14 Şubat 2022 Pazartesi

Beyin ve İç Dünya

Hatırlanan Şimdi

İsimleri hatırlayamayan hastalar bize "bellek"lerinde bir sorun olduğunu söylerken, biz (nörologlar ve nöropsikologlar) onların "dil" işlevlerinde bir sorun olduğunu düşünürüz. Buna uygun olarak da bu hastaları "amnezi" yerine "afazi" (daha doğrusu anomik afazi) başlığı altında sınıflandırırız. Aynı şekilde bildik yüzleri tanıyamama hali de bir bellek bozukluğundan (amneziden) çok bir algı bozukluğu (tanıyamama yani "agnozi" - daha doğrusu yüzleri tanıyamama yani "prosopagnozi") olarak sınıflandırılır. Keza, düşen bir fincanı yakalamak için yapılan bir hareketi hatırlayamama da amnezi değil beceriye dayalı hareket bozukluğudur (ideomotor apraksi). Gerçekte tüm afaziler, agnoziler ve apraksiler (geniş anlamda) bellek bozukluklarıdır, fakat biz onları dil, algı, beceriye dayalı hareket bozuklukları vb. olarak sınıflandırırız. Bunun kısmen nedeni şudur: Bu bilgi kategorileri o kadar fazla öğrenilmiştir ki, bir zamanlar onları öğrendiğimizi gözden kaçırırız. 


Bizim (kendi algıladığımız şekliyle) "dünyanın işleyişi" olarak kabul ettiğimiz şeylerin büyük bölümü aslında (kendi hatırladığımız şekliyle) dünya hakkında öğrendiklerimizdir. Bunu en iyi gösteren olgu, dünyanın "işleyişi"nin beyinleri hasara uğrayan insanlar için birdenbire (çoğu kez dramatik bir şekilde) değişebilmesidir. Doğal olarak bunun sonucunda da bazı hastalar değişmiş olanın dünya değil de kendileri olduğunu kabullenmekte çok güçlük çekerler. 

Gerald Edelman'ın popüler kitabı The Remembered Present'ın (Hatırlanan Şimdi; 1989) başlığı algının neye dair olduğunu çok iyi anlatır. Hepimiz algıladığımız gerçekliği belleklerimizde depoladığımız modellerden otomatik olarak yeniden inşa ederiz. Günün her ânı dünyayı yeniden algılamayız ve sürekli olarak bizde izler bırakan ayrışmamış bir uyaranlar gürültüsünün içindeki anlamlı sözcüklerin şifresini çözmeye ve tanınabilir nesneleri yeniden ayırt etmeye çalışmayız. Muhtemelen yeni doğan bebeklerin yapmaları gereken şey budur. Biz erişkinler ise beklentilerimizi (daha önceki deneyimlerimizin ürünlerini) daima dünyaya yansıtırız ve böylece büyük ölçüde çevremizdeki dünyayı (yalın anlamda) algılamak yerine inşa ederiz.

Aleksandr Luria (daha önce sözü edilen Rus nörolog), meslektaşı Lev Vygotsky ile birlikte algı ve belleğin hiyerarşik düzeninin olgunlaşma süreçleri sırasında tersine döndüğünü ileri sürmüştü. (1973) Küçük çocuk için her şey duyumlara bağımlıdır ve biliş, somut algısal gerçeklikle yönetilir. Ancak gelişimin seyri sırasında bu erken öğrenme deneyimlerinden türeyen derinlemesine kodlanmış, soyut bilgiler algısal süreçleri idare etmeye başlar. 

Böylece görmeyi beklediğimiz şeyleri görürüz ve beklentilerimizin tersi olduğunda ya şaşırır ya da bunu fark etmekte yetersiz kalırız. Deneysel çalışmalar sıklıkla gerçekte olmayan şeyleri gördüğümüzü göstermektedir; bunun basit nedeni onların orada olmasını beklememizdir. Bu durumun en bilinen örneğini gözlerin her birinde optik sinirin ağtabakaya girdiği noktada bulunan "kör nokta" verir. Bundan ötürü, biz gözümüzü kapattığımızda -nesnel olarak- görüşümüzde bir delik ortaya çıkar. Ancak öznel olarak bu bölge o an geçerli olan koşullar altında görme alanının o kısmında deneyimlemeyi beklediğimiz şeye uyan doku, renk, hareket ve benzerleri ile "doldurulur." Bu, bilişsel bilimcilerin görme algısı üzerine "yukarıdan aşağıya etkiler" dediği şeyin bir örneğidir. (Yalnızca bebeklerin neredeyse sadece aşağıdan yukarıya algı mekanizmalarına bel bağladıkları ileri sürülebilir.)

