8 Haziran 2022 Çarşamba

Hamnet, Maggie O’Farrell

Evin kapısına üç kez sertçe vuruluyor: güm, güm, güm.

Kapıya, en yakın duran Hamnet bakıyor. Kapı açılırken, Hamnet ufak bir çığlık atarak kamburunu çıkarıyor: Basamakta duran korkunç bir şey, kâbuslardan, cehennemden fırlamış, şeytanın elçisi bir yaratık var. Upuzun, siyah pelerinli, yüzüne gudubet, insan yüzüne benzemeyen, dev bir kuşun gagası gibi sipsivri uzayan bir maske takmış.

"Hayır," diye haykırıyor Hamnet, "git buradan." Kapıyı çarpmaya yelteniyor ama yaratık tek elini uzatıp ürkünç, doğaüstü bir güçle tutarak kapamasını engelliyor. "Git buradan," diye bağırıyor Hamnet bir kez daha, bir tekme savurarak.

Derken babaannesi gelip onu yana iterek durumda hiçbir gariplik yokmuş gibi hortlaktan özür diliyor, hastaya bakması için eve buyur ediyor. 

Ağzı olmayan hortlak da konuşarak eve girmeyeceğini, giremeyeceğini, ayrıca evde olanların da o andan itibaren dışarı çıkmaması, sokaklarda dolaşmaması gerektiğini, salgın bitene kadar evde kalmak zorunda olduklarını söylüyor.

Hamnet geriye doğru bir adım attıktan sonra bir adım daha atıyor. Caddeye bakan pencereye gidip müşterileriyle görüştüğü bölmeyi açmış olan annesiyle çarpışıyor. Annesi gelene bakmak için dışarı sarkıyor.

Hamnet hemen annesinin yanına fırlayıp yıllardır ilk kez elini tutuyor. Annesi ona bakmadan parmaklarını sıkıyor. "Korkma," diye fısıldıyor. "Doktor gelmiş."

"Doktor mu?" Hamnet gözlerini basamakta durmuş hâlâ babaanesiyle konuşan adama dikiyor. "Peki neden öyle...?" Kendi yüzünü, burnunu gösteriyor.

"Maske takmış çünkü bu sayede korunacağını düşünüyor," diyor annesi.

"Vebadan mı?"

Annesi başını sallıyor.

"Korur mu peki?"

Annesi dudaklarını sarkıtıp başını iki yana sallıyor. "Sanmam. Ama eve girmemek ve hastaya bakmayı reddetmek koruyabilir," diye homurdanıyor.

Hamnet ona dokunarak kendini koruyabilecekmiş gibi, öbür elini de annesinin güçlü, uzun parmaklarının altına sokuyor. Doktorun elini çantasına sokarak çıkardığı bir paketi babaannesine verdiğini görüyor. 

Adam tekdüze bir sesle, "Bir bezle kızın karnına bağlayın," diyerek, Mary'nin eline tutuşturduğu birkaç bozukluğu kabul ediyor, "ve üç gün çıkarmayın. Sonra bir soğanı alıp-"

"Nedir o?" diyerek adamın sözünü kesiyor Hamnet'in annesi, pencereden dışarı sarkıp. 

Doktor dönüp ona bakınca, o korkunç sivri gagası da onlara dönüyor. Hamnet annesinin yanına siniyor. Adamın ona bakmasını istemiyor; bakışlarının ona değmesini istemiyor. Adamın gözleriyle görülmenin, fark edilip hafızasına kaydedilmenin korkunç bir uğursuzluk getireceği, onun yüzünden korkunç bir kadere mahkûm olacakları gibi çılgınca bir fikre kapılıyor. Koşup kaçmak, annesini de peşinden sürüklemek, adam içeri giremesin, bakışları kimseye değmesin diye kapıyı pencereyi sıkı sıkı kapamak istiyor.

