14 Nisan 2022 Perşembe

Pyramus ile Thisbe - Karadut

Bu aşk öyküsünü Ovidius'a uyarak E. Hamilton (Ülkü Tamer çevirisi) iyi anlatmış, olduğu gibi alıyoruz:

Bir zamanlar karadut ağacının yemişleri kar gibi beyazdı. O dutlar nasıl oldu da ansızın renk değiştirdi, bilir misiniz? Garip, garip olduğu kadar da üzücü bir öyküdür bu, gencecik iki sevgilinin ölümünü anlatır:

Doğu ülkelerinin en güzel kızı Thisbe ile en yakışıklı delikanlısı Pyramus, Semiramis'in ülkesi Babylon'da yaşarlardı; evleri birbirine öylesine yakındı ki, birinin duvarı aynı zamanda ötekinin de duvarıydı. Komşulukları zaman içinde aşka çevrildi. Evlenmek istediler, anneleri, babaları bırakmadı. Ama aşk yasak tanır mı hiç? Alevi ne kadar örtülse ateşi o kadar yakıcı olur. Tutuşan yürekler soğur mu bir daha?


Pyramus'la Thisbe'nin evlerini ayıran duvarda ufacık bir delik vardı; iki sevgili geceleri o delikten konuşabiliyorlardı. Karanlıkta dudaklarını deliğe dayıyor, bir yandan öteki yana öpücükler gönderiyorlardı. Sabaha kadar, şafak yıldızları söndürüp de günün ilk ışıkları çimenlerdeki çiyi kurutuncaya kadar, birbirlerine aşklarını fısıldıyorlardı. 

Sonunda artık bu duruma dayanamaz oldular, bir gece kaçmaya karar verdiler. Ninos'un mezarı yanındaki bir dut ağacının altında buluşacaklardı.

O gün içleri içlerine sığmadı; güneş batıp da karanlık çökünce Thisbe evden sıvıştı, mezara geldi. Pyramus oralarda yoktu. Genç kız, sevgilisini beklerken ansızın bir kükreme duydu. Arkasına bakınca ay ışığında bir dişi aslanın durduğunu gördü. Karnını yeni doyurmuştu aslan, ağzı kanlıydı, besbelli mezarın yanındaki kaynaktan su içmeye geliyordu. Öyle korktu ki Thisbe, hemen kaçtı; ama kaçarken de sırtındaki örtüyü düşürdü.

Aslan geldi, örtüyü parçaladı, sonra dönüp ormana gitti. 

Bir süre sonra Pyramus göründü. Ne o? Yerde Thisbe'nin örtüsü vardı, üstelik kan içindeydi. Bir kuşku kapladı delikanlının yüreğini ama Pyramus aslanın yerdeki ayak izlerini görünce bu kuşku büyük bir üzüntüye, anlatılmaz bir yasa döndü. Hep kendinin yüzündendi, daha önce gelip Thisbe'sini tehlikelere karşı koruyamamıştı. Örtüyü aldı eline; "Seni ben öldürdüm," dedi. Kılıcını çekti sonra, dut ağacının yanına gitti. "Sen de benim kanımı içeceksin şimdi," dedi. Kılıcı bütün gücüyle göğsüne sapladı. Fışkıran kanlar ağaçtaki dutları kızıla boyadı.

Aslandan korkup kaçan Thisbe, sevgilisini bekletmemek için mezar başına döndü. Beyaz dut ağacını aradı bulamadı; bir karadut ağacı vardı orada. Önce yanıldığını sandı, ama gözleri yerde yatan Pyramus'a ilişince bir anda neler olduğunu anladı. Sevgilisinin kollarına attı kendini, uzun uzun dudaklarından öptü. "Ben geldim, Pyramus," diye bağırdı. "Ben geldim, bak, ben, Thisbe!" Pyramus binbir güçlükle gözlerini açıp son bir kere baktı Thisbe'ye. Sonra ölüm geldi, gözkapaklarını kapadı. 

