Psikoterapist kadın mı erkek mi olsun? Terapi dünyasında kadınlar ağırlıklıdır, peki neden? Psikoterapi (bence) rant getiren bir alan değil. Psikoterapi yapmak ve hayatımızı bu yolla kazanmak istiyorsak çok uzun yıllar eğitimlerden geçeriz ve iyi bir klinisyen olmayı öğreniriz. Rantın az bulunduğu hatta olmadığı bir yerde doğal olarak erkekler az bulunur. Terapi dünyası kadınlara bırakılan bir alandır. Ayfer Tunç benzer bir ifadeyi edebiyat dünyası için de söyler: Bir alanda kadınlar artıyorsa o alanda değersizleşme vardır, bakın akademik dünya, edebiyat dünyası, terapi dünyası. Bu durumun yarattığı şöyle bir olumlu taraf var, rant olmadığı için nitelik yükseliyor. Terapide bir rant olmadığı için kadınlar bu alanda ciddi bir engellenmeyle de karşılaşmıyorlar.
4 Ağustos 2022 Perşembe
Terapi Odası
29 Temmuz 2022 Cuma
Terapinin Aşırısı İyidir
Psikoterapi, bir anlamda denize girmek gibidir.
Kişi, denize girmeden önce (çok istekli değilse) yavaş yavaş, küçük, kararsız adımlarla kıyıya gelir. Mayosunu giymiştir, biraz şanslıysa yanında sevdiği bir-iki kişi de vardır. Minik dalgaların kıyıya vurduğu yerde ayaklarını sokar, en fazla bileklerine kadar. İlk başta su soğuk gelir, geriye doğru zıplar. Yine de denize girmek istiyordur; yüzmek, ferahlamak, yazın tadını çıkarmak istiyordur, alışmak biraz zaman alıyordur. Suya girdikten sonra suyun belirsizliği, suyun içinde neler olup bittiğinin görünemezliği de kişide belli bir korkuya neden olabilir. Bu kadar sığ sularda bir şey olmayacağı garantisi etraftan verilir. Bu kişi kadar çok düşünmeyenler, pervasız bir şekilde suya “dalıyordur.” Yeniden cesaret ederek ayaklarını suya sokan kişi, yine suyu soğuk algılayacak ama bu sefer beklendik bir soğuk olacaktır bu. Çünkü az önce hissetmiş, deneyimlemiştir o soğuğu. Ve suyun içine adım atmaya başlayacaktır. Her adımda su soğuk olduğu için hızlı ve kesik kesik nefes alıp verecek ama yine de yürümeye devam edecektir. Derken dizlerini geçmeye başlayan suyun içine tüm bedenini sokacaktır.
Psikoterapi biraz böyledir. Kişi yardım almak, sorunlarını çözmek ve bu sayede hayatın tadını çıkarmak ister. Ancak alışmak biraz zaman alabilir. Terapinin içine girmeden, içinde ne olduğu dışarıdan bakarak anlaşılamaz. Her kişi için her kıyı ve her deniz nasıl ki uygun olmayabilirse, terapide de kişi kendine uygun kıyılar arayabilir. Uygun kıyılar hem uygun terapi yöntemi hem de uygun terapist demektir. Bu süreçte iki kişinin zihninin birleşmesi vardır, bu birleşme güven temasının üzerinde kuruludur. Kişi kendine veya yanındaki kişiye güvenmiyorsa denize girmek istemez.
Tabii iş denize girmekle bitmez. Yüzmek, dalmak, kulaç atmak, eğlenmek de bu işin doğasında vardır. Terapinin içinde de kişiler çabalar. Suya alışırlar. Bazen derinlere dalarlar, tehlikeli oluyorsa terapist kişiyi derinlerden çekip çıkarabilir. Kişi kulaç attıkça, suyun üstünde kaldıkça, bir noktadan başka bir noktaya yüzebildiğini ve yol alabildiğini gördükçe motive olur. Tüm bu aşamalarda terapisti yanında olur.
