10 Ekim 2022 Pazartesi

Bekleyecek Vaktim Kalmadı Artık

Anne tarafından dedemin adı Camille'di ve kendisi bir makinistti. 

Buharlı trenler çağıydı. Hani şu Magritte'in tablosu Hançerlenmiş Zaman'daki şömineden fırlayan, İçimizdeki Hayvan'daki Jean Gabin'in kullandığı tren gibi. 

O zamanlar trenler saatte 50 km hızla gidiyordu. Bugün ise son yapılan denemelerde tren saatte 600 km hıza ulaşıyor. Böylesi daha mı iyi acaba?


Eskiden Paris-Arras arasını dört saatte alırdık. Çok daha uzak bir yere gittiğimizi sanır, heyecanlanırdık. 

Şimdiyse 45 dakikada gidebiliyoruz ve ineklerin bizi görecek zamanı dahi olmuyor. Çok daha kısa sürüyor. Bir romanın tamamını okumak için, yan koltuklarda oturanlarla tanışmak ya da öğle yemeği yemek için vakit kalmadı.

Eskiden yemekli vagon vardı. Modası geçmiş ama samimi bir yerdi. Oturur, güzel tabaklarda, gümüş yemek takımlarıyla öğle yemeğinizi yerdiniz.

Şimdiyse hızlı servis var, sıcak yemeğiniz karton tabakta servis edilsin diye ayakta bekliyorsunuz. Yemekten sonra filtre kahve alır, kahve damlalarının çiçek desenli bir porselen fincana yavaşça düşüşünü duyardık ve filtrenin gümüş renkteki metalinden manzara yansırdı.

Şimdiyse kahve saatte yüz kilometre hızla, gürültülü bir kahve makinesinde yapılıyor, üstelik tıpkı yangın hortumu gibi gürültü çıkararak. Kahve denize atılacak ve balıkları zehirleyecek plastik bardağa dökülüyor. Her gün, her şey çok daha hızlı ilerliyor. Neyse ki gelişmeler devam ediyor.

Ulaşım süresi kısalıyor. Zaman kazandığımızı sanıyoruz. On beş dakika kazandım diyorum. Kazanılan zaman neye yarar?

"Peki mutlu yolcular bu kadar pahalıya mal olan bu çeyrek saatle ne yapacaklar? Birçoğu saati beklemek için kuyruğa girecek; diğerleriyse kafede bir on beş dakika daha oturacak ve gazeteyi en küçük ilanlarına kadar okuyacaklar" diye yazmış Filozof Alain, Mutluluk Üzerine'de, tam yüz yıl önce. Le Havre ile Paris arasındaki güzergâhtan bahsediyordu, derslerini yolda verirdi.

Bu kazanılan zamanla ne yapılır ki? Altın külçeleri gibi sandığa koyup, artık zamanımız kalmayıp da iş işten geçtikten sonra acil durumda çıkarıp kullanılır mı? Kim bilir belki de zaman zamanla değerlenir. Hatta unvanı bile olabilir. Adı Dönem olur, tıpkı mobilyalar gibi. 

Trenler çok daha hızlı gidiyor. Gideceğimiz yere çok daha çabuk varıyoruz. Bir gün, daha yola çıkmadan varmış olacağız. Yakında yola çıkmamıza bile gerek kalmayacak. 

- Jean-Louis Fournier, Bekleyecek Vaktim Kalmadı Artık 

4 Ekim 2022 Salı

Arzu ile Jouissance

Freud yetişkinlikte ortaya çıkan kaygının suçluluk duygusuyla bağlantılı olduğunu, bundan dolayı kaygıyla üstben arasında önemli bir bağ olduğunu öne sürmüştür. Lacan da bu bağlantının altını çizmiş ve üstbenin, özneye keyif almasını emreden ama aynı zamanda bu keyif uğraşında başarısız olacağını alaycı bir şekilde öngören bir ses olarak işlediğine işaret etmiştir. 


Kaygının üstben buyruğuyla bağlantılı olan bu suçluluk hissine ilişkin olduğu sonucuna varmak kolay olsa da, bu kavrayışı tersine çevirip, kaygıyı doğuran şeyin, paradoksal bir şekilde, başarısızlık seçeneğinden ziyade başarı seçeneği olduğu gibi yeni bir fikir ortaya atmak mümkündür. Bu noktada kaygıyla ilgili gayet iyi bilinen iki Lacancı noktayı hatırlamamız gerekiyor: Birincisi, kaygı nesnenin eksikliğinden değil eksiğin eksilmesinden, yani eksikliğin yerinde bir nesne ortaya çıkmasından doğar; ve ikincisi, kaygı arzu ile jouissance arasında bir refüjdür.