Thisbe kılıcı aldı eline; "Benim için öldürdün kendini," dedi, "ama ben de cesurum, benim de içim aşkla dolu. Ancak ölüm ayırabilirdi bizi; oysa şimdi o birleştirecek!" Üstünde daha Pyramus'un kanı kurumamış olan kılıçla kendini vurdu.

Anneleriyle babaları da, tanrılar da acıdılar iki sevgiliye. Anneleriyle babaları, ölülerini yakıp küllerini bir kaba koydular. Tanrılar da, onların anısını sürdürmek için bütün ülkelerde karadut ağaçları yetiştirdiler.

- Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü

Tablo: Pierre Gautherot (1769-1825)

10 Nisan 2022 Pazar

Neden iyi olamıyorum?

Neden iyi olamıyorum? 

İyilik hâli dediğimiz kavram oldukça geniş bir kümeyi kapsıyor. Genel kullanımda iyilik hâlini; sağlık, mutluluk, rahatlık, huzur, ekonomik esenlik bağlamında yeterli standartlara ulaşmak ve bunu korumak anlamında algılıyorum ben. 

“Yeterli standartlar” kavramını önemsiyorum. Çünkü yettiğinden fazlasını talep ettiğimizde çoğu zaman fizyolojik ya da psikolojik (ya da ikisi birden) hastalanmaya başlıyoruz.


Psikoterapide sıklıkla "yeterince iyi" olmanın öneminden bahsederiz. (Winnicott'a selam olsun.) Yeterince iyi olmak varken neden mükemmeli istiyoruz? Ayrıca kime göre, neye göre mükemmelliği elde edeceğimizi sanıyoruz? İyilik hâlini mükemmelliyetçilikle bağlamaya çalışayım.

Farkında olmadan mükemmelliyetçi bir yapıya bürünmüş olabilir misiniz? 

Mükemmelliyetçilik, kişinin kendisine bile bile zarar vermesidir, çünkü gerçekçi değildir. Kişinin aşırı yüksek beklentiler içine girdiği bilişsel bir yapıdır. Bu yapıda kişi, hem en yüksek düzeye erişmeye çalışır hem de bu çalışmaları sırasında asla hata yapmaması gerektiğine inanır. Bir anlamda kişinin asla ulaşamayacağı bir konum için kendisini çaresizce parçalamasıdır. 

Bir mükemmelliyetçinin kendine zarar verdiğini nasıl anlarız? En yüksek hedefleri belirleyip asla hata yapmaması sonucunda sürekli takdir göreceğini düşünüyorsa bunu ilk belirti olarak kabul edebiliriz. Devamında da o beklenilen takdiri görememenin yarattığı hayal kırıklığı, umutsuzluk, çevreyi suçlama, nihayetinde de delicesine arzu ettiği sevilmekten, kabul görmekten mahrum kalma durumu yaşanıyorsa o kişi mükemmelliyetçidir diyebiliriz.

Başarılı, huzurlu, sağlıklı, mutlu bir hayat için iyi olanı yapmak adına atılan adımların inada binmesinde ne gibi bir zarar olabilir, sorusu aklımıza gelebilir. Bu saydıklarım kötü/olumsuz değildir zaten; ancak iyi olanı yapmakla, mükemmelliyetçi olmak arasında dağlar kadar fark vardır. Olaylar burada düğümlenmeye başlar. Düğümlenir, çünkü bir mükemmelliyetçi bütün çabalarının sonucunda rahat bir uykuya dalamaz, insanlara güvenemez, sürekli aklını kemiren şüpheci düşünceleri vardır; sonunda da kaygının karanlık gölgesinde kaybolmaya başlar. Artık sürekli tetiktedir. 

