3 Haziran 2022 Cuma

Durulmayan Bir Kafa

Karanlık ve kaotik duygudurumlarının yalnızca babama ve ablama özgü olmadığını çok geçmeden farkettim. Onaltı-onyedi yaşıma geldiğimde açıkça anladım ki, aşırı enerjim, kapıldığım hevesler çevremdekilere yorucu gelebiliyordu; haftalarca yüksekten uçup çok az uykuyla idare ediyor sonra birden düşmeye başlıyordum, düşüncelerim kararıyor, yaşam kasvete bürünüyordu. 


En yakın iki dostum da -ki ikisi de erkek, ikisi de yakışıklı, sinirli, alaycı tiplerdi- yaşamın karanlık yanına eğilimliydiler; lise hayatının normal, eğlenceli yanlarında da yolumuzu biliyorduk ama arada bir epeyce kafası karışık, karamsar bir üçlüye dönüşüyorduk. Aslında üçümüz de okulda çeşitli lider konumlarındaydık, sporda, sosyal etkinliklerde önde gelen çocuklardık. Okuldayken bu tür aydınlık alanlarda kendimizi gösterirken, dışardaki hayatımızı çok yakın dostluk, kahkaha, aşırı ciddiyet, içki ve sigaradan oluşan daha karmaşık bir ağ içinde örüyorduk; geceler boyu sabahlara dek ölümcül gerçek oyunları oynuyor, yaşamlarımızın gittiği yönler üzerine tutkulu tartışmalar yapıyor, ölümün nedenini, nasılını konuşuyor, Beethoven, Mozart, Schumann dinliyor, birer ders kitabı gibi okuduğumuz melankolik ve varoluşçu yazarları -Hesse, Byron, Melville, Hardy- derinlemesine irdeliyorduk. 

Her birimizin kara kaosunun gerçek kökenleri vardı, hiçbirimiz özenti içinde değildik: İkimizin ailesinde (bunu daha sonra öğrendik) manik-depresif hastalık vardı, öteki arkadaşın annesi kalbine tabanca dayayarak intihar etmişti. İlerde her birimizin ayrı ayrı ve tek başına çekeceği acıların başlangıcını hep birlikte yaşadık. "İleriki acılar" benim için beklediğimden çok daha yakın bir gelecekte ortaya çıktı. 

Manik-depresif hastalığın ilk krizini geçirdiğimde lise son sınıftaydım; süreç bir kez başladıktan sonra aklımı çok çabuk kaybettim. Başlangıçta her şey çok kolay oluyor gibiydi. Çılgın bir sansar gibi oradan oraya koşuyor, türlü plan ve projelerle fıkır fıkır kaynıyor, kendimi sporlara veriyor, geceler ama geceler boyu sabahlara kadar uyumuyor, arkadaşlarla geziyor, elime geçirdiğim her şeyi okuyor, defterler dolusu şiirler, oyunlar yazıyor, geleceğime dair büyük, tamamıyla gerçek-dışı tasarılar kuruyordum. Dünya zevk ve umut doluydu; kendimi harika hissediyordum. Yalnızca harika değil, gerçekten çok çok harika hissediyordum. Yapamayacağım hiçbir şey yoktu, hiçbir şey bana zor gelemezdi. 

Kafam pırıl pırıl aydınlıktı, her şeyi yerli yerine inanılmaz bir kolaylıkla yerleştirebiliyordum, o ana dek bir türlü çözemediğim matematik problemlerini bile sanki içten gelen bir güdüyle çözüvermiştim. Aslında o problemlerin çözümünü bugün biliyor değilim. Ama o sırada, her şeyin kesin anlamını görmekle kalmıyor, her şeyi harika bir kozmik ilişkiler çerçevesine uyum içine oturtabiliyordum. Evrenin doğal yasalarına ulaşmak beni öylesine büyülemişti ki, kabım kabıma sığmıyordu, arkadaşlarımı köşeye sıkıştırdığım gibi her şeyin ne kadar güzel olduğunu onlara anlatmaya koyuluyordum. Evrenin karmaşık yapısı ve güzelliği konusunda vardığım çözümler onları benim kadar şaşkınlığa uğratmadığı gibi, benim bu bitmez tükenmez heyecanımın onları yorduğu, bıktırdığı söylenebilir: Çok hızlı konuşuyorsun, Kay. Biraz yavaş ol, Kay. Ne diyorsun anlamıyorum, Kay. Sakinleş, Kay. Bu sözleri açık açık söylemediklerinde bile gözlerinde okuyordum: Allahaşkına, Kay, yavaş ol. 

