9 Temmuz 2022 Cumartesi

Dünyanın En Kötü İnsanı

Özellikle Louder Than Bombs'dan bildiğim ve sevdiğim yönetmen Joachim Trier'in son harikası Dünyanın En Kötü İnsanı (The Worst Person in the World) resmen aklımı başımdan aldı. Bunun birkaç nedeni var, kısaca değinmek de istiyorum ama öncelikle şunu söylemeliyim: Yönetmenin 2006'da Tekrar (Reprise) ile başlayan, 2011'de Oslo, 31 Ağustos'la devam eden serisine son film Dünyanın En Kötü İnsanı ile başlamak tam benlik hareket. Sanırım uzun aralıklı bekleyişler çekmiyor canım. Bu yüzden sondan başa gideceğim bir seri olacak bu. Şimdi filme geçeyim. (Biraz uzun olacak yazı, filmi anlatacağım, spoiler olacak, ona göre oku sevgili blog okuru.)


İliklerimize kadar modern Norveç yaşantısına battığımız bu filmde Norveççe'nin ne kadar da Almanca tınladığını yeni fark ettim, sanırım bazı kelimeleri de ortak kullanıyorlar. Kulağım İngilizceye o kadar alışmış ki, Fransızca ya da Germen dillerinden birini duyduğumda ister istemez yadırgıyorum. Filmimiz yakında 30 yaşına basacak karakterimiz Julie'yi merkeze alıyor. Julie'yi öncelikle Tıp Fakültesinde öğrenci olarak tanıyoruz, dış sesle birlikte hikâyesini ve tarzını öğrenmeye başlıyoruz. En yüksek hedef tıp olduğu için burada olduğunu söyleyerek asıl ilgi alanını keşfetmeye başlıyor; burada hem kendisine hem de annesine insan bedeni değil, insan zihni daha ilgi çekici diyor ve Psikoloji okumaya başlıyor. Bir süre sonra hayır diyor dış ses yine, asıl ilgi alanım insan fotoğrafları çekmek! Fotoğrafçılık derslerine girmeye başlıyor, çekimlere gidiyor, günübirlik ilişkiler yaşıyor bu çekimler sayesinde, nihayetinde kendisini bir kitapçıda rafları düzenlerken buluyoruz. 

Karikatürler çizen, çizimlerini kitaplaştırabilen bir çizer olan Aksel'le tanışıyor bir davette. Aralarındaki 15 yaş farka aldırmadan hızlıca bir ilişki yaşamaya başlıyorlar. Birbirlerini gerçekten de seviyorlar, ancak doğru zamanda mı buldular birbirlerini, bundan emin değiliz. Sallantılar yaşamaya başlıyorlar, Aksel ile Julie hayata farklı açılardan bakıyorlar, bu yüzden hayattan beklentileri de farklı. Yakında 45 yaşına basacak Aksel çocuk istiyor, Julie de istiyor ama şu an değil. Aksel'in yeni kitabının lansmanının yapıldığı bir davette kişisel başarısızlığıyla yüzleşen Julie kokteyli erkenden terk ederek kendini Oslo'nun sokaklarına vuruyor. Yürürken başka bir davete denk gelen Julie bu partiye sızıyor. Yiyor, içiyor, insanlarla tanışıyor, bir ara ikinci çocuğunu bekleyen bir kadına anne-çocuk ilişkisi üzerine yalan-yanlış biyolojik açıklamalar yapıyor, kendini doktor olarak tanıtıyor. Julie'nin bu konuşmayı yaparken sarhoşluğun ileri safhalarına geçtiğini anlıyoruz. Derken kalabalıktan uzakta duran bir erkekle bakışıyor ve tanışıyorlar. Bu tanışıklık ikisinin hayatlarında çok önemli bir yere sahip olacak. İkisinin de ciddi ilişkisi var, ilişkide oldukları kişileri aldatmak istemiyorlar. Bu yüzden aldatmanın sınırlarında gezinerek geceyi sabah edip ayrılıyorlar. Ancak bekleneceği üzere kader ağlarını örecek ve tekrar karşılaşacaklar. 