Ama annesi zerre kadar korkmuş değil. Doktorla Hamnet'ın, müşterilerle görüştüğü pencerede duran annesi bir an göz göze geliyor. Hamnet erkekliğe geçiş yapmak üzere olan bir çocuğun keskin berraklığa sahip zihniyle, adamın annesinden hiç hoşlanmadığını anlıyor ve görüyor. Adam Hamnet'ın annesine kızgın: Annesi ilaçlar satıyor; kendi şifalı otlarını yetiştiriyor; yapraklar ve çiçekler, ağaç kabukları ve öz suları toplayıp insanları nasıl iyileştireceğini iyi biliyor. Adamın, annesine beddua ettiğini görüyor Hamnet birden. Annesi hastalarını elinden alıyor, onun pastasından, işinden pay alıyor. Yetişkinlerin dünyası o an Hamnet'a öyle akıl karıştırıcı, karmaşık, öylesine kaypak görünüyor ki. O dünyada kendi yolunu nasıl bulacak? Nasıl becerek?

Doktor gagasını şöyle bir yana yatırıp Hamnet'ın annesini duymamış gibi tekrar babaannesine dönüyor. 

- Maggie O’Farrell, Hamnet

5 Haziran 2022 Pazar

Tea Obreht, Bozkır

Bazen durup George'u düşündüğümde acaba sana sırf bu ölülerle ilgili saçmalıkları anlatmakla büyük haksızlık mı ettim diye soruyorum kendime Burke. George, Maida'nın sırtında yol alırlarken ona şarkılar söylerdi. Gök kubbenin hareketlerini izah ederdi. Tejon'a vardıklarında bahse girerim bizim bilge hatun ta yüze kadar saymayı öğrenmiştir.


Oysa sen benden ne öğrendin - kendi işine bak ve arkanı kolla dışında? Benim kaderim senin hak etmediğin koca felaketindi. Benim tek bildiğim, hayatın sillesini yediğimde toparlanıp ayağa kalkmaktı. Hayatım boyunca Polis Müdürü John Berger'ı bekleyerek arkama baktım durdum. O kanun adamlığından ayrıldıktan sonra bile, geçtiğimiz topraklar entrikalarla, para verip satın alarak tek tek eyalet olduklarında bile, savaşlardan, Kızılderililer kendilerine ayrılan bölgelerde kuşatıldıktan sonra bile. 

Bizi olur da yakalarsa ona ne diyeceğimi düşünerek kim bilir kaç saat harcadım. Her şeyi anlatacaktım ona. Hayatını beni arayarak geçirdiği için alay edecektim onunla. 

Ama o an nihayet geldiğinde -nihayet Red Bear dışındaki kampta ben içerken soframa oturduğunda- ne dedim ona?

Hiçbir şey.

"Dışarıda arkadaşını gördüm," dedi bana. "Ve seni nihayet bulduğumu anladım." Beneklerle kaplı eliyle bir kadeh içki itti önüme. Onu son gördüğümde yaşlı bir adamdı zaten, şimdi iyice yıpranmıştı. Ama kurt yaşlansa da kurttur. 

"Kusura bakma, seni tanımıyorum," dedim.

"Tutuklama emri ara sıra tekrar imzalanmazsa geçerli değildir, biliyor musun?" dedi. Biliyordum. "Senin emrini imzalamış olan yargıç iki yaz önce öldü, yenisini imzalayacak adam bulamadım. Katil olarak önemli değilmişsin meğer. Olsun. Ne zamandır yakında olduğunu biliyordum. Geldim işte."

"Sen beni başkası sandın herhalde beyim."

İyice sokuldu. "Seni nerede görsem tanırım - dışarıda seni bekleyen o koca çirkin şey olmasa bile. Ama bunca yıldır geceleri uykumu kaçıran şey senin suratın değildi. Öldürdüğün o oğlandı. Ölmeden önce, hâlâ onu kurtarma umudu varken, senin tekmenle kafasından fırlayan gözünün artıklarını kesip almak zorunda kaldıklarında yanındaydım. Oğlan ateşlendi, altını kirletti, haftalarca uykusunda çığlık attı; sen o arada kah kah gülüyordun, korkaklığından dönüp yaptığınla yüzleşemiyordun. Tanrı yok mu, eli omzunda değil mi? Teslim olmayı Tanrı'ya borçlu değil misin?"

