18 Ağustos 2023 Cuma

İhtimam Göstermek

Hayvanlar ve insanlar başlangıçta aynı aşamalardan geçerler. Yeni doğmuş bir yavru, ihtimam gösterilmezse hayatta kalabilir mi? Korunması, etrafının çevrilmesi, konuşulması, düşünülmesi, hayal edilmesi gerekmez mi dünyaya gerçekten gelebilmesi için? Mutlak bir yumuşaklık yokluğunda ne olurdu? Küçük bir memelinin annesinden gördüğü bakım, bütünlüğü tehlikede olanın ve gelişimini henüz tamamlamamış olanın sarmalanmasının başka bir ifadesidir. İlk bağlanma üzerine yapılan çalışmalar, bebek vücuduna -aynısı hayvanlar için de geçerlidir- uygulanan her türlü şiddetin (ve bütün kırıcılıkların) hafızada tutulduğunu göstermektedir. Herhangi bir ciddi saldırı, şimdi veya daha sonra, hayatta kalabilme kabiliyetini tehlikeye atacaktır.


Amerikalı filozoflar bu düşünceye "care" demişlerdir; çünkü bu kavram onlara varlıklarının kırılganlıkları hakkında çığır açıcı bir şekilde konuşabilme imkânı sağlamıştır. İnsanlığın başlangıcından bugüne bakım ve ihtimam yumuşaklıkla ilişkilidir: Hastalığı tedavi etmek, yarayı kapatmak veya acıyı dindirmek. Buradaki ihtimam verili olanın ötesindeki; tıbbi bir eylemi veya ağrı kesici maddeyi aşan iyi niyeti dile getirir. Prematüre bebekler üzerine çalışanlar bunu bilir; çünkü hem öylesine kırılgan olup hem de benzersiz bir direnç gösteren bu bebeklerin esrarengiz bir biçimde hayatta kalabilmeleri, belki de onlardan hiç esirgenmeyen şefkatli sözlere, hareketlere bağlıdır. 

Yumuşaklık iyileştirmeye yeter mi? Yumuşaklığın üzerine giyebileceği bir gücü veya bilgisi yoktur. Başkasının kırılganlığını kucaklamak, öznelerin kendi kırılganlıklarından kaçamayacaklarının farkına varmaları anlamına gelir. Bu kabul bir kuvvettir, yumuşaklığı, basit bir özenden daha yüksek bir birlikte hissetme mertebesine çıkarır. Duygusunu paylaşmak, "birlikte acı çekmek", ona tamamıyla teslim olmadan onun ne hissettiğini hissedebilmektir. Kendini başkalarına, başkalarının kederine ve acısına açabilmek ve acıyı başka bir yere taşıyarak içinde tutabilme gücüdür.

Fakat, onu harekete geçiren yoğunluk ne olursa olsun yumuşaklık bir ilişki ilkesinden ibaret değildir. Başkalarındaki en müstesna şeye alan açmaktır. Yumuşaklığın dikkati, Patocka'nın "ruhun bakımı" olarak adlandırdığı anlamda, insan varlıkları olarak etrafımızdaki dünyaya, bu dünyayı meydana getiren varlıklara ve hatta ona yönelttiğimiz düşüncelere karşı sorumluluklarımıza işaret ediyorsa, o halde yumuşaklık hayvanlar, mineraller, bitkiler ve yıldızlarla olan yakın bağımızın bir parçasıdır. 

- Anne Dufourmantelle, Yumuşaklığın Gücü

21 Mayıs 2023 Pazar

Babalar ve Kızları

Bir kız çocuğu babanın bakışında ne denli sevildiğini hissederse, baştan çıkarma potansiyeli de (konuşmaya, süslenmeye ve ilgi çekmeye dair yatırımlar) o derece artar. Bu potansiyel, kadınsı özdeşleşmelerin temelini oluşturacaktır; şüphesiz, babanın bakışının kız çocuğa hem yönelmesi hem de ensest yasağını tanıması şartıyla: Babanın bakışının arzuya değil, sevgiye dair olması gerekir. Bu bakıştaki fazlalık veya eksiklik mutlaka bir iz bırakacaktır. Küçük kız, babasının kendine bakışını kendi düşlemleriyle de dolduracak ve böylece babanın bilinçli veya bilinçdışı konumlarıyla, küçük kızın bilinçli veya bilinçdışı Oidipal düşlemleri arasında oldukça karmaşık bir bağ oluşacaktır.