Kişiler “yeterli iyilik hâli” yerine kendilerine yönelik, diğer insanlara yönelik ve çevresine yönelik farklı mükemmelliyetçi tutumlar geliştirebilirler. Kendine yönelik türde kişinin, kendisine acımasız olduğunu görürüz. Kitaplarda okuduğumuz, filmlerde gördüğümüz "en zalim" karakterlerden bile daha zalim olabiliriz kendimize. Gerçeklikten koparılmış yüksek beklentiler, kişinin ilgisini uyuma yönelik olmayan biliş ve davranış kalıplarına sokar: Kendisinden hata beklemediği için kendini inanılmaz bir şekilde suçlar. Diğer insanlara yönelik türünde kişi, kendisi için belirlediği kriterlere başkalarının da harfiyen uymasını bekler. Başkalarının yaptığı işleri beğenmez, sürekli hata ve kusur bulur; hele de bir başkasına asla bir işi emanet etmez, delegasyon yönleri yok denecek kadar zayıftır. Sosyal bağlamda çevreye yönelik türde ise şunu net görürüz: “Bu belirlediğim aşırı yüksek hedefleri gerçekleştirmemi herkes benden bekliyor. Bunları yapamazsam herkese rezil olurum/herkesin gözünde küçük düşerim, bana saygı duymazlar, beni sevmezler” düşüncesi kişiyi ele geçirmiştir.


Oldukça korkutucu değil mi? Yazının tam da bu noktasında kendinizi ya da yakından tanıdığınız birini düşünmeye çoktan başladığınızı fark ettiniz muhtemelen. Peki, o zaman devam edelim.

Neden bir insan kendine bunu yapar? Nasıl olur da kişiler bu yola girer; bu kişilerin motivasyonları nelerdir, nelere inandıkları için kendilerini bu hâlde bulurlar, diye baktığımızda genel profilde şu özellikleri görebiliriz:

- Yaşamlarındaki tüm değerlerini, özsaygılarını, benlik algılarını başarılı olmanın üzerine kurarlar. Aşırı yüksek ve daha önce değindiğimiz gibi gerçekçi olmayan hedefler/beklentiler sonucunda belirledikleri amaçlara ulaşamamayı tam anlamıyla gurur meselesi yaparlar. Bunu da kişisel olarak algılayıp kendilerini değersizleştirmeye başlarlar. 

- Kendilerine hata yapma payını bırakmadıklarını söylemiştik; çünkü en ufak bir hata bile onlar için başarısızlık demektir. Çoğu zaman pire için yorgan yakarlar. Tek bir olaya bakarak bütün hayatlarını kocaman bir başarısızlık, değersizlik olarak görürler. Hatalarından öğrenemezler. Hâlbuki biz neyi biliyoruz, en iyi öğretmenlerimiz yaptığımız hatalardır. 

- “Ya beni onaylamazlarsa?” endişesini yoğun olarak yaşarlar. Özellikle de yetersiz hissettikleri, eksik olduklarını düşündükleri zamanlarda diğer insanlar tarafından kabul edilmeyeceklerine dair güçlü bir inançları vardır. Bu kabul edilmeme, onaylanmama ihtimali de onları mükemmelliyetçiliğe sürükleyip kısır döngünün içine girerler: “Hatalı, eksik iş yapmamalıyım ki önem verdiğim kişiler tarafından onaylanayım.”

- Gereklilikler yakalarını bırakmaz. Sürekli olarak sözel yönergeleri, kuralları vardır. Olumsuzluk eki -me, -ma'yı, gereklilik eki -meli, -malı'ları bolca kullanırlar. Yeni, beklenmeyen durumlar karşısında esneyemez, katı duruşlarını devam ettirirler. 

- Kıyaslama genellikle çocukluk çağlarında öğrendikleri bir kalıptır. Ebeveynleri tarafından akranlarıyla kıyaslanarak buna içerleyen, ebeveyninden "onay almak" için telafi davranışlarına girişen kişiler yetişkinlik çağlarına geldiklerinde bu sefer başkalarıyla, akranlarıyla kıyaslamayı kendi kendilerine yaparlar. Diğer insanların kendileri kadar çabalamadan, çalışmadan "mükemmel" bir biçimde iş yaptıklarını, hayatlarına devam ettiklerini düşünürler. Bu durum da kendilerine yönelik olumsuz benlik algılarını besler. 