"Kusura bakma beyim," dedim. "Aradığın adam ben değilim."

Bir süre başını aşağı yukarı salladı. "Missouri'de hep seni taşıdım içimde. Teksas'ta. Montana'da, Nevada'da. Kaliforniya'da. Başka şey düşünmedim demeyeceğim. Yoluma çıkan en boktan herif bile değildin. Ama bir dürtüydün benim için. Bütün kanun kaçakları şöyle ya da böyle birilerine itirafta bulunurlar. Ellerinde değildir. Ya da düşman elinde ölecek şekilde kanun kaçakçılığına devam ederler. Ama sen bunu yapmadın. Bazen düşünürdüm, acaba seni hayatta tutan şey benim seni aramam mı diye. Belki seni unutabilsem sen de gidip ölecektin. Neyse. Öyle olmadı. Ama ben senin kim olduğunu biliyorum Lurie Mattie. Belki hayattaki son insanım bilen. Seni mezara götüreceğim ve orada sessizliğimle yok edeceğim."

Hâlâ söyleyebileceğim, onca yıldır söylemeyi düşündüğüm her şey yok oldu gitti. Tek düşünebildiğim şuydu: Benim Hobb'la Donovan'ın kardeşi olduğumu bilip bilecek en son insan karşımda oturuyor. O öldüğünde ben kimin akrabası olacağım? Yaşayanların açlığı ruhuna sinmiş o yaşlı adama baktım ve iki şeyi anladım. Onu asla öldürmemeli, ölürken yakınında olmamalıydım. İnadımdan mı, korkumdan mı bilmem, onu huzura kavuşturmayı da kendime yediremeyecektim.

"Kusura bakma beyim. O adam değilim ben. Sen hâlâ aramaya devam edeceksin onu belli ki."

Bana inanıp inanmadığını asla bilemeyeceğim. Senin sırtına bindim, yola çıktığımızda dönüp son bir kez meyhanenin sefil yıkıntısına baktım. Onu verandada durmuş bize bakarken görmeyi bekliyordum sanki. Ama o cam kenarında oturmuş çorbasına bakıyordu, bütün ihtiyarlar gibi.

- Tea Obreht, Bozkır

3 Haziran 2022 Cuma

Durulmayan Bir Kafa

Karanlık ve kaotik duygudurumlarının yalnızca babama ve ablama özgü olmadığını çok geçmeden farkettim. Onaltı-onyedi yaşıma geldiğimde açıkça anladım ki, aşırı enerjim, kapıldığım hevesler çevremdekilere yorucu gelebiliyordu; haftalarca yüksekten uçup çok az uykuyla idare ediyor sonra birden düşmeye başlıyordum, düşüncelerim kararıyor, yaşam kasvete bürünüyordu. 


En yakın iki dostum da -ki ikisi de erkek, ikisi de yakışıklı, sinirli, alaycı tiplerdi- yaşamın karanlık yanına eğilimliydiler; lise hayatının normal, eğlenceli yanlarında da yolumuzu biliyorduk ama arada bir epeyce kafası karışık, karamsar bir üçlüye dönüşüyorduk. Aslında üçümüz de okulda çeşitli lider konumlarındaydık, sporda, sosyal etkinliklerde önde gelen çocuklardık. Okuldayken bu tür aydınlık alanlarda kendimizi gösterirken, dışardaki hayatımızı çok yakın dostluk, kahkaha, aşırı ciddiyet, içki ve sigaradan oluşan daha karmaşık bir ağ içinde örüyorduk; geceler boyu sabahlara dek ölümcül gerçek oyunları oynuyor, yaşamlarımızın gittiği yönler üzerine tutkulu tartışmalar yapıyor, ölümün nedenini, nasılını konuşuyor, Beethoven, Mozart, Schumann dinliyor, birer ders kitabı gibi okuduğumuz melankolik ve varoluşçu yazarları -Hesse, Byron, Melville, Hardy- derinlemesine irdeliyorduk. 