Oidipal düşlemleri ve baştan çıkarmayı hesaba kattığımızda, yetişkinlerin, oldukça masum, sıradan gözüken bazı tutumlarının çocuk için son derece uyarıcı olabileceğini belirtelim. Anne babadan birinin dışarıda kalması halinde, diğeriyle kurulan baştan çıkarıcı ilişki, çocuğu cinsel olarak uyarıp, aynı zamanda çok da kaygılandırabilir. Yapılandırıcı olan; çocuğun anne babadan biri ile duygusal çift olduğu ve diğer ebeveynin dışarıda kaldığı bir konum değil, aşk birlikteliği içindeki anne/baba karşısında üçüncü olma, dışarıda kalma konumudur. 

Anne baba arasında -kendisinin dışında kaldığı- ayrıcalıklı bir aşk/çift ilişkisi olduğunun farkına varması, çocuğu, yoğun bir kaygı olan iğdiş edilme kaygısından uzaklaştırır. Çok iyi bilindiği gibi, insanoğlunun bilinçdışında iki temel yasak vardır: Ensest ve öldürme yasağı (Freud, 1911). Bu yasaklara yakınlaştıkça, bilinçdışında yoğun bir kaygı, suçluluk ve ceza görme korkusu (iğdiş edilme kaygısı) ortaya çıkar. 

Gerçek bir ensest söz konusu olmasa da bedensel mahremiyet sınırlarının oluşmadığı, diğer ebeveynin ayırıcı işlevinin devreye girmediği ve Oidipal arzuların sonucu olarak anne baba ile çift olma konumuna itilerek "ensestüel" olarak adlandırılan (Racamier, 1995) bir ilişki biçiminin içinde kalan çocuk, kaygı içeren bir uyarılım yaşayarak zaten mevcut olan yoğun cinsel düşlemlerini bastıramaz. Normal gelişimde latans döneminin (6-10 yaş) başlangıcında -altı yaş civarında- bastırmaya uğrayacak bu cinsel düşlemler, aksi durumda aşırı bir uyarılımla benliğin sısnırlarını zorlayıp, klinik semptomlar olarak ortaya çıkarlar: Dürtüsellik, erken ergenlik, hiperaktivite, cinsel meşguliyetlerin devamı, yoğun mastürbasyon, somatik şikayetler, korku, altına kaçırma vb.

Ferenczi (1933) çocuk ve yetişkin dilinin farklılığından bahsetmiştir: Çocuk şefkatin lisanını, yetişkin şehvetin lisanını konuşur. Ferenczi'nin şehvetten kastı cinselliktir ve bu dil karışıklığının çocuğun ilk ruhsal çatışması, ilk travması olduğunu ifade edecektir. 

- Neslihan Zabcı, "Babalar ve Kızları: Bir Bakışın Öyküsü", Psikanaliz Defterleri 4 - Çocuk ve Ergen Cinselliği

6 Mayıs 2023 Cumartesi

Güç Duyusunu Yeniden Kazanmak

Öfke yakıttır. Öfkeyi hissederiz ve bir şeyler yapmak isteriz. Birisine vurmak, bir şey kırmak, kriz geçirmek, duvara yumruk atmak, o hergeleye haddini bildirmek. Ama biz nazik insanlarız ve öfkemizi bastırır, reddeder, gömer, engeller, saklar, onunla ilgili yalan söyler, ilaçla yatıştırır, üstünü örter, yok sayarız. Onu dinlemek dışında her şeyi yaparız. 


Öfke, dinlenilmesi gereken bir ses, bir çığlık, bir rica, bir taleptir. Öfkeye saygı duyulması gerekir. Neden? Çünkü öfke bir haritadır. Öfke sınırlarımızı gösterir. Nerede olduğumuzu görmemizi ve bu durumu sevmediğimiz zamanı bilmemizi sağlar. Öfke suçlama değildir, o yolu gösterir. İyileşmekte olan bir sanatçı için öfke sağlık belirtisidir. 

Öfke eyleme dönüştürülmek yerine, üzerinde düşünülmesi ve çalışılması gereken bir şeydir. Öfke, yönü işaret eder. Biz de öfkeyi yakıt olarak kullanıp belirtilen yön doğrultusunda önlem almak durumundayız. Biraz düşünerek öfkenin bize gönderdiği mesajı anlayabiliriz. 

"Canı cehenneme! Ben bundan daha iyi film yaparım!" (Bu öfke size, film yapmak istediğinizi anlatmaktadır. Nasıl yapılacağını öğrenmek durumundasınız.)

"İnanmıyorum! Bu oyunu ben üç yıl önce düşünmüştüm. Şimdi kalkmış o yazmış." (Bu öfke size, ertelemeyi bırakmanızı söylemektedir. Açılış geceleri fikirler için değil, yazılmış oyunlar için yapılıyor. Yazmaya başlayın.)