Ancak denizde dalga vardır. Terapist denize hükmedemez. Terapist Poseidon’dan rol çalamaz. Denize giren kişiye kılavuzluk edebilir terapist. Denizde dalga, dışarıda rüzgâr çıkabilir. Deniz ve dalgalar yabanileşebilir, saldırganlaşabilir. Bu da esasında zaten gündelik hayatlarımızın bir parçasıdır. Hayatlarımız dalgalı, olaylar zaman zaman saldırgandır. Terapötik düşüncenin aşırısı bu bakımdan iyidir. Geçici bir süreliğine kişi terapide olduğunu ve normalden daha çok çabalamasının uzun dönemde sağlıklı sonuçlar doğurabileceğini hesap edebilirse, terapisine devam ederken terapisiyle ilgili aşırı düşünce ve eylemleri (ses kaydı, not almaları, günlük tutmaları, egzersiz ve görev çizelgelerini ihmal etmemeleri, vb.) kişiyi zihinsel açıdan meşgul eder. Bir sonraki seansın açılışı bir önceki seansla kurulacak bağlantı, kişiye verilen egzersiz ve görevlerin gözden geçirilmesi olacağı için, kişinin aşırı terapi düşüncesi bu zaman dilimi için faydalıdır. Yani yabani ve saldırganlıktan kastımız terapinin kendisiyse.
Gelin görün ki terapiye giden kişi için de hayat yine olması gerektiği gibi olacaktır. Evren böyledir. Evrenin kendi yasaları vardır, biz faniler, evrenin yasalarına uyarak hayatta kalmaya ve yaşamaya çalışıyoruz. Bu da çok ciddi uğraş demektir. Bu uğraş esnasında terapiye de gerçekçi bir gözle bakmamız ve evrenin yasalarından terapinin ayrı olmadığını bilmemiz yerinde olacaktır.
Bu bakımdan terapi her zaman keyif vermek zorunda değildir. Derin çalışmalar hiç böyle olmamıştır. Zaman zaman, denizin çarşaf gibi olduğu, bir tehlikenin olmadığı durumlarda su nasıl keyif verir ve bizi ferahlatırsa, terapi de eğlenceli, hoş, komik, yaratıcı, esenlik sağlayan, ferahlık getiren bir alan olabilir. Ama öyle zamanlar gelir ki, terapi korkutucu da olabilir. Gerçekten iyi olan hiçbir terapi naif değildir aslında.
Terapi bir senfoni gibidir aynı zamanda. Birbirinden farklı enstrümanlar vardır, hepsi sırası gelince devreye girer, ses verirler. Bütün bir ahenk ve düzen vardır senfonide. Orkestra şefini takip eder müzisyenler. Şef, terapisttir. Müzisyenler, danışanların farklı özellikleridir. Hangi durumda hangi enstrümanını kullanacağını öğrenen birer yaşam yolcusudur danışanlar.
Şunu demek psikoterapiler için çok yanlış olmaz sanırım: Aynı anda hem şiddet hem de cazibe vardır. Sudaki dalgalar şiddetli ve denizin rengi enfestir. Şiddet ve cazibeyi birbirinden ayırmak mümkün olmadığı gibi gereksizdir de. Bazen kısa süreli terapiler yumuşak ve sessizdir. Hatta bazen uzun süreli terapiler için de bu söylenebilir - nadir de olsa. Ama genel olarak, gerçekten iyi icra edilen bir terapide huzur ve kavga, dinginlik ve kaos bir aradadır.