Karşılaşıyorlar da. Hatta aşk yaşamaya dair dayanılmaz bir istek de duyuyorlar. Kendi sevgililerini terk ediyorlar. Erkeği bilmiyoruz ama Julie'nin Aksel'i terk ediş sahnesi üzerine ayrıca bir yazı yazılabilir. Joachim Trier o kadar önem vermiş ki bu sahnelere ben hayranlığımı gizleyemedim. Çünkü yönetmenimiz zamanı durduruyor. Julie'nin mutfak lambasını açmasıyla duran bir zamandan, gerçeküstücü bir anlatım tarzından bahsediyorum. Julie, Aksel'i terk edip etmeyeceğini düşünürken zaman duruyor, Julie ve yeni aşığı Oslo'da zaman durmuşken ve kimse hareket dahi edemiyorken bir araya gelmeye karar veriyorlar. Zamanın tekrar akması için Julie o sabah yaşadığı bedene geri dönüyor, mutfak lambasını kapatıyor ve zaman tekrar akmaya başlıyor. Kararını bildiriyor ve saatlerce sürecek bir tartışma başlıyor. İki favori sahnemden birincisi bu oluyor. Ayrılıklar zordur, birbirini çok seven ve son derece ciddi bir ilişki yürüten insanların ayrılığı daha da zordur, yönetmenimiz bu zorluğu saniye saniye bize de geçiriyor. 

Julie yeni sevgilisi Eivind'le yaşamaya başlıyor. Herkesi özendirecek kadar güzel bir ilişkileri oluyor. Arkadaşlarının geldiği bir gece ikinci favori sahnemle karşılaştım. Eivind'in arkadaşı Eivind'in zulasını buluyor. Julie ve biz seyirciler Eivind'in bir zamanlar keş olduğunu böylece anlıyoruz. Paketin içindeki kurumuş mantarları yiyorlar ve etkisini beklemeye başlıyorlar. İlk başta göremediğimiz etki kendisini kafası sonradan geldi anlayışıyla gösteriyor ve Julie'nin dağılışını görüyoruz. 


(Bu arada pek değinmedim ama filmde bol miktarda psikanaliz bilgisi var. Aksel, entelektüel tartışmalarında bol bol psikanaliz kullanıyor, Julie'nin bu seviyede psikanaliz tartışacak ilgisi pek olmuyor. Julie'nin psikanalitik açıdan da tartışılabilecek tek ilgisini #MeToo hareketi bağlamında kaleme aldığı bir yazıda ve baba sevgisizliğinde görüyoruz. Julie, annesinden ayrılıp başka bir yere yerleşen babasının sevgisini o kadar arzuluyor ki, asla sevgi göstermeyen babasından bir zaman sonra nefret ediyor, doğal olarak.)

Julie'nin dağılışı derken buradaki etkileyicilik psikanalize başvurulmasında kendini gösteriyor. Çünkü bir önceki ilişkisinde çocuk doğurma/doğurmama problemi vardı, bu problem (30'una geldin ne zaman anne olmayı düşünüyorsun!) Julie'nin kafası güzelken kendini çok yaşlı bir anne olarak görmesine neden oluyor. Diğer taraftan maddenin halojenik etkisiyle yine babasını görüyor. Asla istediği gibi sevilmediği babasını. Muhteşem sahneler. 

Dünyanın En Kötü İnsanı bu kadar cümleden sonra anlayacağınız üzere tam anlamıyla bir varoluş filmi, varoluş sancılarının dibine kadar yaşandığı bir film. İnsanın kendini nerede arayacağını bilmemesinden tutun da bir yerden başlamaya karar vermesi, sonuçlarıyla yüzleşmesi ve kendi zamanını beklemesinin filmi de. Filmin sonlarına doğru düşünmeye başlıyoruz, "Bu hayattaki yolculuğumuzda kendimizi ararken birçok seçim yapıyoruz, bir şeylere sahip çıkarken bir şeylerden vazgeçiyoruz, peki bu bizi dünyanın en kötü insanı yapar mı?" İçimizden şiddetli bir HAYIR yükseliyor. Çünkü hepimiz yaşadığımız her olayda bir başkası olabiliriz, farklı istek ve beklentilerimiz olabilir, bir başkasını ya da toplumu memnun etmek bir seçim olabildiği gibi kimseyi memnun etmekle ilgilenmemek de bir seçimdir. Doğru zamanda, doğru insanlarla, doğru yerde olmaya çabalıyoruz belki de. Yanlış zamanda karşımıza çıkan doğru kişi sinirlerimizi zıplatabileceği gibi, doğru zamanda karşımıza çıkan yanlış insan ve olaylar da bizi tüketebilir. Peki çok yanlış bir zamanda gelen doğru insan... işte dünyanın en kötü insanı odur. 