"Benim stratejimi kullanıyor. İnanılmaz bir şey bu! Benden çaldı! Bu fikri toparlayıp patentini almam gerekiyordu." (Bu öfke size, fikirlerinizi ciddiye almanızı ve onlarla çalışmanızı söylemektedir.)

Öfkelendiğimiz zaman öfkelendiğimiz için kendimize çok kızarız. Lanet olası öfke! Öfke bize, artık eski yaşamımız ile idare edemeyeceğimizi, eski yaşamın öldüğünü söylemekte. Yeniden doğduğumuzu anımsatmakta. Ve yeniden doğuş acıtıyor. Bu acı da bizi kızdırıyor. 

Öfke, eski yaşamımızın ölümüne işaret eden bir yangın fırtınası. Öfke, bizi yeni yaşama gönderen yakıt. Öfke usta değil, bir araç. Öfkenin üzerinde düşünülmeli ve çıkarımlar yapılmalı. Doğru kullandıldığında öfke, yararlıdır. 

Miskinlik, duyumsamazlık ve umutsuzluk düşmandır. Öfke ise değil. Öfke arkadaşımızdır. Hoş ve nazik olmayan ama çok çok sadık bir arkadaş. O her zaman, ihanete uğradığımız, kendimize ihanet ettiğimiz zamanlarda bizi uyarır. Kendi iyiliğimiz için harekete geçmemiz gereken zamanları bize bildirir. Öfke, kendi başına bir eylem değildir. O, eyleme davettir.

-Julia Cameron, Sanatçının Yolu

16 Nisan 2023 Pazar

İnsan ailesini seçemiyor Tuna Bey!

Eğitim kurumlarında rehberlik ve psikolojik danışma yaptığım yıllar boyunca ve sonra seans odalarında hastalardan sıklıkla duyduğum cümlelerden biri şu oldu: İnsan ailesini seçemiyor Tuna Bey!

Anladığım kadarıyla sadece bizim gibi geri kalmış toplumlarda ailesel ilişkilerin bozuk, sorunlu, hasarlı olduğu düşünülüyor, ancak ailesel ilişki sorunları dünyanın her yerinde, neredeyse bütün ailelerde öyle ya da böyle bir şekilde görülüyor. Elbette Türk toplumunun da kendine özgü sorunları var; özellikle Türkiye, batının ve doğunun ortasında kalmasıyla birçok konuda olduğu gibi ailesel sorunlarda da ne tam batılı ne de tam doğulu bir pozisyon alabilmiştir.


Buradan hareketle şunu söyleyebilmek mümkün: Bizim toplumda anne-babalarımıza söyleyemediğimiz birçok şey olduğu gerçektir. Yeterince anlaşılamamak, büyüyüp bağımsız bir birey olarak hayatımıza devam edememek, iş seçimimizden eş seçimimize kadar birçok kriterle (ailemizden kabul alabilmek için) boğuşmak zorunda kalmak, iyi para kazanmaya çalışmak bizi uğraştırıyor ve anne-babamızın gurur duyacağı (her şeye rağmen!) bir evlat olmaya çalışmakla çok zaman harcıyoruz. Söyleyemediğimiz şeyler yüzünden içimiz kabarmaya başlıyor, bu kabarmayı ara sıra "of'layarak ya da öf'leyerek" ifade ediyoruz. Ki birçok ailede evlat kaç yaşına gelirse gelsin of'ladığında anne-babasının tepkisini çekeceğini bilir. Bu yüzden anne-babasının olmadığı bir ortamda önce of'lar, sonra söylenmeye başlar. 

Bireyleşme ve ayrışma mücadeleleri neredeyse bütün terapistlerin ilgisini çekmiştir. Çünkü hastalar seanslarda konu ne olursa olsun mutlaka aileye değinir. İstedikleri gibi büyüyemediklerinden, istedikleri oyuncaklara sahip olamadıklarından, akranlarıyla/akrabalarıyla sürekli kıyaslanmaktan, dış görünümlerinden büyükleriyle nasıl konuşacaklarına, cinsel yönelimlerinden hangi mesleği icra edeceklerine kadar aileler söz sahibidir. Seansa gelen kişilerin önemli kısmı aslında terapiye gelmeleri gereken kişilerin onlara zorbalık yapan, onlara baskı yapan aile büyükleri, genelde anne-babaları olduğunu söylerler. Bu söylemler de ister istemez yazının başında değindiğim cümleyi kurmalarına neden olur: İnsan ailesini seçemiyor Tuna Bey!

