Yaşamın ikinci yarısında, iki büyük görev bizi bekler. İlki, kişisel otoritenin kazanılmasıdır. Bu ne anlama gelir? Hepimiz hayata naif ve başkalarına bağımlı olarak başlarız, kendi ihtiyaçlarımızı karşılamak ve hatta bazen hayatta kalmak için çevrenin dayattığı koşullara (aile, sosyoekonomik şartlar, kültürel zorunluluklar vb.) uyum sağlamak zorundayızdır. Her bir adaptasyon, içgüdüsel hakikatlerin, kişisel ihtiyaçların, tercihlerin ve ruhun arzularının feda edilmesini gerektirir. Gerekli adaptasyonların tekrarı, yetkenin kendi dışımızda yerleşmesine yol açar.
20 Eylül 2022 Salı
Kişisel Otoritenin Kazanılması
7 Eylül 2022 Çarşamba
Hastadan Öğrenmek, Bir Psikanalistin Danışma Odası
Yorumlama Seçimi: Bazı Örnekler
Bu malzemeye elbette çok sayıda olası yanıt bulunur. İç denetim çalışmalarının bir kısmı, hastanın ve iyileşme sürecinin çıkarlarına neyin en iyi şekilde hizmet edebileceğini değerlendirmektir. Müdahale etmeden önce kendime bir "tereddüt dönemi" (Winnicott, 1958: Bölüm 4) tanımış olsam aklımdan geçebilecek seçenekleri genişleterek farklı olasılıklar sunacağım.
Terapistlerin düşünmek için zamana ihtiyacı vardır ancak terapistin kendisi bir hastanın söylediği şeyin miktarı (veya etkisi) yüzünden boğulmuş hissetmediği sürece, insan zihni, aynı boğulan bir kişininki gibi, çok hızlı çalışabilir. Kendini bunalmış hissederse, ayrıntılı içeriğinde kaybolma riskine girmeden önce iletişimin biçimine (tüm ağırlığı veya hacmine) dikkat kesilmesi daha yararlı olacaktır.
Ayrıntıları Terapi ile İlişkilendirmek
Bunu terapiyle ilişkilendirerek hastanın sözlerindeki detayları ona tekrarlamak, terapist tarafından epey yaygın yapılan bir yorumdur lakin bu, çok yoğun biçimde uygulandığında, bir yorum değil bir ders haline gelir. Örneğin bir hastaya şöyle yanıtlar verildiğini duydum:
"Bence siz, gelecekteki işlerin sizin için nasıl olacağını öngörerek kaygınızı azaltabilmem için benim bir kahin olmamı isterdiniz. Ayrıca, daha yeni okumaya başladığınız kitapta olduğu gibi, terapinizi erken bırakarak neyin 'okunmamış' kaldığını merak ediyor olabilirsiniz. Artık geçmiş yaşamınızı ya da geleceğinizi daha derinlemesine inceleyecek vaktimiz yok; öyleyse, rüyanızda boğulan kişi siz olabilirsiniz, bu da benim sizi kurtarmak için dalmaya tereddüt eden kişi olarak temsil edildiğimi gösterir. Daha fazla terapi almak yerine, Proust'u kendi kendinize okumayı planlıyorsunuz, bu kendi kendinizin terapisti olmak, geçmiş yaşamınızdan kurtarabileceğiniz kadarını kurtarmak ve bunu kendi başınıza yapmak için bir girişim olabilir."
Bu, hastanın söylediklerinin çoğunu kapsar ve terapi etrafında epey düzgün bir şekilde bir araya getirir. Hatta hepsi doğru da olabilir. Oysa iç denetim, buradaki odak noksanlığının farkına varmamıza yardımcı olur. Deneme özdeşleşimini kullanırsak bu daha da netleşir. Bir hastanın buna tepkisi ne olurdu? Farz edin ki bu uzun yoruma "Evet" diye karşılık verdi, neye "Evet" demiş olacak?