7 Temmuz 2022 Perşembe

Divanımdaki Erkekler

Cinsel davranışların bir anlamı olduğuna inanıyorum. Bu anlam, bizimle konuşur. Seks, insanların üzerine kendi psikolojik dünyalarını resmettiği boş bir tualdir. Ya da geçmişte yaşanmış sarsıntılardan, sinir bozukluklarından veya takıntılardan oluşan bilinçaltı çöpleri için büyük bir atık sahası olabilir. Takıntılar yüceltme süreciyle gerçeğe dönüşür; çözümlenmemiş duygular cinsel olarak yön değiştirir ve cinsel arzu olarak kendini gösterir. Bu, erkeklerde sık görülür çünkü onların duygularıyla doğrudan başa çıkabilecekleri sosyal ortamlar ve fırsatlar sınırlıdır.


Cinsel kuruntunun varlığına ilişkin iyi bir örnek, Charles gibi kişilerin tekrar eden bir döngüde tutsak kalmasıdır; aldatma fikri, Charles'ın kurtulabileceği tek yoldu. Bu tek, kısıtlı eyleme kafasını takmıştı. Bu durum ona zararsız gelse de, Kelly'nin belirttiği gibi, bu rol yapmalar aslında kendini kötü hissettiriyordu. Başka bir deyişle, Charles'ın bilinçaltının atık sahasındaki sızıntılar cinsel ilişkilerinin güzelliğini kirletmiş, onlarda tümden iğrençlik algısı yaratmıştı. Charles neyin mücadelesini veriyor ya da neden kaçıyordu? Acaba bu, Charles'ın yardım çağrısı mıydı? Bir sonraki görüşmeye yalnız gelmesini istedim.

Geldiğinde, oturup rahatlamasına bile fırsat vermeden, "Kim seni aldattı?" diye sordum.

Bana ölümcül bir bakış fırlattı; şaşkınlığını gizlemekte zorlanıyordu. En hassas noktasına dokunmuştum. 

"Kendimi berbat hissetmeme neden olan bir konu hakkında konuşma amacımız ne?"

"Yani gerçekten böyle bir şey oldu..."

"Evet ama geçmişi önüme koymanın ne faydası var? Uzun zaman önce olmuş bir şey bu."

"Çünkü geçmişte kalmamış" diye açıkladım. "Geçmişte her ne olmuşsa sen onu hâlâ yaşıyorsun." 

Charles'ın direnmesine karşın, bu konuyu kapatmaya niyetli değildim ve buna hakkım olduğunu düşünüyordum. "Kabul ediyorum, kendini kötü hissedeceksin" dedim içtenlikle, "ama hadi bununla yüzleşelim artık."

Önce isteksizce, sonra artan bir enerjiyle, Charles bana yirmi yaşındayken nişanlandığını anlattı. Kız, hayatının aşkıymış ve onun "bir melek" olduğunu düşünüyormuş.

"Ona olan hislerim çok güçlüydü" dedi boğuk bir sesle. "Şu an Kelly'ye karşı bile öyle yoğun duygular beslediğimi söyleyemem. Onunla evleneceğim için çok heyecanlıydım. Her zaman tekeşli bir erkek oldum. Her zaman öyleydim, gençlik dönemimde bile. Tek istediğim bir aile kurmaktı." Charles kıpırdanmaya başladı; bakışları odanın içinde, etrafa ok fırlatırcasına geziniyordu.

"Ama düğünümüzden bir gün önce, en yakın arkadaşımla yattığını öğrendim. Dostum dediğim adamla. Erkek kardeşim onları birlikte yakalamıştı. Bana anlattığı günü hiç unutmuyorum; düğün günü sabahıydı, yataktan yeni kalkmıştım ve içim hayatımın en duru mutluluğuyla doluydu. Sonra kardeşim odama geldi ve yatağa oturup her şeyi anlattı. Yıkılmıştım. Olduğum yerde donakalmıştım. Öylece duruyordum. Kollarım, bacaklarım uyuşmuştu, zor nefes alıyordum. Aile üyelerinin evin içindeki uğultularını duyabiliyor, pencereden içeri süzülen parlak güneşin sıcaklığını hissedebiliyordum ama o an sanki ruhum bedenimden kopup gitmişti. Kardeşim olanları herkese benim yerime anlatmıştı ve hiç kimse beni yoklamak için odaya girmedi. Herkes gitti ve ev sessizliğe gömüldü. Uyuşmuş halde yatağa uzanıp öylece kalakaldım. Sekiz yıl önceydi."