Her birimizin kara kaosunun gerçek kökenleri vardı, hiçbirimiz özenti içinde değildik: İkimizin ailesinde (bunu daha sonra öğrendik) manik-depresif hastalık vardı, öteki arkadaşın annesi kalbine tabanca dayayarak intihar etmişti. İlerde her birimizin ayrı ayrı ve tek başına çekeceği acıların başlangıcını hep birlikte yaşadık. "İleriki acılar" benim için beklediğimden çok daha yakın bir gelecekte ortaya çıktı. 

Manik-depresif hastalığın ilk krizini geçirdiğimde lise son sınıftaydım; süreç bir kez başladıktan sonra aklımı çok çabuk kaybettim. Başlangıçta her şey çok kolay oluyor gibiydi. Çılgın bir sansar gibi oradan oraya koşuyor, türlü plan ve projelerle fıkır fıkır kaynıyor, kendimi sporlara veriyor, geceler ama geceler boyu sabahlara kadar uyumuyor, arkadaşlarla geziyor, elime geçirdiğim her şeyi okuyor, defterler dolusu şiirler, oyunlar yazıyor, geleceğime dair büyük, tamamıyla gerçek-dışı tasarılar kuruyordum. Dünya zevk ve umut doluydu; kendimi harika hissediyordum. Yalnızca harika değil, gerçekten çok çok harika hissediyordum. Yapamayacağım hiçbir şey yoktu, hiçbir şey bana zor gelemezdi. 

Kafam pırıl pırıl aydınlıktı, her şeyi yerli yerine inanılmaz bir kolaylıkla yerleştirebiliyordum, o ana dek bir türlü çözemediğim matematik problemlerini bile sanki içten gelen bir güdüyle çözüvermiştim. Aslında o problemlerin çözümünü bugün biliyor değilim. Ama o sırada, her şeyin kesin anlamını görmekle kalmıyor, her şeyi harika bir kozmik ilişkiler çerçevesine uyum içine oturtabiliyordum. Evrenin doğal yasalarına ulaşmak beni öylesine büyülemişti ki, kabım kabıma sığmıyordu, arkadaşlarımı köşeye sıkıştırdığım gibi her şeyin ne kadar güzel olduğunu onlara anlatmaya koyuluyordum. Evrenin karmaşık yapısı ve güzelliği konusunda vardığım çözümler onları benim kadar şaşkınlığa uğratmadığı gibi, benim bu bitmez tükenmez heyecanımın onları yorduğu, bıktırdığı söylenebilir: Çok hızlı konuşuyorsun, Kay. Biraz yavaş ol, Kay. Ne diyorsun anlamıyorum, Kay. Sakinleş, Kay. Bu sözleri açık açık söylemediklerinde bile gözlerinde okuyordum: Allahaşkına, Kay, yavaş ol. 

Sonunda yavaşladım. Doğrusunu isterseniz, kesildim. Birkaç yıl sonra tutmaya başlayan, çılgın bir hızla yükselen, psikoz ölçüsünde denetim dışı olan akut mani krizleri ile karşılaştırıldığında, ilk kez süreklilik gösteren bu hafif mani dalgası gerçek maninin uçuk renkli hatta sevimli bir kopyasıydı, daha sonra gelen yüzlerce uçuş dönemi gibi kısa sürdü, kendi kendini çabucak yakıp tüketti. Arkadaşlarım için can sıkıcıydı belki, benim için heyecan verici ama yorucuydu kuşkusuz ama hastalık olarak algılanacak nitelikte değildi. Derken yaşamım da kafam da sanki derin bir boşluğa yuvarlandı. Düşüncelerim kristal pırıltısını yitirmekle kalmayıp karanlık dehlizlerde debelenmeye başladı. Bir kitabın herhangi bir bölümünü üst üste birkaç kez okuyor ama aklımda hiçbir şeyin kalmadığını farkediyordum. Hangi kitabı ya da şiiri elime alsam aynı şey oluyordu. Hiçbir şey anlamıyordum. Hiçbirinin anlaşılacak bir yanı yoktu. Derslerde anlatılanları izleyemiyor, çevremde neler olup bittiğinden habersiz pencereden dışarıya dalıyordum. Korkutucu bir durumdu bu.