Ayrıca, bu kuşatıcı yorumla hastanın bombardımana tutulduğu hissine de kapılabiliriz. Hasta ya terapistin her şeyi (eğer uyuyorsa) bu şekilde bir araya getirme becerisinden etkilenir ya da sanki öyle olmak zorundaymış gibi her şeyin terapistle ilişkili olduğu temel varsayımından rahatsız olabilir.
Bu tarz yorumlamanın tedavi sürecini geliştirmesi olası değildir. Hastaya, seansın bu noktasında, aktardıklarının hangi kısmının en acil olduğunu ayırt etmeye yönelik yol göstermesi için izin verilmez.
- Patrick J. Casement, Hastadan Öğrenmek
18 Ağustos 2022 Perşembe
Kapağı Kaybolmuş Tükenmez Kalemlerin İntikamı
“Fermuarların Çalışma Prensibi” adlı hikâyesini yazmak için tüm notlarını gözden geçirdi. Daktiloya takacağı kâğıtları ayarladı, daktilosu tabii ki Remington markaydı. Yıllar önce Ağaçkakan’ı okurken nasıl da heveslenmişti Remington kullanmaya. İnsanlık için küçük kendisi için büyük bir mutluluktu elbette. Kendisiyle çok gurur duymazdı, esasen biraz düşününce Remington daktilo kullanmanın da pek gurur duyulacak bir yanı olmadığını kendine söylemişti. Kendine hep böyle davranıyordu.
Bir fincan Amerikan kahvesi yapmak için mutfağa gitti. Ropdöşambırını giymişti. Pahalı bir şey değildi. Az önce yaktığı Marlboro dudaklarının arasında beklerken iki yıldır oturduğu bu dairenin mutfak camlarını hiç sildirmediğini fark etti. Bunu fark edecek zaman değildi aslında ancak gel gör ki aklından geçen adamlar Raymond Carver, Tom Robbins, John Cheever gibi edebiyat devleriydi. Bu yüzden, işte sırf bu yüzden iki yıldır oturduğu dairenin camlarını sildirmemesine ayrıca dikkat etmesi çok iyi bir gelişmeydi. Çünkü iki yıldır doğru düzgün hiçbir şey yazmamıştı. Daha doğrusu yazamamıştı. Bu çok can sıkıcı durumu bertaraf etmeye çalıştıysa da pek becerikli davranamamıştı anlaşılan. Çünkü geliri iyiydi, çünkü oturduğu bu daire babasının varlıklı bir arkadaşına aitti ve kira vermiyordu, çünkü faturaları düzenli olarak çalıştığı şirket tarafından ödeniyordu. Çünkü hiç kadın derdi olmuyor, istemediği kadar kız ona kur yapıyordu. Hayatında neredeyse hiçbir zorluk yoktu. Carver’ın, Cheever’ın hayatları ise zorluklarla mücadele etmekle geçmişti.
Sonunda fermuarların çalışma prensibi diye bir şey bulmuş ve heyecanlanmıştı. Üniversite döneminde adı sanı duyulmayan birkaç fanzinde hikâyeleri yayımlanmıştı. O fanzinleri hâlâ saklıyordu. Devamı gelmemişti ne yazık ki. Yüksek lisans eğitimi için Georgia State’e gitmek zorunda kalmış, dönünce mecburi vatan hizmetini tamamlamış, abisinin bir bağlantısı sonucu iyi bir teknoloji firmasında yazılım geliştirme bölümünde işe başlamıştı. Maddi anlamda bu kadar yüksek standartlara sahipken, babasının varlıklı arkadaşının artık unuttuğu bu dairesine yerleşmişti.