Sonunda yavaşladım. Doğrusunu isterseniz, kesildim. Birkaç yıl sonra tutmaya başlayan, çılgın bir hızla yükselen, psikoz ölçüsünde denetim dışı olan akut mani krizleri ile karşılaştırıldığında, ilk kez süreklilik gösteren bu hafif mani dalgası gerçek maninin uçuk renkli hatta sevimli bir kopyasıydı, daha sonra gelen yüzlerce uçuş dönemi gibi kısa sürdü, kendi kendini çabucak yakıp tüketti. Arkadaşlarım için can sıkıcıydı belki, benim için heyecan verici ama yorucuydu kuşkusuz ama hastalık olarak algılanacak nitelikte değildi. Derken yaşamım da kafam da sanki derin bir boşluğa yuvarlandı. Düşüncelerim kristal pırıltısını yitirmekle kalmayıp karanlık dehlizlerde debelenmeye başladı. Bir kitabın herhangi bir bölümünü üst üste birkaç kez okuyor ama aklımda hiçbir şeyin kalmadığını farkediyordum. Hangi kitabı ya da şiiri elime alsam aynı şey oluyordu. Hiçbir şey anlamıyordum. Hiçbirinin anlaşılacak bir yanı yoktu. Derslerde anlatılanları izleyemiyor, çevremde neler olup bittiğinden habersiz pencereden dışarıya dalıyordum. Korkutucu bir durumdu bu.

26 Mayıs 2022 Perşembe

İnsan Psikolojisinin Mithril'i: Psikolojik Sağlamlık

Dünya sinema tarihinin en başarılı filmlerinden biri olan Yüzüklerin Efendisi'nin ilk bölümü Yüzük Kardeşliği'nde bir sahne vardır: Bilbo Baggins daha önce kendisine hediye edilen, cücelerin bir çeşit zırhı olan Mithril'i yeğeni Frodo'ya hediye eder. Hediye ederken de "Ejderha kadar sert, tüy kadar hafif" tabirini kullanır. Sadece cücelere ait olan bir madenden çıkarılan maddeyle yapılabilen Mithril de üretilme amacına hizmet ederek Frodo'yu ölümcül bir darbeden kurtarır. Mithril hem ağırlık olarak kazak giyme etkisi kadar bir ağırlığa sahiptir hem de en ölümcül darbelerden yara alınmamasını sağlar.


Son yıllarda sıkça karşımıza çıkan psikoloji kavramlarından biri Resilience'dır, yani psikolojik sağlamlık - dayanıklılık. Psikolojik sağlamlık kavramını insan psikolojisinin Mithril'i olarak kabul edebiliriz. Psikolojik sağlamlık hem yük olarak hafif-taşıması kolaydır hem de hayatın ara sıra vurduğu darbelerden bizi korur.

Psikolojik sağlamlık her birimizde ayrı ayrı şekillenirken bazı temel ortak noktalarımıza temas eder. Öncelikle düşüncelerimizle "aşırı" uğraştığımız için düşünme kalıplarına bakalım. Ana hatlarıyla dört tür düşünce kalıbının olduğunu söyleyebiliriz: Doğru, Bağımlı, Olumsuz ve Suçluluk. 

Doğru düşünme; hayatın başımıza getirdiği bazı yaşantılarla ilgili olarak başımıza gelen olayları nasıl anlamlandırdığımız, bu olaylardan nasıl etkilendiğimizi belirler. 