26 Mayıs 2022 Perşembe

İnsan Psikolojisinin Mithril'i: Psikolojik Sağlamlık

Dünya sinema tarihinin en başarılı filmlerinden biri olan Yüzüklerin Efendisi'nin ilk bölümü Yüzük Kardeşliği'nde bir sahne vardır: Bilbo Baggins daha önce kendisine hediye edilen, cücelerin bir çeşit zırhı olan Mithril'i yeğeni Frodo'ya hediye eder. Hediye ederken de "Ejderha kadar sert, tüy kadar hafif" tabirini kullanır. Sadece cücelere ait olan bir madenden çıkarılan maddeyle yapılabilen Mithril de üretilme amacına hizmet ederek Frodo'yu ölümcül bir darbeden kurtarır. Mithril hem ağırlık olarak kazak giyme etkisi kadar bir ağırlığa sahiptir hem de en ölümcül darbelerden yara alınmamasını sağlar.


Son yıllarda sıkça karşımıza çıkan psikoloji kavramlarından biri Resilience'dır, yani psikolojik sağlamlık - dayanıklılık. Psikolojik sağlamlık kavramını insan psikolojisinin Mithril'i olarak kabul edebiliriz. Psikolojik sağlamlık hem yük olarak hafif-taşıması kolaydır hem de hayatın ara sıra vurduğu darbelerden bizi korur.

Psikolojik sağlamlık her birimizde ayrı ayrı şekillenirken bazı temel ortak noktalarımıza temas eder. Öncelikle düşüncelerimizle "aşırı" uğraştığımız için düşünme kalıplarına bakalım. Ana hatlarıyla dört tür düşünce kalıbının olduğunu söyleyebiliriz: Doğru, Bağımlı, Olumsuz ve Suçluluk. 

Doğru düşünme; hayatın başımıza getirdiği bazı yaşantılarla ilgili olarak başımıza gelen olayları nasıl anlamlandırdığımız, bu olaylardan nasıl etkilendiğimizi belirler. 

Bağımlı düşünme; çocukken yaptığımız, denediğimiz her şeyi başarmamız gerektiğini düşünürüz, etrafımızdaki herkesin bizi sevmesini, hayatın bizim istediğimiz gibi olmasını beklediğimiz düşüncedir.

Olumsuz düşünme; çocukken ruh halimiz bir anda değiştiğinde kuvvetle muhtemel beynimizde stres yaratan, kaygı duygumuzu tetikleyen, nihayetinde de endişeli düşünceleri ortaya çıkaran olaylarla uğraşmamızı ifade eden düşüncedir.

Suçluluk düşüncesi; çocukken somut düşünürüz. Yaşanan herhangi bir olumsuz olayı sanki kendi hatamızmış gibi algılarız, o olaydan tamamen kendimizi sorumlu tutmamız, suçluluk duymamızı ifade eden düşüncedir. 

Bu düşünce türleri şemalarımızın oluşumlarına ciddi katkılarda bulunur. Çocukluk dönemlerinde biz farkında olmadan oluşturduğumuz şemalar da ilerleyen yıllarımızda hayatı nasıl algıladığımızı, başımıza gelen, etrafımızda ve zihnimizde olup biten şeylere ne-nasıl tepki verdiğimizi büyük ölçüde belirler. Peki bu durumların negatif diyebileceğimiz bir gidişatının olması kaçınılmaz kaderimiz midir? Anlayacağınız üzere cevabımız; hayır değildir.