Çoğu kez kişilerin kafası karışır, uzun süreli terapi mi yoksa kısa süreli terapi mi? Bu soruya verilebilecek net bir yanıt olmamakla birlikte genelde kısa süreli terapilerin daha çok suçlandığını görebiliyoruz. Kısa süreli terapilerin sığ, yüzeysel, basit gibi kelimelerle yaftalandığına şahit olabiliyoruz. Ancak durum pek de böyle değildir; kısa süreli terapi uygulayan bir klinisyen yöntem ve teknikleri zamanında, yerinde, uygun biçimde uygulamalıdır, bu da kısa zamanda danışanın iyileşmesi demektir.
Kısa süreli terapiler uygulayan klinisyen canlı, aksiyon dolu seanslar yapar ve maharetini her an göstermek zorundadır. Ayfer Tunç'un roman ve öykü benzetmesini kullanacak olursam diyebilirim ki; psikoterapi, kimsenin kimseyi dövmediği bir boks maçı gibidir. Uzun süreli terapilerde toplanılan puanlarla maçı kazanabilirsiniz ama kısa süreli terapilerde nakavt etmek zorundasınız.
Sevgiler,
Tuna
17 Temmuz 2022 Pazar
Şu "Depresyon" Meselesi
Depresyon, mental bozukluklar içerisinde sadece ülkemizde değil tüm dünyada en çok görülen hastalıklardan biridir. Evet, depresyon tıbbi bir hastalıktır. Romantizme edilemez. Özenilecek bir yanı yoktur. Kişilerin depresif modunun açık olduğu günler veya saatler olabilir. Tıbbi anlamda depresyon diyebilmek için başka kriterlerin de karşılanması gerekir.
9 Temmuz 2022 Cumartesi
Dünyanın En Kötü İnsanı
Özellikle Louder Than Bombs'dan bildiğim ve sevdiğim yönetmen Joachim Trier'in son harikası Dünyanın En Kötü İnsanı (The Worst Person in the World) resmen aklımı başımdan aldı. Bunun birkaç nedeni var, kısaca değinmek de istiyorum ama öncelikle şunu söylemeliyim: Yönetmenin 2006'da Tekrar (Reprise) ile başlayan, 2011'de Oslo, 31 Ağustos'la devam eden serisine son film Dünyanın En Kötü İnsanı ile başlamak tam benlik hareket. Sanırım uzun aralıklı bekleyişler çekmiyor canım. Bu yüzden sondan başa gideceğim bir seri olacak bu. Şimdi filme geçeyim. (Biraz uzun olacak yazı, filmi anlatacağım, spoiler olacak, ona göre oku sevgili blog okuru.)
İliklerimize kadar modern Norveç yaşantısına battığımız bu filmde Norveççe'nin ne kadar da Almanca tınladığını yeni fark ettim, sanırım bazı kelimeleri de ortak kullanıyorlar. Kulağım İngilizceye o kadar alışmış ki, Fransızca ya da Germen dillerinden birini duyduğumda ister istemez yadırgıyorum. Filmimiz yakında 30 yaşına basacak karakterimiz Julie'yi merkeze alıyor. Julie'yi öncelikle Tıp Fakültesinde öğrenci olarak tanıyoruz, dış sesle birlikte hikâyesini ve tarzını öğrenmeye başlıyoruz. En yüksek hedef tıp olduğu için burada olduğunu söyleyerek asıl ilgi alanını keşfetmeye başlıyor; burada hem kendisine hem de annesine insan bedeni değil, insan zihni daha ilgi çekici diyor ve Psikoloji okumaya başlıyor. Bir süre sonra hayır diyor dış ses yine, asıl ilgi alanım insan fotoğrafları çekmek! Fotoğrafçılık derslerine girmeye başlıyor, çekimlere gidiyor, günübirlik ilişkiler yaşıyor bu çekimler sayesinde, nihayetinde kendisini bir kitapçıda rafları düzenlerken buluyoruz.