Arzu tatminsizlikle (nesnenin eksikliğiyle) bağlantılıdır daima, oysa jouissance özneyi nesneye yaklaştırır - çoğunlukla da can yakarak. Arzunun eksiklikle bağlantılı olduğunu söylerken şu iki sonuca varmakta acele etmemeliyiz: Arzuyu tatmin edebilecek bir nesne asla yoktur; başarısızlıkta başarı, eriştiği şeyin asla istediği şey olmadığından yakınan arzu öznesine özgü bir stratejidir. 

Arzunun paradoksal özelliği, bir nesneden diğerine giden ve asla tatmin olmayan bir çeşit doymak bilmez ağız olmayışıdır: Arzunun kendisi, ancak özne arzu nesnesiyle, yani Lacancı nesne a -eksikliğin kendisinin bir başka adı- ile karşılaştığında harekete geçer. Ne var ki eksiklik, bir arzu nesnesiyle karşılaştığımızda değil de arzunun yerini jouissance aldığında var olmaya başlar - yani artık arzunun uçucu nesnesi olmayıp çoğunlukla acıyla birlikte belli bir keyif uyandıran, dolayısıyla özne için dehşet verici olan nesneye yaklaştığımızda.

Aşk ilişkilerinde bu, yoğun istek duyduğu bir partnerle nihayet başarılı bir cinsel karşılaşma yaşayan, ama bunun sonucunda bu deneyimden dehşete kapılan ve partnerini anında terk eden bir histerikte meydana gelebilir. Ne var ki mesele sadece öznenin arzusunun tatminsizliğini (yani erişilemeyen nesneye duyduğu özlemi) korumak istemesinden ziyade, jouissance nesnesine fazla yaklaşmakla bağlantılı olabilir. Lacan bu bağlamda şöyle bir yorum yapar: Orgazm, öznenin genelde gayet iyi tahammül ettiği bir kaygı halidir; ne var ki öznenin pekâlâ kaçınmak istediği bir nokta da olabilir.

- Renata Salecl, Kaygı Üzerine

25 Eylül 2022 Pazar

Yas ve Melankoli

Freud, "Narsisizm Üzerine" (1915) adlı makalesinde, iki uçlu bozukluk (bipolar) tanısında sık gözlenen bir özellik olan megalomani ve grandiyozite üzerine düşünmüştür. İki uçlu bozukluk tanısı ve altında yatan dinamiklere dair kapsamlı bir düşünme girişmesi ise ancak 1917 yılında yayımlanan "Yas ve Melankoli" metniyle olur. 


Aslında hem Karl Abraham'ın hem de Freud'un bakışı kendisinden önceki pek çok klinisyenle aynı çizgidedir; manik atakları ve melankolik ataklar farklı görünümlerine karşın ortak dinamiklerle tetiklenmektedir. Bu temel anlayışın, yani melankoli ve maninin aynı madalyonun iki farklı yüzü olduğu fikri, psikanalizin o güne değin melankoli üzerine geliştirdiği anlayışı mani için de kullanmasını olanaklı kılar. Freud, mani hecmelere (ataklara) ilişkin bu ilk kuramsallaştırma çabasında oldukça ihtiyatlıdır, bu adımı geliştirilmeye muhtaç bir ilk deneme olarak görür. Tutarlıymış gibi duran bir açıklama önermiş olsa da kendi önerisinin yeterince açıklayıcı olmadığını düşünür ve yanıtlanması gereken pek çok soruyu okuyucularına hatırlatır. Bu sorulardan en önemlisi, neden her depresif bireyin manik bir döneme geçmediğidir. Bu soruya verilebilecek ilk yanıt, aynı makale boyunca tartıştığı melankoli ve yas ayrımı olabilirdi: Melankoli bir anlamda yas süreçlerinin sağlıklı işleyemediği ağır çökkünlük dönemleridir ve yas süreçlerine kıyasla daha ağır bir tablodur. Yas süreçleri, kişinin ruhsal gelişimine katkılar sağlarken, melankolik süreçler çoğu kez kısır ve yıkıcı süreçlerdir. 

Bu bağlamda, melankolinin yarattığı ruhsal ıstırabın daha kesif olduğu ya da melankolik bireylerin ruhsal acıyı yaşama, hüzne yer verebilme kapasitelerinin çok daha sınırlı olduğu söylenebilir ve bu yüzden manik bir kayma yaşamalarının daha olası olduğu öne sürülebilir. Ancak, ne her manik epizot bir melankolik sürece ardıl olarak gelişir ne de melankoli eğilimi olan her birey manik epizotlar yaşar. 