Çok acı çektiği ortadaydı. O konuştukça bedenim, onun acısının sızıntılarını içine çekiyordu. (...) Birkaç mantıksal çözümleme yaparak bu durumdan kaçabilirdim; ama Charles o kadar uzun süredir bu yarayla yaşamaya mahkûm olmuştu ki, acısından kaçmak için ne kadar uğraşırsak uğraşalım, duvarlar yıkılmıştı artık ve bu acıya katlanıp yarasını temizlemesi gerekiyordu.


- Brandy Engler ve David Rensin, Divanımdaki Erkekler, Gerçek Seks, Aşk ve Psikoterapi Hikâyeleri

29 Haziran 2022 Çarşamba

Tekeşlilik, Adam Phillips

1

Herkes tekeşliliğe inanmaz, ama herkes inanıyormuş gibi yaşar. Herkes bağlılık ya da sadakat tehlikeye girdiğinde yalan söylediğinin ya da gerçeği söylemek istediğinin farkındadır. Herkes kendini ihanet ediyormuş ya da ihanete uğruyormuş gibi hisseder. Herkes kıskanır ya da kendini suçlu hisseder ve sonunda tercihinin acısını çeker. Cinsel kıskançlığı hiç yaşamıyormuş gibi görünen mutlu azınlık ise ya bundan ötürü hayrete düşer ya da böbürlenir. Hiç kimse dışarıda bırakılmışlık duygusunun dışında bırakılmamıştır. Herkes kendinden esirgenen şey konusunda saplantılıdır. Başka bir deyişle, tekeşliliğe inanmak, tanrıya inanmaktan pek farklı değildir.


5

Çift olmak bir gösteri sanatıdır. Ama insanlar birlikte ne yapacaklarını nasıl öğrenirler? Nasıl, bir kez daha, umumun içinde sürekli bir arada, birbirlerinin utancının bekçisi olarak rollerini oynarlar? Adımları nereden öğrenirler?

Güzel görünen çiftlerin güven, hatta ilham verici olabilecekleri yer burasıdır işte. Kendilerinin başına da sık sık geldiği gibi, biz de onların güzellikleri tarafından pusuya düşürülürüz, kısacık bir süre için de olsa, onlarla suç ortaklığı yapar, onlar gibi utanmaz oluruz. Saklayacak hiçbir şeyimiz olmaz. Güzel görünüş, depresyona karşı en iyi kültürel ilacımızdır. Gösterinin devam etmesini sağlar.

55

Birbirinden tatmin olan ve birbirine güvenen güvenli çift, iyi hayat kavramımızı oluşturan resimlerden biridir; tıpkı mutsuz çiftin mutluluğun imkânsızlığı duygumuzu temsil etmesi gibi. Çocukken hepimiz ana-babalarımızın dramını gözledik, ne çok şeyin buna bağlı olduğunu gördük.

Çifte -iyi çiftleşmelere- olan inancımız, umut duygumuzun ölçüsüdür. Sonuç olarak, en azından hayata başlamamız tekeşli bir andı; ilk aşk maceramız "evli" biriyle olsa bile. 

58

Güvenin sorunu, sağlanmasının imkânsız olmasındadır. Güven, vaat kılığına girmiş bir risktir. Mesele eşinize güvenip güvenmediğiniz değildir. Mesele eşinizin güveni ne sandığını bilip bilmediğinizdir. Bunu nasıl keşfedeceksiniz? Sizi ona ne inandıracak? İnancınıza güvenmenizi ne sağlayacak?

Güven haddinden fazla güvenmek zorunda olduğumuz bir kelime. 

67

En iyi, en sıcak saklanma yeri, neden saklanmakta olduğunuzu, ya da saklanıyor olduğunuzu unutabildiğiniz yerdir. Çiftin -çoğunlukla birbirlerinden- saklamak zorunda olduğu sır, neden saklanmakta oldukları ve aslında saklanmakta olduklarıdır. Korumak zorunda oldukları inanç ise, aslında aynı korkulara sahip olduklarıdır.

Tek başına saklanmak imkânsız olduğu için vardır çiftler. 

17 Haziran 2022 Cuma

Hissedilen Zaman

İçsel Saatler: Zamana neden "ihtiyaç" duyarız?