Karikatürler çizen, çizimlerini kitaplaştırabilen bir çizer olan Aksel'le tanışıyor bir davette. Aralarındaki 15 yaş farka aldırmadan hızlıca bir ilişki yaşamaya başlıyorlar. Birbirlerini gerçekten de seviyorlar, ancak doğru zamanda mı buldular birbirlerini, bundan emin değiliz. Sallantılar yaşamaya başlıyorlar, Aksel ile Julie hayata farklı açılardan bakıyorlar, bu yüzden hayattan beklentileri de farklı. Yakında 45 yaşına basacak Aksel çocuk istiyor, Julie de istiyor ama şu an değil. Aksel'in yeni kitabının lansmanının yapıldığı bir davette kişisel başarısızlığıyla yüzleşen Julie kokteyli erkenden terk ederek kendini Oslo'nun sokaklarına vuruyor. Yürürken başka bir davete denk gelen Julie bu partiye sızıyor. Yiyor, içiyor, insanlarla tanışıyor, bir ara ikinci çocuğunu bekleyen bir kadına anne-çocuk ilişkisi üzerine yalan-yanlış biyolojik açıklamalar yapıyor, kendini doktor olarak tanıtıyor. Julie'nin bu konuşmayı yaparken sarhoşluğun ileri safhalarına geçtiğini anlıyoruz. Derken kalabalıktan uzakta duran bir erkekle bakışıyor ve tanışıyorlar. Bu tanışıklık ikisinin hayatlarında çok önemli bir yere sahip olacak. İkisinin de ciddi ilişkisi var, ilişkide oldukları kişileri aldatmak istemiyorlar. Bu yüzden aldatmanın sınırlarında gezinerek geceyi sabah edip ayrılıyorlar. Ancak bekleneceği üzere kader ağlarını örecek ve tekrar karşılaşacaklar.
Karşılaşıyorlar da. Hatta aşk yaşamaya dair dayanılmaz bir istek de duyuyorlar. Kendi sevgililerini terk ediyorlar. Erkeği bilmiyoruz ama Julie'nin Aksel'i terk ediş sahnesi üzerine ayrıca bir yazı yazılabilir. Joachim Trier o kadar önem vermiş ki bu sahnelere ben hayranlığımı gizleyemedim. Çünkü yönetmenimiz zamanı durduruyor. Julie'nin mutfak lambasını açmasıyla duran bir zamandan, gerçeküstücü bir anlatım tarzından bahsediyorum. Julie, Aksel'i terk edip etmeyeceğini düşünürken zaman duruyor, Julie ve yeni aşığı Oslo'da zaman durmuşken ve kimse hareket dahi edemiyorken bir araya gelmeye karar veriyorlar. Zamanın tekrar akması için Julie o sabah yaşadığı bedene geri dönüyor, mutfak lambasını kapatıyor ve zaman tekrar akmaya başlıyor. Kararını bildiriyor ve saatlerce sürecek bir tartışma başlıyor. İki favori sahnemden birincisi bu oluyor. Ayrılıklar zordur, birbirini çok seven ve son derece ciddi bir ilişki yürüten insanların ayrılığı daha da zordur, yönetmenimiz bu zorluğu saniye saniye bize de geçiriyor.
Julie yeni sevgilisi Eivind'le yaşamaya başlıyor. Herkesi özendirecek kadar güzel bir ilişkileri oluyor. Arkadaşlarının geldiği bir gece ikinci favori sahnemle karşılaştım. Eivind'in arkadaşı Eivind'in zulasını buluyor. Julie ve biz seyirciler Eivind'in bir zamanlar keş olduğunu böylece anlıyoruz. Paketin içindeki kurumuş mantarları yiyorlar ve etkisini beklemeye başlıyorlar. İlk başta göremediğimiz etki kendisini kafası sonradan geldi anlayışıyla gösteriyor ve Julie'nin dağılışını görüyoruz.