Saat geceyarısını geçmişti ve nihayet mahallenin sesleri kesilmişti. İkâmet ettiği bu yerde mahalle sesleri aralıksız on sekiz saat yayın yapıyordu. Onun yazmak ve düşünmek ve hatta yaşamak için çokça sessizliğe ihtiyacı vardı. Bu yüzden kahveyi fincana doldurdu, buzdolabının fişini çekti, masasının başına dönerken salonun ışığını kapattı, masa ışığı olan soluk yeşil lambayı yaktı. Biten sigarasını küllüğe gömdü, cep telefonu kapattı, bir yudum kahve alacakken fincanı mutfakta bıraktığını anladı. Pofladı. Söylenerek yerinden kalktı, mutfağa gitti, geçen gün bir anlık öfkeyle duvara fırlattığı porselen fincanın yerine dolaplardan birinde bulduğu cam fincanı kullanıyordu artık. Tezgâhın üstündeki cam fincanın çatlayarak içindeki kahveyi kan sızarmış gibi dışarı bırakışını gördü. Söylenmesi sertleşti. Su bardağında da kahve içilebilir, ki yeniden kahve yapması gerekirdi ama makinede kahve kalmamıştı.
Bununla uğraşmak yerine masasına dönerek Marlboro paketini arandı. Yığılı kâğıtların altında can cekişen paketin içi tam takır kuru bakırdı. Bu deyişi sigara paketine yaptığına o an inanamadı. Mahallenin bakkalı yaklaşık bir saat önce kapanmıştı. Alnından ve şakaklarından sızan terleri avuçlarının içiyle sildi ve ellerini ropdöşambırına pat patladı. Daktilosunda takılı duran bembeyaz kâğıdı görünce hemen yazmaya karar verdi. Çünkü aklına bir şeyler gelmeye başlamıştı. Aklına gelen şeyler, gelir gelmez hoşuna gitmeye de başlamıştı. Hemen başlığı yazmaya girişti. Fermuarların Çalışma Prensibi’ni oluşturacak harflere sırayla bastı ve gözünü kâğıda çevirince ıssız bir boşluk gördü. Daktilonun mürekkebi yoktu. Ne zamandır kullanılmayan daktiloyu mürekkepsiz bırakmıştı ve üst üste gelen minik krizler boynunu kütletmesine yol açmıştı.
Aklına sürekli yeni cümleler geliyordu. Hatta aklına cümle yağıyordu. Ucu kırıldığı için kullanılmayan bir kurşum kalem fark etti, sigara niyetine dudaklarının arasına aldı, bu girişimi sonuçsuz kaldı. Kalem çok uzun ve ağırdı. Sigara içer gibi düşünemiyordu kendini. Yedi saniye kaleme baktıktan sonra kalemi ortasına yakın bir yerden çat diye kırdı. Kâfi miktardaki kısmını dudaklarının arasına yerleştirdi ve biraz da olsa havaya girdi.
O an kahve içme isteğini unutmuştu. Hemen boş bir kâğıt alarak başlığı yazdı. Yazısı epey çirkindi. Hele bir hikâyeyi yazsın, sonra elbet temize çekilirdi. Kim bilir Carver ve Cheever gibi dev yazarların hikâyelerini yazarlarken yaşadıkları ne garip olaylar vardı. Muhtemelen ileride –en nihayetinde– bir yazar olup kitabı çıktığında, bu yazmaya çalıştığı hikâyenin hikâyesini de kahkahalar atarak anlatacaktı.
Hikâyede ilk paragrafın sonuna geldiğinde kalem daha zor yazmaya başladı. Yoğun mavi mürekkep üçüncü satırda soluklaşmaya başlamışken, dördüncü satırda artık hiç yazmaz oldu. Kalemi hemen fırlatıp kalemlikten yeni bir tane ucu açık bırakılmış tükenmezkalem aldı. Az önce kâğıdı hırpalayan ve izleri hâlâ belli olan harflerin üstünden bu sefer siyah boyayla geçti.