Basitçe düşünerek ulaşabildiğimiz sonuçların, göstergelerin bazılarını sıralamaya çalıştım. Genel iyilik hâlinden mükemmelliyetçiliğe uzanan yol oldukça cazip görünebilir. Çünkü bu yolun sonunda herkesten üstün olmak, herkes tarafından onaylanmak, elbette mükemmel bir insan olmak vardır. Anlayacağınız üzere aslında yoktur. İyilik hâli kişinin kendisine yetebilirken, mükemmel olma hâli asla yetmez, yetmeyecektir. 

Genel iyilik hâli için rahatlamak ve ulaşılabilir isteklerde bulunmak makûl görünüyor. Zaten sağlığımız için güçlü bileşimler genellikle güldüğümüz, şimdi ve burada'ya bağlı olduğumuz zamanlardır. Yaşamlarımızdaki herhangi bir zorluğun üstesinden gelebilmek için farkındalığımızı gözden geçirebilir, zorlu yaşam olayları karşında direnç gösterebilmek - zorluklara bağışıklık kazanabilmek için umut etmeyi öğrenebilir, geçmişe tutunarak ilerleyemeyeceğimizi anlayarak öfkemizi sakince bırakabiliriz. 

Baştaki soruya dönelim: Neden iyi olamıyorum? Kendimi buna lâyık görmediğim için. 

Sevgilerimle,

Tuna

9 Nisan 2022 Cumartesi

Freud'dan Lacan'a Psikanaliz

Kelt kökenli genç bir Fransız kadın, rüyasında, toprağa gömülmüş eski bir kılıcın topraktan çıkarıldığını görür. Bu bir Kelt kılıcıdr; süslü, tam sanat eseri bir kılıç. Kılıcı topraktan çıkaran tanımadığı bir adam, onu genç Fransız kadına hediye eder. 


Jung'un bu rüya üzerine uyguladığı Freudcu serbest çağrışım şu sonuçları verir: Fransız kadın kaybettiği babasının askeri kılıcını anımsar, bu kılıcı küçük bir kızken babası ona gösterdiğinde, güneşte parlayan kılıç karşısında duyduğu heyecanı anlatır. Babası enerjik, erkeksi özellikleri ön planda, yiğit, gözü kara bir adamdır. Cesur oldukları söylenen Kelt kökenlerine bağlıdır. 

Freudcu analiz şöyle özetlenebilir: Hasta, babası karşısında ambivalan (çift değerli) bir tutum içindedir. Bir yandan ona hayran, hatta ona erotik fantezilerle bağlı iken, öte yandan da babasının saldırgan tavırlarından acı çeken annesi ile özdeşleşmektedir (bu özdeşleşmeden dolayı da erkeksi özellikleri ön planda erkeklerden kaçmakta, daha çok kadınsı, zayıf, nevrotik erkeklerle ilgilenmekte, ancak bu ilişkilerine de pek değer vermemektedir. Zaten analiz süresince de erkek analist karşısında şiddetli dirençler geliştirmiştir.) Rüyası, babasının fallusuna sahip olma arzusunu dile getirmektedir. Rüyada kılıcı almakla bu çocuksu arzusu sanrısal bir şekilde tatmin edilmiştir. 

Aynı rüyanın Jung tarafından yapılan, kendi teorisine uygun yorumu ise şöyle özetlenebilir: Hasta, babasının silahını almakla onun enerjisine, karar verme gücüne, sorunların üzerine gitmedeki yeteneğine, kendinden daha emin olmaya duyduğu ihtiyacı dile getirmiştir. Bir bölümüyle mirasçısı olduğu bu silah, potansiyel halinde bilinçdışında mevcuttur. Onu topraktan, gizli olduğu derinlikten çıkaran analizdir. Hasta böylece babasına daha çok benzeyecek, şimdiye kadar kullanmadığı gizli silahını kullanacaktır. Yaşamını eski atalarından kalma değerler üzerine inşa edecek, daha güçlü ve kararlı olacaktır. Onu nevrotik kılan korkular, kaçınmalar, boyun eğmeler bu yol ile son bulacaktır.