Zamanı ne zaman "hissederiz"? Hangi durumlarda zamanın geçişinin farkına varırız? Biz zamana dair belirgin bir değerlendirmede bulunamadan saatler geçebilir. Zamanın bilinçli düşüncelerimize girdiği tipik bir durum beklemektir, özellikle arzulanan bir olay için. Örneğin: Okul zamanı, hava güzel, güneş parlıyor, baharın kokusu açık bir pencereden içeri süzülüyor ve öğrenciler matematik dersinde oturuyor. Saate atılan bir bakış, dersin ve okul gününün on beş dakika sonra biteceğini gösteriyor. Az sonra herkes eve gidip yemek yiyecek (açlık, yemek beklentisi); öğle sonrası öğrencileri çağırıyor: arkadaşlarla oynama özgürlüğü. 



Öğle sonrasını düşünmek kısa bir süreliğine öğrencilerin dikkatini dağıtıyor, ardından dikkatleri yine derse yöneliyor; bir kız tahtaya kalkmış, bir denklemi çözmeye çalışıyor. Saate yöneltilen tedirgin bir bakış, dersin sonuna hâlâ on dört dakika olduğunu gösteriyor. Zaman genişliyor: Saate son bakıştan bu yana geçen o bir dakika sonsuz uzunluktaymış gibi görünüyor. Zaman salyangoz hızıyla geçiyor. Öğrenciler geçen zamanı fiziksel olarak hissetmeye başlıyor: Açlık artıyor, değişkenler ve sayılar ilginçlikten giderek daha da uzaklaşıyor; saate yöneltilen bir başka bakış kurtuluşun hâlâ on üç dakika uzakta olduğunu gösteriyor.

Bir diğer örnek: ABD'deki Fransız turistler ve Fransa'daki Amerikalı turistler. Burada başka şeylerin yanı sıra zaman kültürleri de birbirine ters düşer. Los Angeles'taki şık bir restoranda Fransız çift siparişlerini verir ve romantik bir akşam geçirmeyi umar. Ama onlar samimi bir sohbete daha yeni dalmışken garson gelip başlangıç tabaklarını getirir. Fransızların zaman duygusuna göre haddinden hızlıdır bu. Diğer taraftaysa Bordeaux'da Amerikalı bir çift yemek için bir restorana oturur. Siparişlerini vereli çok olmuştur, konuşacak bir şey kalmamıştır ve ekmeklerini yemişlerdir; açlıkları giderek artarken şu duygu da güçlenir: "Bizi unuttular!" Aslında yemek gelecektir, ama Amerikalıların alışık olduğundan epey farklı bir süre sonra. Her iki durumda da restorandaki misafirler zamanın farkına varır. Bu şekilde, zaman algısı bir şeylerin yanlış olduğunu söyleyen bir hata sinyali işlevi görür. 

Asansör beklerken veya kırmızı ışıkta dururken iki dakika çok uzun sürüyormuş gibi görünebilir. Bazen saniyeler bile insanı sinir eder, mesela önümüzdeki araba park yerine girerken fazla aheste davrandığında -bula bula şimdiyi mi buldu?- ve ilerlemenizi engellediğinde. Zaman duygusu hata sinyali verdiğinde hem işlevseldir hem de insanı harekete geçmeye sevk eder. Eğer öğle arasında çok fazla kişi asansör kullanıyorsa ve üstelik asansör sizin katınızda durmuyorsa, merdivenleri kullanmanın vakti gelmiş olabilir. Yine de insanın zamanın içinde kapana kısılmış gibi hissettiği durumlar da vardır: Trafik durduğunda öylece beklemekten kaçmanın yolu yoktur mesela. İçinizde nahoş duygular uyanabilir. Bazı insanlar saldırganlaşmaya başladıklarını hissedebilirler, bu ise bir ölçüde itkisellikle birleştiğinde şiddet eylemlerine yol açabilir. 

Zaman algısının dramatik tepkilere yol açabilen güçlü duygularla ne kadar yakından bağlantılı olduğunu gösteriyor. Bu tür olayların kültürel boyutunun da tartışılabileceğini söylemeye gerek bile yok. Kaliforniyalıların tepkileri Japonlara tuhaf görünecektir. Aslına bakılırsa, kültürlerarası karşılaştırmalar ABD'deki öğrencilerin daha sonraya ertelenen ödüllere Japonya'daki akranlarına göre daha az değer verdiklerine işaret ediyor. Başka bir deyişle, Japonlar genel olarak ABD'deki insanlara kıyasla daha sabırlı bir şekilde bekleyebiliyorlar. 

