından değil de, yerimiz yurdumuz belli olsun mantığı işte. Alexandre Seurat'nın Sakar'ını yine bu ay okudum, ülkemizde iyi baskı yaptı bu kitap, hassas ve önemli bir konudan roman kotarmış yazarımız, takip edilesi, Nesrin Demiryontan çevirisi. Eugene Ionesco'nun Kel Şarkıcı oyun metninden çok etkilendim, aylar önce yazdığım kendi oyun metnimin ne olacağını bil(e)mediğim için akıbetini merak ettim, Ayberk Erkay çevirisi. Ayın sonunda Funda Akkapulu'nun bir araya getirdiği metinlerden oluşan Hangi Otorite'yi okudum, yazılar nokta atışı. Aynı günlerde bir arkadaşla yazışırken yanlışlıkla yeni bir kaygı türü buldum; weekendphobia. Kendisiyle hafta sonu buluşulmama korkusu, anlamına gelen keşfim vatana millete hayırlı olsun. Kaynak göstermeden kullanabilirsiniz. 

Kasım ayının neredeyse tamamını Aylin Aslım'ın Aşk Geri Gelir şarkısıyla geçirdim, çünkü kendisi mükemmel bir şarkı. 

Aralık ayında Bülent Somay'ın Ailenin Ötesi kitabını okudum, yazarımız yine döktürmüş, Somay'ın yazım tarızını epey beğeniyorum. 

Bu ay aynı zamanda filmlere ağırlık vermeye başladım, yıl boyunca sürekli bir şeyler izlesem de bu aydan itibaren sistemli bir şekilde izlemelerim oldu. 1977 yapımı Özel Bir Gün, 1973 yapımı Bir Evlilikten Manzaralar, 1994 yapımı Yengeç Sepeti, 2005 yapımı Mürekkep Balığı ve Balina, 2004 yapımı Beş Kere İki, 2004 yapımı Aşk Artık Burada Oturmuyor, 2023 yapımı Mother, Couch, 2023 yapımı His Three Daughters tek paragrafta yazabileceğim beğendiğim filmler oldu. 

Son söz olarak; "bazen birini unutmanın en iyi yolu, onu yeniden görmektir" demiş Romain Gary. Ben de nasibimi aldım bu konuda, yeniden gördüm ve unuttum. 

2025 için herkese sağlık ve huzur diliyorum. 

Sevgiler,

Tuna

27 Eylül 2024 Cuma

Vücudunuz hayır diyorsa


"Çocukken kendinizi kötü hissettiğinizde annenize veya babanıza bunu hiç söyler miydiniz?" diye soruyorum.

"Fiziksel olarak kötü hissediyorsam söylerdim. Fakat duygusal olarak hiç söylemezdim. Bu konularda konuşmayı hiçbir zaman beceremedim. Neden bilmiyorum. Sanırım fazla kişisel ve özel bir mesele olduğu için. Şu anda daha iyiyim bu işte. Beş yıl önce olsa sizinle hiçbir şey konuşmazdım."

Görüşme yaptığımız sırada Fiona'nın hayatındaki doğrudan stres kaynakları evliliyle alâkâlıydı. Sekiz yıldır evliydi ve iki çocuğu vardı. "Kocam depresyon ve panik atak geçiriyor. Yoğun anksiyete dönemleri oluyor - onu tanıdığımdan beri böyle aslında. Kendisi muhteşem biridir ve onu gerçekten çok seviyorum. Merhametli bir insandır, fakat ona bakmak beni çok yordu. Annesi oldum çıktım. Üç çocuğum var yani - biri otuz dokuz yaşında, biri altı yaşında, biri de iki yaşında."

"Bunlar farkında olduğunuz sorunlar. Ağrılarınız dikkatinizi yöneltmediğiniz başka bir şeyi yansıtıyor olabilir mi acaba? Ağrıları bir problem olarak görmek yerine, belki de bağırsaklarınız size bir şey söylemeye çalışıyordu diye düşünür. Duygusal sinyalleri görmezden gelince, beden 'Oldu o zaman, al sana fiziksel sinyal,' der. Onları da görmezden gelirseniz, başınız gerçekten dertte demektir.

(...)

"İstenmediğimi biliyorum. Bunu ilk ne zaman fark ettim tam emin değilim, belki gençliğimde, belki de yetişkinlikte. Annemin bana söylediği şeyleri düşünüyordum ve bu yöndeki işaretlerin çocukluğumdan beri olduğunu, fakat benim onları fark etmediğimi anladım. Tek bildiğim kendimi hiç huzurlu hissetmediğimdi. Annem bana hep 'Bence sen bu aileye ait değilsin. Bence bize yanlış bebek verdiler,' derdi. Ve bunu suratında bir gülümseme ile söylerdi. Tabii insanlar çoğu zaman ciddi bir şey söylerken şaka yapıyormuş gibi yaparlar."