Şimdi bu iki analiz arasındaki fark nedir? İlki rüyanın görülmesini sağlayan bilinçdışı nedenleri araştırırken, diğeri bu rüyanın hastanın yaşamına nasıl bir yön verdiğini incelemektedir. Jung'a göre Freudcu analiz hastaya bir şey vermez, ama aksine, kendi analizi hastaya izlemeyi arzuladığı yolu, uzun zamandır kullanmadığı, görmediği gizli ruhsal (psişik) güçlerini gösterir. Kompleksinin altını çizmek yerine, olması gereken ve olabileceği kişiliği gösterir. 

Şimdi kanımca Freud ve Jung birbirinden çok farklı yorumlar yapmıyorlar. Söz konusu yorumları karşıt, uzlaşmaz yorumlar olarak görmek gereksiz. Farklılık, tedavi edici faktörün ne olduğu konusundaki anlaşmazlıkta düğümleniyor; ilki bilinçdışı kompleksi bilinç düzeyine çıkarmakla nevrozun tedavi edileceğini düşünürken, diğeri bilinçdışının kendisini tedavi edici bir potansiyel olarak görüyor. Bu bilinçdışı faktörleri güçlendirmeyi hedef alıyor. Bu nedenle, Slater'ın yukarıda sözünü ettiğimiz iddiası karşısında daha dikkatli düşünmemiz gerek. Söz konusu teoriler gerçekten uzlaşmaz, çelişik, dolayısıyla birinin yanlışlanması gereken teoriler mi, yoksa bir şekilde bütünleştirilebilir yaklaşımlar mı? Bana bu ikinci varsayım daha kuvvetli gibi görünüyor. Sözgelimi Adler de aslında Oidipus kompleksini reddetmez, ancak bu kompleksi Freud'dan farklı bir şekilde yorumlar: Şiddetli aşağılık kompleksi olan ve sosyal duygusu gelişmemiş çocuk, dış dünyaya açılmak yerine aile içine kapanır ve arzularına, bu arada cinsel arzularına da aile içinde nesneler arar; Oidipus kompleksinin nedeni budur Adler'e göre. Freud ise şiddetli Oidipus kompleksi nedeniyle nesne libidosunun karşı cinsten ebeveyne bağlı kalacağını, nesne libidosunun bu saplantısının toplumsal nesnelere yönelmeyi, toplum duygusunun gelişimini engellediğini söyleyecektir. Bu biraz tavuk-yumurta hikâyesini andırırsa da, her iki teorinin aynı anda doğru olması, yani bu iki sürecin birbirini pekiştiren faktörler olması da mümkündür. Yani bunları mantıken zorunlu olarak karşıt olmaktan çıkaracak bir yorum mümkündür. Bu durumda da bir seçim yapma zorunluluğu ortadan kaldırılabilir pekâlâ. 

- Saffet Murat Tura, Freud'dan Lacan'a Psikanaliz

6 Nisan 2022 Çarşamba

Talebe

Bipolar bozukluğu saplantı haline getirdim. Psikoloji dersi için araştırma tezi yazmamız gerekiyordu, ben de tez konusu olarak bunu seçtim ve o mazeretle üniversitedeki her sinirbilimci ve bilişsel alan uzmanıyla görüşme yaptım. Onlara Babamdaki belirtileri anlattım ama Babama değil, uydurma bir amcaya atfederek. Belirtilerin bazıları birebir uyuyor, bazılarıysa uymuyordu. Profesörler bana her vakanın farklı olduğunu söyledi. 


"Senin tarif ettiğin daha çok şizofreniye benziyor," dedi biri. "Amcan hiç tedavi gördü mü?"

"Hayır," dedim. "Doktorların da devlet komplosunun bir parçası olduğunu düşünüyor."

"Bu sahiden işi zorlaştırır," dedi. 

Bir buldozerin gizli kapaklılığıyla tez konumu, bipolar ebeveynlerin çocukları üstündeki etkileri olarak belirledim. Suçlayıcıydım, gaddardım. Bipolar ebeveyn çocukları çifte risk altındadır, diyordum: Birincisi, kalıtımsal olarak duygudurum bozukluklarına yatkındırlar, ikincisi stresli ortama ve bu tür bozuklukları olan ebeveeynlerin yetersiz ebeveynliklerine maruzdurlar.