(Bu arada pek değinmedim ama filmde bol miktarda psikanaliz bilgisi var. Aksel, entelektüel tartışmalarında bol bol psikanaliz kullanıyor, Julie'nin bu seviyede psikanaliz tartışacak ilgisi pek olmuyor. Julie'nin psikanalitik açıdan da tartışılabilecek tek ilgisini #MeToo hareketi bağlamında kaleme aldığı bir yazıda ve baba sevgisizliğinde görüyoruz. Julie, annesinden ayrılıp başka bir yere yerleşen babasının sevgisini o kadar arzuluyor ki, asla sevgi göstermeyen babasından bir zaman sonra nefret ediyor, doğal olarak.)
Julie'nin dağılışı derken buradaki etkileyicilik psikanalize başvurulmasında kendini gösteriyor. Çünkü bir önceki ilişkisinde çocuk doğurma/doğurmama problemi vardı, bu problem (30'una geldin ne zaman anne olmayı düşünüyorsun!) Julie'nin kafası güzelken kendini çok yaşlı bir anne olarak görmesine neden oluyor. Diğer taraftan maddenin halojenik etkisiyle yine babasını görüyor. Asla istediği gibi sevilmediği babasını. Muhteşem sahneler.
Dünyanın En Kötü İnsanı bu kadar cümleden sonra anlayacağınız üzere tam anlamıyla bir varoluş filmi, varoluş sancılarının dibine kadar yaşandığı bir film. İnsanın kendini nerede arayacağını bilmemesinden tutun da bir yerden başlamaya karar vermesi, sonuçlarıyla yüzleşmesi ve kendi zamanını beklemesinin filmi de. Filmin sonlarına doğru düşünmeye başlıyoruz, "Bu hayattaki yolculuğumuzda kendimizi ararken birçok seçim yapıyoruz, bir şeylere sahip çıkarken bir şeylerden vazgeçiyoruz, peki bu bizi dünyanın en kötü insanı yapar mı?" İçimizden şiddetli bir HAYIR yükseliyor. Çünkü hepimiz yaşadığımız her olayda bir başkası olabiliriz, farklı istek ve beklentilerimiz olabilir, bir başkasını ya da toplumu memnun etmek bir seçim olabildiği gibi kimseyi memnun etmekle ilgilenmemek de bir seçimdir. Doğru zamanda, doğru insanlarla, doğru yerde olmaya çabalıyoruz belki de. Yanlış zamanda karşımıza çıkan doğru kişi sinirlerimizi zıplatabileceği gibi, doğru zamanda karşımıza çıkan yanlış insan ve olaylar da bizi tüketebilir. Peki çok yanlış bir zamanda gelen doğru insan... işte dünyanın en kötü insanı odur.
7 Temmuz 2022 Perşembe
Divanımdaki Erkekler
Cinsel davranışların bir anlamı olduğuna inanıyorum. Bu anlam, bizimle konuşur. Seks, insanların üzerine kendi psikolojik dünyalarını resmettiği boş bir tualdir. Ya da geçmişte yaşanmış sarsıntılardan, sinir bozukluklarından veya takıntılardan oluşan bilinçaltı çöpleri için büyük bir atık sahası olabilir. Takıntılar yüceltme süreciyle gerçeğe dönüşür; çözümlenmemiş duygular cinsel olarak yön değiştirir ve cinsel arzu olarak kendini gösterir. Bu, erkeklerde sık görülür çünkü onların duygularıyla doğrudan başa çıkabilecekleri sosyal ortamlar ve fırsatlar sınırlıdır.
Cinsel kuruntunun varlığına ilişkin iyi bir örnek, Charles gibi kişilerin tekrar eden bir döngüde tutsak kalmasıdır; aldatma fikri, Charles'ın kurtulabileceği tek yoldu. Bu tek, kısıtlı eyleme kafasını takmıştı. Bu durum ona zararsız gelse de, Kelly'nin belirttiği gibi, bu rol yapmalar aslında kendini kötü hissettiriyordu. Başka bir deyişle, Charles'ın bilinçaltının atık sahasındaki sızıntılar cinsel ilişkilerinin güzelliğini kirletmiş, onlarda tümden iğrençlik algısı yaratmıştı. Charles neyin mücadelesini veriyor ya da neden kaçıyordu? Acaba bu, Charles'ın yardım çağrısı mıydı? Bir sonraki görüşmeye yalnız gelmesini istedim.