Her olumsuz yaşam olayında, istemediğimiz gibi giden zamanlarda, arzularımıza ulaşamadığımızda bazılarımız kendimizi suçlamıyor farkındaysanız. Bazılarımız da kendi başına gelen talihsizlikleri bırakın, etrafındakilerin yaşadığı olumsuz deneyimlerle ilgili dahi kendini suçlayabiliyor. Peki neler eksik de bu insanlar birtakım psikolojik sıkıntılar çekiyor? Bunun için psikolojik sağlamlık kavramının unsurlarına bakalım. Çünkü bu unsurların bir araya gelmesi bizi dayanıklı kılmaya başlıyor.

Koşulsuz sevgi: Ruh sağlığı uzmanlarının hep vurguladığı gibi sevginin fazlası olmaz. Büyüme aşamasındayken fazla sevgi görmek problem yaratmaz. "Çocuk şımarık olmasın" diye sevgi göstermemek, çocuk uyuduktan sonra sevgi göstermek ya da biraz sevince -çocuk güvende, rahat bir ortamda olduğunu anlayınca- bir anda sevgiyi kesip çocuğu göndermek açıkçası doğru değildir. Şımarıklık denilen durum tüm dikkatin, ilginin tek bir çocuğun üstünde toplanması, çocuğa hiçbir şekilde sınır konulmamasından kaynaklanır. 

Yeterlilik: Zor, katlanılması güç yaşam olaylarında kişinin yeterli olduğunun bilinciyle, olayların gerektirdiği şekilde davranabilmesidir. Yeterlilik, çocukken edindiğimiz kazanımların birikmesi ayrıca yaşımız ilerledikçe elde edeceğimiz tecrübeler sayesinde kazanılır. İnsanların yeterli olduğunu bilebilmesi için aldığı kararlara güvenmesi, yaptığı seçimlerin sorumluluklarını alabilmesi, aştığı her zorluktan sonra başka zorlukların da yaşanabileceğinin farkında olması, bundan korkmamasıdır. 

Özgüven: Kendi kapasitemize, gücümüze, becerilerimize inanıp bunlara yatırım yapmamızdır. Yetişkinler, anne-babalar, bakımverenler (genellikle) çocuklarının özgüven gelişimini hiç hesaba katmadan daha çok onların yaptığı yanlışlara, aldıkları risklere, tercih edilmeyen davranış kalıplarına odaklanırlar. Çocuğun yaptığı hatalardan, yaşadığı acılardan ders almasını görmesini sağlamak, özgüvenini desteklemek yerine sürekli olarak çocuğun yanlışlarına odaklanmak, bu yanlışları çocuğun suratına vurmak, ona kendisini "yetersiz" hissettirmek çocuğun utanmasına, kendini güçsüz-aciz, yeteneksiz hissetmesine neden olur, bu da bir zaman sonra kısırdöngüye girer. Çocuk buradan neyi öğrenir? Denemeye bile gerek yok, ne de olsa başarılı olamayacağım!

Gerçek başarı: Bakımveren yetişkinler çocuklarından başarılı olmalarını aralıksız ister. Ancak bu kavramı "mutluluk" kavramıyla beraber anmadıkça çocuk için başarı asla gelmeyecektir, gelse bile geçici zaferler ve tatmini olmayan kazanımlar elde edecektir. Yaratıcı olmaları beklenen çocuklara yaratıcı olabileceği bir ortam hazırlamak şöyle dursun, herhangi bir konuda sıradışı bir şey yapan, ezber bozan, çizginin dışına çıkan çocuklar azarlanarak, hakaret edilerek, aşağılanarak cezalandırılır. 