Derste sinir ileticileri ve onların beyin kimyası üstündeki etkilerini öğrenmiştim. Hastalığın bir tercih olmadığını biliyordum. Bu bilgi Babama karşı anlayışlı olmamı sağlayabilirdi ama sağlamadı. Tek hissettiğim öfkeydi. Bedelini biz ödedik, diye düşünüyordum. Anne. Luke. Shawn. Yaralandık berelendik, sarsıntı geçirdik, bacaklarımız yandı, kafamız kesilip açıldı. Daimi bir dikkat hali, kesintisiz bir dehşet içinde yaşadık. Beyinlerimiz kortizol akınına uğradı çünkü tüm bu olanların her an yeniden yaşanabileceğini biliyorduk. Çünkü Babam için inanç daima güvenlikten önce gelirdi. Çünkü kendisinin haklı olduğuna inanırdı ve inanmaya devam etti; ilk araba kazasından sonra, ikincisinden sonra, çöp tenekesinden, yangından, paletten sonra. Bedelini ödeyense hep bizdik.

Tezimi teslim etmemden sonraki hafta sonu Buck's Peak'e gittim. Eve geleli bir saat olmamıştı ki Babamla tartışmaya tutuştuk. Arabaya karşılık ona borçlu olduğumu söylüyordu. Aslında sadece biraz lafını etti ama ben çılgına döndüm, histerikleştim. Hayatımda ilk defa Babama bağırdım; araba konusunda değil, Weaver'lar konusunda. Öfkeden öyle tıkanmıştım ki konuştuklarım kelime gibi değil, boğuk, kesik hıçkırıklar şeklinde çıkıyordu. Niye böylesin sen? Neden bizi öyle korku içinde yaşattın? Neden uydurma canavarlara karşı o kadar savaştın da, kendi evindeki canavarlarla ilgili hiçbir şey yapmadın? 

Babam hayretler içinde bakakaldı. Ağzı açıldı, elleri iki yanına sarktı, bir şey yapmak için kaldırmak istiyormuş gibi seğirmeye başladı. Onu steyşın vagonumuzun enkazı yanına çömelip elektrik telleri ölümcül akımlar gönderdiği için dokunma imkânı bile olmadan Annenin yüzünün gerilip şişmesini izlediği günden beri böyle çaresiz görmemiştim.

Utançtan ya da öfkeden, fırlayıp gittim. Arabayı hiç durmadan BYU'ya kadar sürdüm. Babam birkaç saat sonra aradı. Cevap vermedim. Ona bağırmak bir çare olmamıştı, aldırmamak olurdu belki.

Dönem bittikten sonra Utah'tan ayrılmadım. Buck's Peak'e gitmediğim ilk yazdı bu. Babamla hiç konuşmadım, telefonda bile. Kasti bir yabancılaşma değildi bu. İçimden ne görmek geliyordu onu ne de sesini duymak. O yüzden de hiçbirini yapmadım. 

- Tara Westover, Talebe 

4 Nisan 2022 Pazartesi

Kusursuz Kadının Peşinde

Fowler: Hamilton'u kadın bağımlısı şeklinde tanımlıyorsunuz. Ayrıca bize onun kadınların her biriyle tuhaf bir ilişki kurduğundan söz ediyorsunuz. Onun öykülerini işittiğinizde aklı­nıza ne geliyor? Onun birçok belirtisini ve yakınmasını nasıl bir elekten geçirip Hamilton'un yaşadığı zorluklar içinde hangisinin merkezi önem taşıdığına nasıl karar veriyorsunuz?

Volkan: "Merak" kediyi öldürür derler. Ben, ofisimde sağlamaya çalıştığım güvenli ortamda analizi iyi bir analiz yapanın "merak" olduğunu düşünüyorum. Hastayı dinlerken belirtilerinin, yakınmalarının ve diğer öykülerinin anlamlarını merak ederim. Aklıma gelenlerin çoğu psikanaliz eğitimim ve çocuk geliş­mesi ile insan zihninin evrimi üzerine bilgilerimle bağlantılıdır.