Geldiğinde, oturup rahatlamasına bile fırsat vermeden, "Kim seni aldattı?" diye sordum.
Bana ölümcül bir bakış fırlattı; şaşkınlığını gizlemekte zorlanıyordu. En hassas noktasına dokunmuştum.
"Kendimi berbat hissetmeme neden olan bir konu hakkında konuşma amacımız ne?"
"Yani gerçekten böyle bir şey oldu..."
"Evet ama geçmişi önüme koymanın ne faydası var? Uzun zaman önce olmuş bir şey bu."
"Çünkü geçmişte kalmamış" diye açıkladım. "Geçmişte her ne olmuşsa sen onu hâlâ yaşıyorsun."
Charles'ın direnmesine karşın, bu konuyu kapatmaya niyetli değildim ve buna hakkım olduğunu düşünüyordum. "Kabul ediyorum, kendini kötü hissedeceksin" dedim içtenlikle, "ama hadi bununla yüzleşelim artık."
Önce isteksizce, sonra artan bir enerjiyle, Charles bana yirmi yaşındayken nişanlandığını anlattı. Kız, hayatının aşkıymış ve onun "bir melek" olduğunu düşünüyormuş.
"Ona olan hislerim çok güçlüydü" dedi boğuk bir sesle. "Şu an Kelly'ye karşı bile öyle yoğun duygular beslediğimi söyleyemem. Onunla evleneceğim için çok heyecanlıydım. Her zaman tekeşli bir erkek oldum. Her zaman öyleydim, gençlik dönemimde bile. Tek istediğim bir aile kurmaktı." Charles kıpırdanmaya başladı; bakışları odanın içinde, etrafa ok fırlatırcasına geziniyordu.
"Ama düğünümüzden bir gün önce, en yakın arkadaşımla yattığını öğrendim. Dostum dediğim adamla. Erkek kardeşim onları birlikte yakalamıştı. Bana anlattığı günü hiç unutmuyorum; düğün günü sabahıydı, yataktan yeni kalkmıştım ve içim hayatımın en duru mutluluğuyla doluydu. Sonra kardeşim odama geldi ve yatağa oturup her şeyi anlattı. Yıkılmıştım. Olduğum yerde donakalmıştım. Öylece duruyordum. Kollarım, bacaklarım uyuşmuştu, zor nefes alıyordum. Aile üyelerinin evin içindeki uğultularını duyabiliyor, pencereden içeri süzülen parlak güneşin sıcaklığını hissedebiliyordum ama o an sanki ruhum bedenimden kopup gitmişti. Kardeşim olanları herkese benim yerime anlatmıştı ve hiç kimse beni yoklamak için odaya girmedi. Herkes gitti ve ev sessizliğe gömüldü. Uyuşmuş halde yatağa uzanıp öylece kalakaldım. Sekiz yıl önceydi."
Çok acı çektiği ortadaydı. O konuştukça bedenim, onun acısının sızıntılarını içine çekiyordu. (...) Birkaç mantıksal çözümleme yaparak bu durumdan kaçabilirdim; ama Charles o kadar uzun süredir bu yarayla yaşamaya mahkûm olmuştu ki, acısından kaçmak için ne kadar uğraşırsak uğraşalım, duvarlar yıkılmıştı artık ve bu acıya katlanıp yarasını temizlemesi gerekiyordu.
- Brandy Engler ve David Rensin, Divanımdaki Erkekler, Gerçek Seks, Aşk ve Psikoterapi Hikâyeleri