(...)

R. Rousullian (2016), Freud'un "Yas ve Melankoli" makalesinin ana konusunun duygulanım bozuklukları olmadığını, ana konunun narsisizm olduğunu öne sürer. Ona göre Freud'un yas ve melankoli ayrımına ilişkin önerdiği belirteçler esasında narsisitik bir yapı farkına işaret etmektedir. Freud, bu metninde melankoli için üç temel koşuldan söz eder; "nesne kaybı", "ikirciklilik" ve "libidonun benliğe geri dönmesi". Bunlardan ilk ikisinin melankoliye spesifik olmadığı, yas süreçlerinde de ortaya çıktığı açık olduğuna göre, melankoliyi yastan ayırt eden ana öğenin "libidonun bene geri dönüşü" olarak tanımlanan süreç olduğu açıktır. "Libidonun bene geri dönüşü" ifadesi de zaten Freud'un bakışıyla narsistik problematiğin en kısa tanımıdır; dolayısıyla melankoli narsistik bir problematiktir diyebiliriz. 

- İshak Sayğılı, İki Uçlu Bozukluk Üzerine Psikanalizin Söyledikleri ve Söylemedikleri. Bu yazının tamamı Psikeart Dergisinin Eylül-Ekim 2022 tarihli "Bipolar Bozukluk" sayısında yayımlanmıştır. 

20 Eylül 2022 Salı

Kişisel Otoritenin Kazanılması

Yaşamın ikinci yarısında, iki büyük görev bizi bekler. İlki, kişisel otoritenin kazanılmasıdır. Bu ne anlama gelir? Hepimiz hayata naif ve başkalarına bağımlı olarak başlarız, kendi ihtiyaçlarımızı karşılamak ve hatta bazen hayatta kalmak için çevrenin dayattığı koşullara (aile, sosyoekonomik şartlar, kültürel zorunluluklar vb.) uyum sağlamak zorundayızdır. Her bir adaptasyon, içgüdüsel hakikatlerin, kişisel ihtiyaçların, tercihlerin ve ruhun arzularının feda edilmesini gerektirir. Gerekli adaptasyonların tekrarı, yetkenin kendi dışımızda yerleşmesine yol açar. 


Bununla birlikte, zamanla bu dış otoriteler yer değiştirir ve kompleks olarak içselleştirilerek bizi içeriden yönetmeye başlar. En güçlülerimiz bile, bu içsel tiranlara tabidir. Bilinçli varlıklar olduğumuza inanırız, aslında çoğu zaman, hatta her zaman, kişisel geçmişimizden kaynaklanan otoritelere ve günümüzün hüküm süren çeşitli değerlerine tabiyizdir.

Ruhumuz kişisel otoritemizi geri kazanmamızı ister ve bu günlük olarak bizi bekleyen bir görevdir. Genellikle, en azından acı, kendimiz ya da çevremizdekiler için tahammül edilemez hale gelinceye kadar, ruhun gündemini mümkün olduğu kadar bastırarak, ruhumuzun bu taleplerinden kaçmaya çalışırız, ta ki bu taleplere kulak vermek mecburiyetinde kalıncaya dek. Hepimiz dış otoriteyi benimsemeye koşullandığımız ve bu tür öğütleri, gündemleri ve tepkileri kendi komplekslerimiz olarak içselleştirdiğimiz için kişisel otoritemizi tekrar geri kazanmak zor, hatta korkutucu bir görevdir. Balık suda yüzdüğünün farkında mıdır? Dış otoritelere değil, tümü geçmişimize bağlı olan algılar ve tepkiler denizinde yüzdüğümüzü kavrayabilir miyiz? Beklentiler ve sonuçlar arasındaki tutarsızlık artık inkâr edilemez hale gelinceye kadar bu örtük otoriteleri ve etki alanlarını sorgulamamız çok düşük bir ihtimaldir. 

"Kişisel otorite" nelerden oluşur? En basit ifadeyle, kişinin kendisi için doğru olanı bulması ve bu dünyada onu yaşamasıdır. Eğer yaşanmazsa, bizim için henüz gerçek değildir ve Sartre'ın "kötü inanç", teoloğun "günah", terapistin "nevroz" ve varoluşsal filozofun "otantik olmayan varlık" olarak adlandırdığı duruma katlanmak zorunda kalırız. Başkalarının haklarına ve bakış açılarına saygılı olan kişisel otorite, narsisist veya yayılımcı değildir. Var etmek istediklerimizin akçakgönüllü bir kabulüdür. Eğer ego içimizden çıkıp yaşamak isteyen bu enerjinin önünden çekilmezse, bu enerji patolojik patlamalara dönüşerek bizi çiğner ya da bedenlerimiz senelerce varolmaya devam etse de, içimizdeki çok hayati bir şey ölür. 