Örneğin, Hamilton her gece bir kadına duyduğu tuhaf gereksinimden, yanında bir kadın olmadığında kaygılı, hatta "paranoid" hale geldiğinden söz ettiğinde, küçük bir çocukken annesiyle olan etkileşimlerinde çektiği zorluklar yüzünden iyi bir anne arayışı­na saplanıp kalmış mı acaba diye merak ederim. Aynı kadınla üst üste iki gece yatamadığını söylediğinde ya da evliliği sırasında Mary ile paylaştığı yataktan çıkıp Della'nın küllerinin yanındaki divana geçtiğini anlattığında, çocukluğundaki annesinin ya da onun bakımını üstlenen kişinin zihinsel imgesini bütünleştiremediği olasılığını aklıma getiririm. Bu soruların yanıtlarını merak ederim, ama Hamilton'a bunu söylemem. 

Analize daha yeni başladık. Aklıma gelen her şeyi hemen hastaya söylemem gerekmiyor. Hastanın bilmesi gereken, onu etkin biçimde dinliyor olduğum. Bu yüzden zaman zaman "Hımm! Hımm!" gibi sesler çıkarırım. Popüler basında karikatüristler ve komedyenler bu tür ibarelerle dalga geçerler ama hastanın onu dikkatle dinliyor olduğumu bilmesi açısından bunlar önemli. Analitik süreçte bu zorlu işin büyük kısmı Hamilton'a düşecek. Bir yandan ben onun yaşamıyla ilgili bilgi toplamayı sürdürürken, bir yandan da onun divanda söylediklerinin anlamlarını merak etmesine yardımcı olacak yollar ararım.

Fowler: Hamilton'un zihninde "kız arkadaşları birbirinin yerine geçebiliyordu" derken, bu dinamik bir formülasyon mu, yoksa sadece onun davranışlarına dair bir gözlemden mi ibaret?

Volkan: Öncelikle, bu ilk görüşme sırasında (analizine başlamazdan önce onu yüz yüze gördüğüm ilk seansta) ve divandaki ilk seanslarında yaptığı tanımlamaları ve adres defterindeki bunca kadına dair öykülerini temel alarak yapmış olduğum bir gözlem. Sonra, birçok kadını birbirinin yerine konabilir gibi algılamasının daha derin anlamını bulmak üzere olası bir formülasyon yaptım: 

Aklıma gelen, çocukluğunda annesi ve onun vekilleriyle yaşadığı zorluklara saplanıp kalmış olmasıydı. Bu yüzden, yetişkin yaşamındaki kadınlar (tabii ki onların birbirinden farklı insanlar olduklarını biliyordu) henüz onlarla psikolojik hesapları kapatamadığı, çocukluğunun "iyi” ve "kötü" annelerini temsil ediyordu. Bu hesabı kapatmak istiyordu; ama ne yazık ki bu örüntüyü tekrarlamaya saplanıp kalmıştı. 

Kısa bir süre sonra, çok renkli kuşların olduğu maskeli balo düşünü getirdi: bu düş, içsel olarak kadınlar arasında ayrım yapmadığının bir "kanıtı" oldu. Hamilton düşünü anlatırken aklı karışmıştı. "Bütün kuş­lar aynı, çok sayıdalar, ama hepsi birbirinin aynı." Gündelik ya­şamında kadınlar gelip geçiyorlardı, sayıları o kadar çoktu ki bazen önceki gece kiminle yattığını bile anımsayamıyordu! 

İşte bu noktada ben onun çok sayıda kadını birbirinin yerine kullanıyor olduğuna dair bir "kanıt" buldum. Uygulamada, ilk görüşmede ve ilk seanslarda yapılan gözlemlerin doğru olup olmadıklarını anlamak için daima beklemeniz gerekir. Beklersiniz ve ortaya çı­kan verilere kulak verirsiniz (belki gözlemleriniz doğrulanacak ve önemli olacaklardır, belki de anlamsız oldukları anlaşılacaktır): hastalar, çatışmaları açısından elzem olan temalara tekrar tekrar dönerek size bunu söylerler.

- Vamık D. Volkan, Kusursuz Kadının Peşinde