Bağımlı düşünme; çocukken yaptığımız, denediğimiz her şeyi başarmamız gerektiğini düşünürüz, etrafımızdaki herkesin bizi sevmesini, hayatın bizim istediğimiz gibi olmasını beklediğimiz düşüncedir.

Olumsuz düşünme; çocukken ruh halimiz bir anda değiştiğinde kuvvetle muhtemel beynimizde stres yaratan, kaygı duygumuzu tetikleyen, nihayetinde de endişeli düşünceleri ortaya çıkaran olaylarla uğraşmamızı ifade eden düşüncedir.

Suçluluk düşüncesi; çocukken somut düşünürüz. Yaşanan herhangi bir olumsuz olayı sanki kendi hatamızmış gibi algılarız, o olaydan tamamen kendimizi sorumlu tutmamız, suçluluk duymamızı ifade eden düşüncedir. 

Bu düşünce türleri şemalarımızın oluşumlarına ciddi katkılarda bulunur. Çocukluk dönemlerinde biz farkında olmadan oluşturduğumuz şemalar da ilerleyen yıllarımızda hayatı nasıl algıladığımızı, başımıza gelen, etrafımızda ve zihnimizde olup biten şeylere ne-nasıl tepki verdiğimizi büyük ölçüde belirler. Peki bu durumların negatif diyebileceğimiz bir gidişatının olması kaçınılmaz kaderimiz midir? Anlayacağınız üzere cevabımız; hayır değildir.


Her olumsuz yaşam olayında, istemediğimiz gibi giden zamanlarda, arzularımıza ulaşamadığımızda bazılarımız kendimizi suçlamıyor farkındaysanız. Bazılarımız da kendi başına gelen talihsizlikleri bırakın, etrafındakilerin yaşadığı olumsuz deneyimlerle ilgili dahi kendini suçlayabiliyor. Peki neler eksik de bu insanlar birtakım psikolojik sıkıntılar çekiyor? Bunun için psikolojik sağlamlık kavramının unsurlarına bakalım. Çünkü bu unsurların bir araya gelmesi bizi dayanıklı kılmaya başlıyor.

Koşulsuz sevgi: Ruh sağlığı uzmanlarının hep vurguladığı gibi sevginin fazlası olmaz. Büyüme aşamasındayken fazla sevgi görmek problem yaratmaz. "Çocuk şımarık olmasın" diye sevgi göstermemek, çocuk uyuduktan sonra sevgi göstermek ya da biraz sevince -çocuk güvende, rahat bir ortamda olduğunu anlayınca- bir anda sevgiyi kesip çocuğu göndermek açıkçası doğru değildir. Şımarıklık denilen durum tüm dikkatin, ilginin tek bir çocuğun üstünde toplanması, çocuğa hiçbir şekilde sınır konulmamasından kaynaklanır. 

Yeterlilik: Zor, katlanılması güç yaşam olaylarında kişinin yeterli olduğunun bilinciyle, olayların gerektirdiği şekilde davranabilmesidir. Yeterlilik, çocukken edindiğimiz kazanımların birikmesi ayrıca yaşımız ilerledikçe elde edeceğimiz tecrübeler sayesinde kazanılır. İnsanların yeterli olduğunu bilebilmesi için aldığı kararlara güvenmesi, yaptığı seçimlerin sorumluluklarını alabilmesi, aştığı her zorluktan sonra başka zorlukların da yaşanabileceğinin farkında olması, bundan korkmamasıdır. 

Özgüven: Kendi kapasitemize, gücümüze, becerilerimize inanıp bunlara yatırım yapmamızdır. Yetişkinler, anne-babalar, bakımverenler (genellikle) çocuklarının özgüven gelişimini hiç hesaba katmadan daha çok onların yaptığı yanlışlara, aldıkları risklere, tercih edilmeyen davranış kalıplarına odaklanırlar. Çocuğun yaptığı hatalardan, yaşadığı acılardan ders almasını görmesini sağlamak, özgüvenini desteklemek yerine sürekli olarak çocuğun yanlışlarına odaklanmak, bu yanlışları çocuğun suratına vurmak, ona kendisini "yetersiz" hissettirmek çocuğun utanmasına, kendini güçsüz-aciz, yeteneksiz hissetmesine neden olur, bu da bir zaman sonra kısırdöngüye girer. Çocuk buradan neyi öğrenir? Denemeye bile gerek yok, ne de olsa başarılı olamayacağım!