Koşulsuz kabullenme: Çocukların kabullenilmesi için bir şey yapmalarına, bir şey başarmalarına, dört dörtlük olmalarına gerek yoktur. Bu durum yetişkinler için de geçerlidir elbette; çocuklar ebeveynlerini koşulsuz severler! Koşula dayalı sevgiden, saygıdan, anlayıştan vs. bahsetmek mümkün değildir. Ancak gelin görün ki hayatlarında hataya yer bırakmayan büyütülme tarzları sürekli olarak "mükemmelliyetçi" çocukları yetiştirir. Mükemmel derecede olmayan bir işin altındaki seviyede kazanım elde eden çocuklar, bu kazanımlar sayesinde sevilmeyeceklerini, kabul görmeyeceklerini kısa zamanda anlar ve stres geliştirmeye başlarlar. Çocuklara yüksek hedefler konulabilir, bu, çocuğun kendi sınırlarını öğrenebilmesi, yeni deneyimler elde edebilmesi için kendini zorlaması anlamına gelir ki oldukça sağlıklı bir şeydir. Ancak tek bir şartla: Yüksek hedefler "gerçekçi" ve "ulaşılabilir" olmalıdır. Çocuğun bu hedefe ulaşamaması durumunda da çocuğu koşulsuz seven, koşulsuz kabullenen bir yetişkinin varlığı çocuğun ekosisteminde hayati öneme sahiptir. Bu konuda ikna olmayan bakımverenler ise bir süre sonra neden oldukları durumun farkına dahi varmadan şikayet etmeye başlarlar. Çünkü bakımverenlerle konuşmanın, onlarla iletişim kurmanın bir faydasını göremediklerinde, çocuklar yalan söylemeye başlar. 

Yukarıda açıklamaya çalıştığım maddeleri kurallar bütünü olarak değil de, günlük hayatımızın doğal akışı şeklinde uyguladığımızda yaşamlarımız ne kadar az stresli olur farkında mısınız? Sadece çocukların değil, hepimizin bu unsurlara çok, hem de çok ihtiyacı var. 

Psikolojik sağlamlık geliştirilirken gün içinde kullandığımız dil gözardı edilemez. Çocukları (yetişkinleri de) daha dayanıklı olabilecekleri konusunda teşvik etmemiz önemlidir. Oldukça katı tutumlar yerine daha esnek olmayı denemek, en ufak bir olayda dağılmak yerine toparlanabilmeyi tercih etmek bize zaman kazandıracağı gibi ileriki günler için özgüvenimizi de tazeler. Bu becerilere sahip ailelerin çocuklarının istek ve ihtiyaçlarına dair olumlu bir dil ve olumlu bir tutum kullandıkları biliniyor. 

Ve cesaret... hayatta öyle bir an gelir ki, bazen çocuğumuz için yapabileceğimiz hiçbir şey yok diye düşünürüz. Gücümüzün yetmeyeceğini, bilgimizin eksik kalacağını düşünür, kendimizi çaresiz hissederiz. İşte tam da böyle bir anda bir yetişkinin çocuk için yapabileceği en önemli şey çocuğu cesaretlendirmektir. Bu cesareti vermek çok ama çok önemlidir. 

Bizler terapi odasında kimi zaman ihtiyaç analizleri yapıyor, kimi zaman davranışsal analizler çıkarıyor, kimi zaman exposure dediğimiz egzersizleri planlıyoruz. Ancak işimizin çok mühim bir kısmı danışanlarımızı cesaretlendirmektir. 

Rahmetli büyüğümüz, duayen terapist Engin Geçtan bir kitabında ruh sağlığı uzmanlarına hitaben yaklaşık şöyle bir şey yazmıştı: Hastanız sizden daha zengin, daha zeki, daha akıllı olabilir; ama siz daha cesur olmalısınız."

"İnsan psikolojisinin Mithril'i: Psikolojik Sağlamlık" başlığıyla kaleme aldığım bu yazıdaki bazı bilgileri Çocukta Rezilyans kitabından edindim. Okuduğunuz için teşekkürler, umarım faydalı olmuştur. 

Sevgiler,

Tuna

24 Mayıs 2022 Salı

Geceyi Anlat Bana

Doktorun bir Chambéry fraise, Baron'unsa kahve ısmarlayıp tükettikleri uzun bir sessizlikten sonra doktor, İrlandalı ve Yahudi'nin, biri yukarı diğeri aşağı doğru ilerlerken, sık sık aynı toprak üzerinde küreklerinin rastlaştığını söyledi.