Evet, seçemiyoruz. Hem de hiçbirimiz. Bu bilgiyle ne yaptığımız, bu bilgi karşısında nasıl bir tutum takındığımız daha önemli olabilir mi? Seçemediğimiz bu aileyle hayata nasıl devam ettiğimiz, her şeyi olduğu gibi mi kabul ettiğimiz ya da biz büyüdükçe kendimizde değiştirmek istediğimiz özellikleri belirleyip bunlar hakkında çalışmamız mı bu bilgiyi bir değer haline getirecektir? 

Ya da başka bakış açıları düşünülebilir mi? Örneğin: Biz ailelerimizi seçemiyoruz evet, ama diğer yandan, ailemiz de bizi seçemiyor, öyle değil mi? Çocuk sahibi olmak anne-babalar için sürpriz yumurta gibi bir şey, içinden ne çıkacağını bilmiyorlar. Bu açıdan bakınca belki de anne-babaların toksik davranışları biraz daha aydınlığa kavuşmuş olur. Yani, toksik davranış sergileyen anne-babalar temelde neden toksik davranırlar? Kabaca iki yanıt üretebilmek mümkün. Birincisi; kendi aileleri ve kendileriyle ilgili çok derinlerde yaralanmaları vardır ve bunları düzeltmemişlerdir, bu yaralanmalar ilişkilerini sağlıksız bir boyuta getirmiş ve bu boyutta kısılıp kalıp bunu "normal" zannetmişlerdir. İkincisi; çocuklarını seçemediklerini bildikleri için, var olan çocuğu seçilebilecek, istedikleri kıvama getirecek bir hale bürümeye çalışırlar. Hatta çocuklarını kendi yaralarına merhem olarak bile kullanabilirler. Zaten ailelerin dayanıl(a)maz davranışları da bu bilinçdışı isteklerinden gelmektedir. 

Şimdi durumu tekrar değerlendirelim: İnsan ailesini seçemiyor Tuna Bey! Demek ki bunu söyleyen kişinin arzusu şudur: Elimde olsa ailemi kendim seçerdim. Ve elbette bu aileyi seçmezdim! Şaşırtıcı mı geldi? Durun, dahası var. Çocukların, yaşı kaç olursa olsun, bu bilinçdışı istekleri, kendi ailelerinin bilinçdışı isteklerini sezerek öğrenilmiştir. Hiçbir çocuk yoktur ki ailesinin bilinçdışı isteklerini sezmesin! Bir nevi karşı atak denilebilir bu duruma. Madem siz beni beğenmiyorsunuz, beni değiştirmeye, istediğiniz kalıba sokmaya çalışıyorsunuz, o zaman ben de aynı şeyi sizin için yaparım. 

Bu karşı ataktan sonra da işler iyice çığrından çıkıyor. Kavgalar, tartışmalar, evi terk etmeler, alkole sığınmalar, uyuşturucuya bulaşmalar, gizli gizli ağlamalar, bir parça sevgi için olmadık kişilerin peşinden koşmalar, başkalarının elinde oyuncak olmalar; koşulsuzca çok sevdiğimiz anne-babalarımıza karşı içten içe uyanan nefret duygusu, nefretin beraberinde getirdiği suçluluk duygusu, bunlarla ne yapacağını bilemeyen, kendini köşeye sıkışmış hisseden savunmasız bir çocuğun yardım çığlıkları yankılanmaya başlıyor. Tabii ki duyabilene!

Bana bu yazıyı yazdırtan iki kitap oldu; Ocak ayında okuduğum Kendine Ait Bir Yuva ve şu an okumaya devam ettiğim Zor Bir Ailede Büyümek. Biri Kanadalı, diğeri Amerikan iki terapistin "ailesel ilişkileri" merkeze alan yazılarını okuyabiliyoruz bu kitaplarda. Acı çekebiliriz evet, acı bir seçim değil başımıza gelen bir olay, hissettiğimiz bir duygudur ama ıstırabı devam ettirmek opsiyoneldir, yani kişinin seçimine bağlıdır. Zor bir aileden gelmeyecek kadar şanslı olanlarımızın sayısı çok çok az, neredeyse hepimiz öyle ya da böyle çeşitli zorluklarla karşılaşarak büyüyoruz. Bu zorluklarla ne yaptığımız ise asıl belirleyici unsur oluyor. 

Acı çeken insanların seslerini duyurabilmesinin de önemli bir adım olduğunu düşünüyorum, çünkü ses çıkarmak ve bunun duyulmasını sağlamak için bile harekete geçmek gerekiyor. Yani bu bir opsiyon değil, bu bir zorunluluktur. Dilerim sesinizi duyurabiliyorsunuzdur. 