Gerçek başarı: Bakımveren yetişkinler çocuklarından başarılı olmalarını aralıksız ister. Ancak bu kavramı "mutluluk" kavramıyla beraber anmadıkça çocuk için başarı asla gelmeyecektir, gelse bile geçici zaferler ve tatmini olmayan kazanımlar elde edecektir. Yaratıcı olmaları beklenen çocuklara yaratıcı olabileceği bir ortam hazırlamak şöyle dursun, herhangi bir konuda sıradışı bir şey yapan, ezber bozan, çizginin dışına çıkan çocuklar azarlanarak, hakaret edilerek, aşağılanarak cezalandırılır. 

Koşulsuz kabullenme: Çocukların kabullenilmesi için bir şey yapmalarına, bir şey başarmalarına, dört dörtlük olmalarına gerek yoktur. Bu durum yetişkinler için de geçerlidir elbette; çocuklar ebeveynlerini koşulsuz severler! Koşula dayalı sevgiden, saygıdan, anlayıştan vs. bahsetmek mümkün değildir. Ancak gelin görün ki hayatlarında hataya yer bırakmayan büyütülme tarzları sürekli olarak "mükemmelliyetçi" çocukları yetiştirir. Mükemmel derecede olmayan bir işin altındaki seviyede kazanım elde eden çocuklar, bu kazanımlar sayesinde sevilmeyeceklerini, kabul görmeyeceklerini kısa zamanda anlar ve stres geliştirmeye başlarlar. Çocuklara yüksek hedefler konulabilir, bu, çocuğun kendi sınırlarını öğrenebilmesi, yeni deneyimler elde edebilmesi için kendini zorlaması anlamına gelir ki oldukça sağlıklı bir şeydir. Ancak tek bir şartla: Yüksek hedefler "gerçekçi" ve "ulaşılabilir" olmalıdır. Çocuğun bu hedefe ulaşamaması durumunda da çocuğu koşulsuz seven, koşulsuz kabullenen bir yetişkinin varlığı çocuğun ekosisteminde hayati öneme sahiptir. Bu konuda ikna olmayan bakımverenler ise bir süre sonra neden oldukları durumun farkına dahi varmadan şikayet etmeye başlarlar. Çünkü bakımverenlerle konuşmanın, onlarla iletişim kurmanın bir faydasını göremediklerinde, çocuklar yalan söylemeye başlar. 

Yukarıda açıklamaya çalıştığım maddeleri kurallar bütünü olarak değil de, günlük hayatımızın doğal akışı şeklinde uyguladığımızda yaşamlarımız ne kadar az stresli olur farkında mısınız? Sadece çocukların değil, hepimizin bu unsurlara çok, hem de çok ihtiyacı var. 

Psikolojik sağlamlık geliştirilirken gün içinde kullandığımız dil gözardı edilemez. Çocukları (yetişkinleri de) daha dayanıklı olabilecekleri konusunda teşvik etmemiz önemlidir. Oldukça katı tutumlar yerine daha esnek olmayı denemek, en ufak bir olayda dağılmak yerine toparlanabilmeyi tercih etmek bize zaman kazandıracağı gibi ileriki günler için özgüvenimizi de tazeler. Bu becerilere sahip ailelerin çocuklarının istek ve ihtiyaçlarına dair olumlu bir dil ve olumlu bir tutum kullandıkları biliniyor. 

Ve cesaret... hayatta öyle bir an gelir ki, bazen çocuğumuz için yapabileceğimiz hiçbir şey yok diye düşünürüz. Gücümüzün yetmeyeceğini, bilgimizin eksik kalacağını düşünür, kendimizi çaresiz hissederiz. İşte tam da böyle bir anda bir yetişkinin çocuk için yapabileceği en önemli şey çocuğu cesaretlendirmektir. Bu cesareti vermek çok ama çok önemlidir. 