İkinci paragrafta kahvesizliğini, sigarasızlığını, yorgunluğunu, uykusuzluğunu, daktilosuzluğunu ve diğer her şeyi unuttu. Artık tüm dikkati yazmakta olduğu satırlardaydı. Derken siyah boya da patinaj çekmeye başladı. O an odada kimden çıktığı belirlenemeyen bir hırlama duyuldu. Galiba kendisinden çıkmıştı bu ve hemen elindeki kalemin ucunu “o harfi” yaptığı ağzına yaklaştırarak kalemin ucuna hoh’lamaya başladı. Üç hoh’tan sonra yazmaya çalıştı, iki harf sonra tekrar hoh gerekiyordu ve bu şekilde dört kelime yazabildi. Nefesinin daraldığını ve yorulduğunu hissettiği ilk anda kendine “vazgeçme” dese de faydası olmadı, bu sefer az önce gerçekleştirdiği fırlatıştan daha iyisini yaptı ve elindeki kalemi iki yüz yetmiş santim uzaklığındaki duvara yapıştırdı.
Kalemin duvara değmesini bile beklemeden yerinden kalkmıştı, masanın üzerindeki kalemlikten, kâğıt yığınlarının arasından kalem çıkmayacağını anlayınca yerdeki kutuları, rafları, dolapları karıştırmaya başladı. Sehpanın üstünde duran ucu açık tükenmezkalemi görünce bir an sevindi, hemen sonra kaşlarını şüpheli bir şekilde kaldırarak “acaba” diye düşündü, gazetenin açık duran sayfasındaki kare bulmacanın üstünün yazmayan bir tükenmezkalemle defalarca çizilmeye çalışıldığını ve gazetenin o sayfasının yırtıldığını fark etti.
Harika! Evde kalem yoktu. Aslında vardı da hepsinin ucu açık bırakılmıştı. Titreyen elleriyle çakmağı kalemlere yaklaştırıp, kalemlerin içindeki tüpte kalan mürekkepleri ısıtıp akmasını sağlamaya çalışırken eli mürekkep oldu ve kalemlerin plastik tutacakları eridi.
Sabah ezanı okunurken karanlık koridorda sırtını duvara yaslamış bir halde oturuyordu. Hırlamaları ve histerik şekilde bir anda beliriveren titremeleri geçmişti, öfkesi ise bakiydi. Ezanın bitimine doğru aklına yeni bir hikâye fikri geldi.
İstanbul, 2012
11 Ağustos 2022 Perşembe
Korkunç Ağlama Dürtüsü
Bir sinir krizi yaşadığının farkındaydı, bu farkındalık sırasında kendine başka bir soru sormayı ihmal etmedi: İki sinir krizi yaşasaydı durumu şu an ne olurdu?
Yaşadığı kriz geçmeden bir hikâye yazmak istedi. O sinirle kendisinden neler çıkacağını merak etmiyor değildi. Hikâyenin ne hakkında olacağını bile bilmiyordu. Ona göre bilmesine de gerek yoktu. Ağlamak istiyor, ancak yirmi sekiz yaşında olduğu için ağlamayı kendine yediremiyordu. Belki de krizi bu yüzden geçmek bilmiyordu.
4 Ağustos 2022 Perşembe
Terapi Odası
Psikoterapist kadın mı erkek mi olsun? Terapi dünyasında kadınlar ağırlıklıdır, peki neden? Psikoterapi (bence) rant getiren bir alan değil. Psikoterapi yapmak ve hayatımızı bu yolla kazanmak istiyorsak çok uzun yıllar eğitimlerden geçeriz ve iyi bir klinisyen olmayı öğreniriz. Rantın az bulunduğu hatta olmadığı bir yerde doğal olarak erkekler az bulunur. Terapi dünyası kadınlara bırakılan bir alandır. Ayfer Tunç benzer bir ifadeyi edebiyat dünyası için de söyler: Bir alanda kadınlar artıyorsa o alanda değersizleşme vardır, bakın akademik dünya, edebiyat dünyası, terapi dünyası. Bu durumun yarattığı şöyle bir olumlu taraf var, rant olmadığı için nitelik yükseliyor. Terapide bir rant olmadığı için kadınlar bu alanda ciddi bir engellenmeyle de karşılaşmıyorlar.