Sevgilerimle,

Tuna

8 Nisan 2023 Cumartesi

Tanrısal Anne-Babalar

Antik Yunanlıların ciddi bir problemi vardı. Tanrılar Olimpos Dağı'nın zirvesindeki semavi mekanlarından onları gözetliyor ve Yunanlıların her yaptıklarını yargılıyorlardı. Hoşnut olmadıkları davranışlar gözlemlediklerinde de insanları hızlıca cezalandırıyorlardı. Merhametli ya da adaletli olma zorunlulukları yoktu. Haklı olmaları bile gerekmiyordu. Hatta düpedüz mantıksızca bile davranabiliyorlardı. Akıllarına esince bir insanı sadece bir yankıya dönüştürebiliyor, bir başkasını da sonsuza dek yokuş yukarı kaya parçaları taşımaya mahkum edebiliyorlardı. Tanrılarının ne zaman ne tür bir ceza vereceğini bilememek, Antik Yunanlılar arasında korku ve şaşkınlığa yol açıyordu. 


Tıpkı bir çocukla toksik anne-babasının arasındaki ilişki gibi. Tutarsız davranışları olan anne-babalar, çocuklarının gözünde korku saçan birer tanrıdır adeta. 

Bebekliğimizde gerçekten tanrısal bir yapıya sahip olan anne-babalarımız bizim için her şey demektir. Onlarsız, kendi ayaklarımız üzerinde duramayacağımızı bildiğimiz gibi, anne-babalarımızın yokluğunda sevgisiz, korunmasız, evsiz barksız birer canlı oluruz. Onlar, hayatta kalmamızı sağlayan, ihtiyaçlarımızı karşılayan, her şeye gücü yeten yaratıklardır.

Anne-babalarımızı başkalarıyla kıyaslayabilecek bir deneyimimiz olmadığı için mükemmel olduklarını düşünürüz. Dünyamız beşikten öteye büyümeye başladığında onların bu mükemmel imajlarını da bozmadan korumak için çaba harcarız. Aksi takdirde karşılaştığımız bilinmezliklerle baş edemeyiz. Anne-babalarımızın mükemmel olduğunu düşündüğümüz sürece güvende hissederiz. 

Anne-babadan bağımsız bir birey olma süreci, ergenlik çağında zirveye ulaşır. Aktif bir şekilde onların değerlerini, zevklerini ve otoritelerini sorgularız. Dengeli bir ailede anne-babalar bu değişikliklerin getirdiği kaygılarla mücadele edebilirler. Teşvik etmeseler bile en azından çocuklarının bu sorgulamalarını hoş görürler. Çocuklarının isyankarlıklarını, kendi gençliklerini hatırlayıp duygusal gelişimin bir parçası olarak kabul ederler. Sonuçta kendilerini, herkesin böyle bir evreden geçtiğini fark edip telkin edebilirler. 

Toksik anne-babalar bu kadar anlayışlı değillerdir. Tuvalet eğitiminden ergenlik çağına, isyankarlığa ve hatta fikir ayrılıklarını bile kişisel bir saldırı olarak kabul ederler. Çocuklarının bağımlılıklarını teşvik ederek kendileri için savunma mekanizmaları oluştururlar. Çocukları için sağlıklı bir gelişim süreci amaçladıklarını söyledikleri halde, fark etmeden gelişimlerine zarar verir, onların iyiliklerini düşündükleri için böyle davrandıklarını öne sürerler. Çocuklarını devamlı eleştirip kısıtladıklarında, doğruyla yanlışı öğretmeye ya da kişiliklerini güçlendirmeye çalıştıklarını dile getirirler. Halbuki anne-babaların bu davranışları çocuklarının gelişmekte olan özsaygılarına büyük zarar verir. Bu tür anne-babalar ne kadar doğru davrandıklarını düşünseler de, ani çıkışları çocuklarının kafasını karıştırır, şiddetli ve olumsuz tavırları onları şaşırtır. 

İşte çocuk, tıpkı Antik Yunanlılar gibi, tanrısal anne-babasının merhametine sğınır; bir sonraki şimşeğin ne zaman çakacağını bilmez. Fakat toksik anne-babaların çocukları, bir sonraki şimşeğin eninde sonunda çakacağını çok iyi bilirler. Bu korku çocuğun içine işler ve onunla birlikte giderek büyür. Ne kadar başarılı olursa olsun, zamanında hasara uğramış her yetişkinin özünde aslında bu çaresiz ve korku dolu çocuk vardır.