Bizler terapi odasında kimi zaman ihtiyaç analizleri yapıyor, kimi zaman davranışsal analizler çıkarıyor, kimi zaman exposure dediğimiz egzersizleri planlıyoruz. Ancak işimizin çok mühim bir kısmı danışanlarımızı cesaretlendirmektir. 

Rahmetli büyüğümüz, duayen terapist Engin Geçtan bir kitabında ruh sağlığı uzmanlarına hitaben yaklaşık şöyle bir şey yazmıştı: Hastanız sizden daha zengin, daha zeki, daha akıllı olabilir; ama siz daha cesur olmalısınız."

"İnsan psikolojisinin Mithril'i: Psikolojik Sağlamlık" başlığıyla kaleme aldığım bu yazıdaki bazı bilgileri Çocukta Rezilyans kitabından edindim. Okuduğunuz için teşekkürler, umarım faydalı olmuştur. 

Sevgiler,

Tuna

24 Mayıs 2022 Salı

Geceyi Anlat Bana

Doktorun bir Chambéry fraise, Baron'unsa kahve ısmarlayıp tükettikleri uzun bir sessizlikten sonra doktor, İrlandalı ve Yahudi'nin, biri yukarı diğeri aşağı doğru ilerlerken, sık sık aynı toprak üzerinde küreklerinin rastlaştığını söyledi.


"İrlandalılar okyanusun dibindeki -çok afedersin- balina pisliği kadar -kusura bakma- sıradan olabilir, ama düşgücüne," diye ekledi, "ve sefaletten kaynaklanan yaratıcılığa sahiptirler, bu da şeytandan sille yiyip melekler tarafından ayağa kaldırılmış olmalarından ileri gelir. Misericordioso! (Bağışlayıcı rabbim!) Sen beni kurtar Meryem Ana, ötekine ne olursa olsun! Peki Yahudi neyin nesidir? İşgüzarın tekidir -benzetmeyi mazur görün- genellikle üstün ve muhteşem bir işgüzardır ama işgüzardır işte." Hafifçe öne eğildi. "Tamam. Yahudiler her işe burunlarını sokar, biz de yalan söyleriz, aramızdaki küçücük fark da buradan gelir. Mesela birine güzel olduğunu söyleriz, oysa gerçekten pek gudubettir ama bu yalanımızla onu güçlendirmiş oluruz, işte şarlatanın, o büyük kuvvetin gücü budur! Ne söylesen inanırlar, bu da insanı sonunda mürşit yapar," ekledi, "ya da çok müthiş bir doktor. Tıp bilimi hakkında bir şeyler bilen yegâne insanlar hemşirelerdir, onlar da aşağılanma korkusuyla hiçbir şey söylemezler. Ama yüce doktor kutsal bir ahmak ve bilge adamdır. Gözlerinden birini, onca külliyatı devirdiği gözü kapatır ve parmaklarını vücuttaki atardamarlar üzerine koyarak: 'Bu yolun sahibi olan Tanrı, bana da üzerinde dolaşma izni verdi,' der, Tanrı hastanın yardımcısı olsun, bu söz doğrudur da; bu şekilde büyük tedaviler gerçekleştirebilir, ama arada bir Küçük Adam onu yoldan çıkarır."

Doktor bir Chambéry daha ısmarladı ve Baron'a ne içeceğini sordu; hiçbir şey istemediğini öğrenince ekledi: "İnsanlar kişisel hastalıklarını iyileştirmeye çalışacaklarına evrensel illetlerine baksınlar."

Baron, bunun kulağa dogma gibi geldiğini söyledi.

Doktor sırıttı. "Öyle mi? İyi öyleyse, o Küçük Adamı, gördüğünde bil ki sana bir omuz atıp yoldan çıkaracak."