- Marc Wittmann, Hissedilen Zaman, Zamanı Nasıl Deneyimleriz?

13 Haziran 2022 Pazartesi

Akşamlar Rahatsız Edicidir

Montumun cebinden öğretmenimizin bize Anne Frank'a yazdırdığı buruşturulmuş mektubu çıkartıyorum. Bu ödev bana çok saçma gelmişti. Anne Frank ölmüş birisiydi ve köyümüzdeki posta kutularının sadece iki bölmesi olduğunu biliyordum: Bir tanesi "diğer posta kodları" için, diğeri "8000'den 8617'ye kadar olan posta kodlu gönderiler" için. Aralarında cennete gidecek gönderiler için olanı yok. Bu da zaten çok aptalca olurdu çünkü ölmüş insanlar her zaman yaşayan insanlardan daha fazla özlendiğinden, cennete çok fazla posta giderdi.

"Mesele zaten senin bunu iç dünyanda nasıl hissettiğin ve yaşattığın" demişti öğretmenim. Ona göre ben, fazlasıyla iç dünyamda yaşıyormuşum ve dış dünyamda yaşamayı o kadar beceremiyormuşum. Oysa iç dünyamda kendi başıma yaşamaktan daha kolay olduğu için bazen dış dünyamda gereğinden uzun kaldığım da olur. sandalyemi biraz Belle'ya doğru yanaştırdım. Ortaokul birinci sınıfın ilk haftasından beridir yan yana otururuz. Saman sarısı saçlarının arasından fırlayan kepçe kulakları ve henüz tam bitmeden öylece kuruyup kalan kil bebeklerin yüzündeki gibi biraz eğri duran bir ağzı olduğu için onu hemen sevmiştim. Hasta inekler de her zaman daha iyi olurlar, aniden tepmedikleri için rahatlıkla okşanabilirler. Belle hafifçe bana doğru eğildi ve fısıldayarak: "Üniformandan hiç bıkmayacak mısın?" diye sordu. Göz kalemiyle boyanmış gözlerini -alta ve üste çekmiş olduğu çizgiler sayı doğrularında bir an evvel cevaba ulaşabilmek için büyükçe çizilen yaylara benziyordu- montuma yöneltişini takip ettim. Kapüşonumun tükürükten kuruyarak sertleşmiş bağcıkları göğsüme uzanıyordu. Rüzgârda bazen birer göbek bağı gibi boynuma dolanıyorlardı. 

Başımı hayır anlamında sağa sola salladım.

"Okul bahçesinde senin hakkında konuşuyorlar."

"Ee, ne diyorlar?"

O esnada sıramın altındaki çekmeceyi hafifçe araladım; sınıfta çekmecesi olan bir tek ben kalmıştım, sıra aslında ortaokulun hemen yanındaki ilkokula ait bir sıraydı. Alüminyum folyolarla kaplanmış paketlerin görüntüsü beni rahatlatıyordu, bebe bisküvilerinden bir toplu mezar görüyordum. Karnım gurulduyordu. Birisi bisküvileri ağzına aldıktan sonra tekrar alüminyum folyoya tükürmüş gibi yumuşamaya başlamıştı bazısı. Yemekler bağırsaklarına gider, bağırsakların da onlardan kaka yapar. Buradaki klozetlerin hepsinin içinde tepsi gibi düzlük bir kısım var - kakamı oraya yaptıktan sonra beyaz bir tabakta bana servis edilecekmiş gibi de ben de buna teşekkür etmek zorundaymışım gibi. Kakamı içimde tutmalıydım.

"Memelerin çıkmadığı için hep mont giydiğini ve onu da hiç yıkamadığını söylüyorlar. İnek gibi kokuyorsun."

Belle sayfasındaki başlığın sonuna dolma kalemiyle bir nokta koydu. Bir anlığına bile olsa o mavi noktanın yerinde olmak istedim. Ve benden sonra hiçbir şeyin gelmemesini. Hiçbir özetin, hiçbir düşüncenin, hiçbir özlemin olmamasını. Hiç ama hiçbir şeyin. 

Belle beklentiyle bana baktı. "Tıpkı Anne Frank gibisin, saklanıyorsun." Kurşun kalemimi çantamdan çıkardığım değirmen şeklindeki kalem açacağıma soktum, ucu sivrilene kadar kolunu çevirdim. Sonra ucu iki sefer daha kırılana kadar çevirmeye devam ettim.

- Marieke Lucas Rijneveld, Akşamlar Rahatsız Edicidir