Hepimiz, bundan kaçsak bile, esasında bu çağrının bize her gün yapıldığını biliriz: Sizin için doğru olanı bulun ve onu yaşama cesareti gösterin, başta başkalarını şaşırtabilir ve korkutabilirsiniz, ancak zamanla dünya size saygı gösterecektir.

7 Eylül 2022 Çarşamba

Hastadan Öğrenmek, Bir Psikanalistin Danışma Odası

Yorumlama Seçimi: Bazı Örnekler

Bu malzemeye elbette çok sayıda olası yanıt bulunur. İç denetim çalışmalarının bir kısmı, hastanın ve iyileşme sürecinin çıkarlarına neyin en iyi şekilde hizmet edebileceğini değerlendirmektir. Müdahale etmeden önce kendime bir "tereddüt dönemi" (Winnicott, 1958: Bölüm 4) tanımış olsam aklımdan geçebilecek seçenekleri genişleterek farklı olasılıklar sunacağım.

Terapistlerin düşünmek için zamana ihtiyacı vardır ancak terapistin kendisi bir hastanın söylediği şeyin miktarı (veya etkisi) yüzünden boğulmuş hissetmediği sürece, insan zihni, aynı boğulan bir kişininki gibi, çok hızlı çalışabilir. Kendini bunalmış hissederse, ayrıntılı içeriğinde kaybolma riskine girmeden önce iletişimin biçimine (tüm ağırlığı veya hacmine) dikkat kesilmesi daha yararlı olacaktır.


Ayrıntıları Terapi ile İlişkilendirmek

Bunu terapiyle ilişkilendirerek hastanın sözlerindeki detayları ona tekrarlamak, terapist tarafından epey yaygın yapılan bir yorumdur lakin bu, çok yoğun biçimde uygulandığında, bir yorum değil bir ders haline gelir. Örneğin bir hastaya şöyle yanıtlar verildiğini duydum:

"Bence siz, gelecekteki işlerin sizin için nasıl olacağını  öngörerek kaygınızı azaltabilmem için benim bir kahin olmamı isterdiniz. Ayrıca, daha yeni okumaya başladığınız kitapta olduğu gibi, terapinizi erken bırakarak neyin 'okunmamış' kaldığını merak ediyor olabilirsiniz. Artık geçmiş yaşamınızı ya da geleceğinizi daha derinlemesine inceleyecek vaktimiz yok; öyleyse, rüyanızda boğulan kişi siz olabilirsiniz, bu da benim sizi kurtarmak için dalmaya tereddüt eden kişi olarak temsil edildiğimi gösterir. Daha fazla terapi almak yerine, Proust'u kendi kendinize okumayı planlıyorsunuz, bu kendi kendinizin terapisti olmak, geçmiş yaşamınızdan kurtarabileceğiniz kadarını kurtarmak ve bunu kendi başınıza yapmak için bir girişim olabilir."

Bu, hastanın söylediklerinin çoğunu kapsar ve terapi etrafında epey düzgün bir şekilde bir araya getirir. Hatta hepsi doğru da olabilir. Oysa iç denetim, buradaki odak noksanlığının farkına varmamıza yardımcı olur. Deneme özdeşleşimini kullanırsak bu daha da netleşir. Bir hastanın buna tepkisi ne olurdu? Farz edin ki bu uzun yoruma "Evet" diye karşılık verdi, neye "Evet" demiş olacak?

Ayrıca, bu kuşatıcı yorumla hastanın bombardımana tutulduğu hissine de kapılabiliriz. Hasta ya terapistin her şeyi (eğer uyuyorsa) bu şekilde bir araya getirme becerisinden etkilenir ya da sanki öyle olmak zorundaymış gibi her şeyin terapistle ilişkili olduğu temel varsayımından rahatsız olabilir. 

Bu tarz yorumlamanın tedavi sürecini geliştirmesi olası değildir. Hastaya, seansın bu noktasında, aktardıklarının hangi kısmının en acil olduğunu ayırt etmeye yönelik yol göstermesi için izin verilmez. 

- Patrick J. Casement, Hastadan Öğrenmek