"Şunu da biliyorum ki," diye devam etti: "Bir tastan bir başka tasa dökülen su aynı su değildir; bir gözün akıttığı yaşlar bir başkasına değerse kör eder. Neşeyle dövdüğümüz göğüs acıyla dövdüğümüz göğüsle bir değildir; birinin gülüşü başkasının dudağında dehşete dönüşür. Ebedi nehre girmeye gör kedere boğulursun! İnsanoğlunun tuttuğu her köprübaşı aynı zamanda bir pazarlıktır. Öyle olsun, n'apalım! Pacific Sokağı'na gülerek geldim ve oradan gülerek gideceğim; gülmek fakirin ekmeği. Yoksulları ve Serserileri seviyorum," ve ekledi "çünkü sefalet onları şahıs olmaktan çıkarıyor, ama ben - ben çoğunlukla can sıkıcı bir piç olarak görülüyorum, bir frengi çıbanı, safrayı tıkayan taş ya da kalbi durduran pıhtı, His hüzmesi. Dilatörü patlayasıca, spekulumu paslanasıca, işaret parmağı daha uzatamadan donup kalasıca!"

Dikkati (her zaman arka bacakları üzerinde yürüyen bir köpeğin patileri tuttuğu yerde) ellerine odaklanmıştı sanki, sonra büyük hüzünlü gözlerini içlerinde sıkça çakan bir parıltıyla kaldırarak: "Ne zaman müzik dinlesem kendimi gelin gibi hissediyorum, neden acaba?" dedi.

"Nevrasteni," dedi Felix.

Kafasıyla olumsuzladı. "Yo, nevrastenik değilim, insanlara o kadar saygım yok - laf aramızda nevrasteninin başlıca sebebidir bu saygı."

- Djuna Barnes, Geceyi Anlat Bana

21 Mayıs 2022 Cumartesi

Korkunun Fobiye Dönüşmesi

Bir tehlike sezdiğimizde iki tip yanlış yapabiliriz: Tehlike gerçektir ama ona tepki vermeyi beceremeyebiliriz ya da tehlike gerçek olmadığı halde onun gerçek olduğunu varsayarız. Bu iki hatanın çok farklı bedelleri olur. Yanlış negatifin (yani tehlikeli bir duruma, örneğin otlar arasındaki bir aslana tepki verememenin) bedeli yanlış pozitifin (yani sonradan zararsız olduğu görülen bir duruma, örneğin rüzgârın otların arasından geçerken sebep olduğu ıslık sesine aşırı tepki vermenin) bedelinden daha ağırdır. 

İlk hata ölümcül bir sonuç doğurabilir; ikincisi ise genelde bir parça zaman ve enerji kaybına neden olur. Bu nedenle olumsuzluk önyargısı diye anılan bir şey vardır; yani kayıplardan hoşlanmama eğilimimiz kazanımlardan hoşlanma eğilimimizden güçlüdür. 

Olumsuz uyaranlar kan basıncımızı ve nabzımızı artırır. Olumsuz duygularımız olumlu duygularımızdan fazladır ve İngilizcede acı hissiyle ilgili sözcüklerin sayısı güzel hislerle ilgili sözcüklerin sayısından çoktur. Tehditlere ve sevimsiz olaylara, olumlu fırsatlardan ve güzel durumlardan daha hızlı tepki veririz. Algılanan tehlikeden hızla uzaklaşmak, gecikmektense yanılmak bazen daha iyidir; ciddi bir hataya düşmekten ise kesinlikle daha iyidir! Bu ve diğer psikolojik ve davranışsal insan özellikleri evrim sürecimizin izlerini taşır; bunlar yiyecek peşinde koşarken diğer hayvanlara yem olmamaya çalışan atalarımızın yaşadığı hayatın yankılarıdır. Onların verdiği mücadeleler beyinlerimizde olumsuz izler bırakmıştır. 