"İrlandalılar okyanusun dibindeki -çok afedersin- balina pisliği kadar -kusura bakma- sıradan olabilir, ama düşgücüne," diye ekledi, "ve sefaletten kaynaklanan yaratıcılığa sahiptirler, bu da şeytandan sille yiyip melekler tarafından ayağa kaldırılmış olmalarından ileri gelir. Misericordioso! (Bağışlayıcı rabbim!) Sen beni kurtar Meryem Ana, ötekine ne olursa olsun! Peki Yahudi neyin nesidir? İşgüzarın tekidir -benzetmeyi mazur görün- genellikle üstün ve muhteşem bir işgüzardır ama işgüzardır işte." Hafifçe öne eğildi. "Tamam. Yahudiler her işe burunlarını sokar, biz de yalan söyleriz, aramızdaki küçücük fark da buradan gelir. Mesela birine güzel olduğunu söyleriz, oysa gerçekten pek gudubettir ama bu yalanımızla onu güçlendirmiş oluruz, işte şarlatanın, o büyük kuvvetin gücü budur! Ne söylesen inanırlar, bu da insanı sonunda mürşit yapar," ekledi, "ya da çok müthiş bir doktor. Tıp bilimi hakkında bir şeyler bilen yegâne insanlar hemşirelerdir, onlar da aşağılanma korkusuyla hiçbir şey söylemezler. Ama yüce doktor kutsal bir ahmak ve bilge adamdır. Gözlerinden birini, onca külliyatı devirdiği gözü kapatır ve parmaklarını vücuttaki atardamarlar üzerine koyarak: 'Bu yolun sahibi olan Tanrı, bana da üzerinde dolaşma izni verdi,' der, Tanrı hastanın yardımcısı olsun, bu söz doğrudur da; bu şekilde büyük tedaviler gerçekleştirebilir, ama arada bir Küçük Adam onu yoldan çıkarır."

Doktor bir Chambéry daha ısmarladı ve Baron'a ne içeceğini sordu; hiçbir şey istemediğini öğrenince ekledi: "İnsanlar kişisel hastalıklarını iyileştirmeye çalışacaklarına evrensel illetlerine baksınlar."

Baron, bunun kulağa dogma gibi geldiğini söyledi.

Doktor sırıttı. "Öyle mi? İyi öyleyse, o Küçük Adamı, gördüğünde bil ki sana bir omuz atıp yoldan çıkaracak."

"Şunu da biliyorum ki," diye devam etti: "Bir tastan bir başka tasa dökülen su aynı su değildir; bir gözün akıttığı yaşlar bir başkasına değerse kör eder. Neşeyle dövdüğümüz göğüs acıyla dövdüğümüz göğüsle bir değildir; birinin gülüşü başkasının dudağında dehşete dönüşür. Ebedi nehre girmeye gör kedere boğulursun! İnsanoğlunun tuttuğu her köprübaşı aynı zamanda bir pazarlıktır. Öyle olsun, n'apalım! Pacific Sokağı'na gülerek geldim ve oradan gülerek gideceğim; gülmek fakirin ekmeği. Yoksulları ve Serserileri seviyorum," ve ekledi "çünkü sefalet onları şahıs olmaktan çıkarıyor, ama ben - ben çoğunlukla can sıkıcı bir piç olarak görülüyorum, bir frengi çıbanı, safrayı tıkayan taş ya da kalbi durduran pıhtı, His hüzmesi. Dilatörü patlayasıca, spekulumu paslanasıca, işaret parmağı daha uzatamadan donup kalasıca!"

Dikkati (her zaman arka bacakları üzerinde yürüyen bir köpeğin patileri tuttuğu yerde) ellerine odaklanmıştı sanki, sonra büyük hüzünlü gözlerini içlerinde sıkça çakan bir parıltıyla kaldırarak: "Ne zaman müzik dinlesem kendimi gelin gibi hissediyorum, neden acaba?" dedi.

"Nevrasteni," dedi Felix.

Kafasıyla olumsuzladı. "Yo, nevrastenik değilim, insanlara o kadar saygım yok - laf aramızda nevrasteninin başlıca sebebidir bu saygı."

- Djuna Barnes, Geceyi Anlat Bana