Başta İsveç ve Norveç'te olmak üzere psikologlar, korku ve fobilerin nasıl edinilip sürdürüldüğünü gösteren yaratıcı deneyler yaptılar. Bu deneylerin çoğunda İsveçli psikolog Arne Öhman'ın öncülük ettiği bir yaklaşımdan yararlanıldı. Deneylerde araştırmacılar önce korku veren (yılanlar ve örümcekler gibi) veya nötr (geometrik şekiller gibi) uyaranlar göstererek savunma tepkileri uyandırdılar; bunlara bir de ısırık hissi veren elektrik şoku eşlik etti. Sonra aynı uyaranlar elektrik şoku olmadan tekrar tekrar gösterilerek korkuyla ilişkili uyaranlara ve nötr uyaranlara verilen kaçınmacı tepkilerin azalma oranı ölçüldü. Kaçınmacı tepkilerin, korkuyla ilişkili uyaranlar karşısında, korkuyla ilişkisiz (nötr) uyaranlara kıyasla daha çabuk edinildiği görüldü; yılan ve örümceklere verilen tepkiler, nötr uyaranlara kıyasla daha az tekrarlansa da hep daha uzun sürüyordu. 

Bu sonuçların kültürel pekiştirmeye bağlı olup olmadığını sınamak isteyen araştırmacılar, yılan ve örümceklere verilen tepkileri, tabanca ve uçları açıkta kalmış elektrik kabloları gibi çok daha tehlikeli ve kültürel olarak güçlü bir şekilde koşullandırılmış modern uyaranlara verilen tepkilerle karşılaştırdılar. Bu deneylerde modern tehlikeli uyaranlara verilen kaçınmacı tepkilerin, yılan ve örümceklere verilen tepkilerden daha çabuk kaybolduğu görüldü. Kişiye sadece şok verileceğinin söylenmesi bile korkutucu bir doğal uyarana karşı kaçınmacı tepki edinmesini sağlayabiliyordu. Nötr doğal uyaranlara verilen kaçınmacı tepkiler ise bu şekilde ortaya çıkmıyordu. Görünüşe göre, korkutucu uyaranlar (yılanlar, örümcekler, sıçanlar) veya nötr doğal uyaranlar (böğürtlen, ahududu gibi yemişler) içeren slaytlardan korkuyormuş gibi yapan aktörleri sadece izleyerek bile korkuyla dolabiliyoruz. Fakat aktörün korkutucu uyarana verdiği tepkileri izleyen insanların verdiği kaçınmacı tepkiler, nötr uyaranlarla ilgili olanlara kıyasla daha uzun sürüyor. Rhesus maymunları da korkutucu uyaranlara (oyuncak yılan ve timsah) ve nötr uyaranlara (oyuncak tavşan) bizimkilere çok benzer tepkiler veriyor.

Bundan daha da çarpıcı sonuçların görüldüğü bir diğer deney grubu da, araştırmacının bir slaytı sadece on beş ila otuz milisaniye gösterdikten sonra hemen farklı bir slaytla "maskeleyip" örttüğü, "geriye dönük maskeleme" deneyleridir. Denekler, uyaranın olduğu slaytı gördüklerinin bilincinde değildir ama içinde yılan veya örümcek olan slaytlar çoğu kişide kolayca ayırt edilen güçlü kaçınmacı tepkiler uyandırır. 

Tehlikeli durum ve nesneleri fark edip temkinli olmak atalarımıza pek çok fayda sağlamış olmalı. Bu olay ve nesnelerin bazıları günümüz dünyasında da hâlâ tehlike kaynağı, bazıları ise değil. Modern dünya atalarımızın hayal bile edemeyeceği tehlikelerle dolu. 

- Gordon H. Orians, Yılanlar, Gündoğumları ve Shakespeare - Evrim Beğenilerimizi ve Korkularımızı Nasıl Şekillendirir?

18 Mayıs 2022 Çarşamba

Atlas'ın Yükü

Cezamın verileceği gündü.

Tanrılar toplandı. Kadınlar soldaydı, erkekler sağda. İşte Artemis, çalıştırdığı kaslı vücudu, arkaya topladığı saçlarıyla, benimle göz göze gelmemek için elindeki yayla oynuyor. Arkadaştık onunla. Birlikte avlanırdık. 

İşte Hera, küçümser, soğuk tavırlarıyla orada. Umurunda bile değil. Yeter ki ona dokunulmasın.

Şurada da Hermes, huzursuz ve solgun görünüyor, beladan hiç hoşlanmaz. Yanında, yayılmış oturan da Hephaistos, Hera'nın sakat oğlu, huysuz ve topal, ama altın işleme ustası olduğu için katlanırlar ona. Tam karşısında, karısı Aphrodite; kocasının vücudundan iğrenir. Aphrodite'yle hepimiz yatmışızdır, ama bakireymiş gibi davranırız. Bana gülümsedi. Buna bir tek o cüret etti...

Zeus kararını okudu. Atlas, Atlas, Atlas. Adımda da geçiyor bu, bilmem gerekirdi. Benim adım Atlas, "çilekeş" anlamına gelir.

Belimi büktüm, sol dizimin üstüne çöküp sağ bacağımdan destek aldım. Baaşımı eğerek ellerimi kaldırdım teslim olurcasına, avuçlarım yukarıdaydı. Teslimiyet buydu galiba. Yazgısından kaçacak kadar güçlü biri var mıdır? Kaderin istediği kişiye dönüşmekten kim kurtulabilir?

Söz söylenmişti bir kere, arabaya koşulmuş atlarla öküzler, yuvarlak uçlu bir sabanı çeker gibi Kozmos'u peşlerinden sürüklemeye koyuldular. Dev küre sonsuzluğu yarıp geçerken, zamanın parçaları da yerinden oynuyordu. Bazıları toprağa düştü, yeryüzüne kehaneti ve önseziyi armağan etti. Bazıları göklere savrulmuştu, geçmişle geleceğin ayırt edilemediği kara delikler açtılar. Zaman baldırlarımdaki kaslara, uyluklarımdaki tendonlara sirayet ediyordu. Dünyayı yaratılıştan önce hissettim, gelecek damgasını vurmuştu bana. Hep burada olacaktım. 

Kozmos yaklaştıkça, sıcaklığı sırtımı yaktı. Dünyanın yükünün tabanıma dayandığını hissediyordum. 

Derken, sessiz sedasız, yer ve gök yuvarlanarak üzerime yığıldı, onları omuzladım.

Neredeyse soluk alamıyordum. Başımı kaldıramıyordum. Azıcık kıpırdamayı ya da konuşmayı denedim. Dilim tutulmuştu, bir dağ kadar hareketsizdim. Çok geçmedi, Atlas Dağı koydular adımı, gücümden değil suskunluğumdan ötürü. 

Boynumun yedinci omuru sızım sızım sızlıyordu. Vücudumdaki yumuşak dokular çoktan sertleşmeye başlamıştı. Geleceğimin korkunç görünümü yaşam gücümü emiyordu. Zaman Medusa olmuştu bana. Zaman beni taşa çeviriyordu.

Böyle taş gibi kaskatı ve hareketsiz, ne kadar süründüm bilmiyorum. 

(...)

Dinozorlar saçlarımın arasında ağır adımlarla gezinirken, volkanik patlamalar yüzüme fışkırırken, taşımak zorunda olduklarımın bir parçası olduğuma ayıyorum. Artık ne Atlas var tek başına ne de dünya, var olan Dünya Atlası. Beni gezip dolaşın, kıtalardan oluşuyorum. Çıkmanız gereken yolculuk benim. 

Dinleyin, dünyayı omuzlarında taşıyan adamın öyküsünü anlatıyor biri. Herkes kahkahalarla gülüyor. Sarhoşlarla çocuklardan başka kim inanır ona.

Kimse doğru olduğunu hissetmediği bir şeye inanmaz. Ben de kendime inanmayı bırakabilseydim keşke. Geceleri uyuyorum, sabah uyandığımda yok olmayı umut ediyorum. Bu hiç olmuyor. Bir dizim önde, bir dizim kıvrık, dünyayı sırtımda taşıyorum. 

- Jeanette Winterson, Atlas'ın Yükü