Bu olguların, belki de her şeyden çok hastalarına hayat deneyimlerini yöneten -ve bugünü neredeyse geçmiş haline getiren- içselleştirilmiş modellerin farkına varmalarına yardımcı olmaya çalışan psikoterapistler için önemi ortadadır. Sinirbilimin bellek mekanizmalarının algı üzerindeki yukarıdan aşağıya etkileriyle ilişkili bulgularının psikoterapistlerin ilgilendikleri aktarım gibi karmaşık ilişkisel fenomenler için de geçerli olup olmadığı kesin değildir. Ancak, bu mekanizmaların söz konusu karmaşık fenomenlerin en azından bir bölümünü açıklamaları makul bir varsayım gibi görünmektedir. 

- Mark Solms, Oliver Turnbull, Beyin ve İç Dünya

11 Şubat 2022 Cuma

Benim Durumumdaki Erkekler

Gece yarısından sonra kapıyı açar, sahanlıkları çok sevdiğim ve çoğu çatlamış kırmızılı mavili yıldız biçimli Fas işi yüz yıllık seramik yer karolarıyla kaplı merdiven boşluğunun basamaklarından iner, şimdilerdeki apartmandaki en kıdemli daire sahiplerinin arabalarını park edebildiği garaj olarak kullanılan o eski ahırın bulunduğu iç avluya çıkar, -bu parke taşlarla kaplı avluda her pazar sabahı tertemiz, pırıl pırıl bir işçi tulumu giymiş bir adam taburenin üzerine çıkar, o güne dek bir metre kadar bile sürdüğünü görmediğim Volvo Duett marka çok eski bir otomobili cilalayıp parlatıyor olurdu- avluyu sokağa bağlayan, apartmanın giriş katındaki kapkaranlık geçitten geçer ve binanın önündeki otoparka, otobüs durağının birkaç metre uzağına park etmiş olduğum Mazda'ma doğru yürürdüm.


Ön koltuğa oturup gidebildiğince geriye iter, kalın paltoma sarılıp yarı oturur, yarı yatar vaziyette bana Tanrı'nın armağanı bir günün bitimine doğru biraz olsun uyumaya, en azından tepede karanlıklar içindeki büyük otobüs garajından (tepeye kurulmuş olan margarin fabrikası ve spor salonu da aynı karanlığın içindeydi) kalkacak ilk otobüsler yokuş aşağı inene kadar uyumaya çalışırdım. 

Otobüsler adeta görünmeden ve sessizce gelip durağa yanaşırlar, aklımda kalan ve sonraları kolayca hatırlayacağım bir ses çıkararak kapılarını açarlardı, hemen ardından belli belirsiz bir ses duyulurdu, kapılardan gelen yumuşacık ve iyice yağlanmış bir nefes sanki, muhtemelen otobüsler yeni olduğu için böyleydi, sonra yolcuların uykulu ayak sesleri, basamakları çıkan iki adım, şoföre doğru atılan bir adım, birbirleriyle konuşan yolcuların fısıltıları, her bir kelime hafifçe yanıp sönüyor, tıpkı önceki günden kalan ateşteki kor gibi, bütün bunlar kimsenin işitmediği seslerdi, benim gibiler hariç.

Onları gözümün önüne getirebiliyorum; bunun benzeri yerlere, otoparklara, cadde ve sokaklara, otobüs duraklarının yakınına, garajlara, evin garajını sokağa bağlayan yollara park etmiş arabalar, içlerinde benim durumumdaki erkekler, koltukta yarı oturur, yarı yatar vaziyette, paltolarını bedenlerine sıkı sıkı sarmış ya da araçlarının koruyucu kollarına sığınmışlar, tek başlarına birkaç saat uyumaya çalışıyorlar ve sonunda gecenin karanlığında sanki yumuşacık eller ve sessiz vinçler tarafından yerlerinden çekilip arka arkaya, kaporta kaportaya, cila cilaya, düğme düğmeye değecek şekilde sıraya dizilecekler ve sürücünün yaşı ile otomobilin markasına göre gruplaştırılmış bir cemaat olarak adeta son yağ damlasını, imha edilmeyi bekliyor olacaklar, sakalı uzamış yanaklarını sert ve soğuk bileklerine dayamış, cenin pozisyonu almış, soğuk ve karanlık gecede usul usul soluk alarak uyuyan erkekler.

Turid'in karanlıkta, üzerinde gecelik ve ayağında çizmelerle merdivenlerden inip otoparka geleceğine, ön kapıyı açarak yukarı sıcak yatağımıza geri gelmemi rica edeceğine, ama Arvid burada oturamazsın, çok soğuk burası, yukarıya sıcak eve gel, diyeceğine bir kez bile ihtimal vermemiştim. Bunu yapması her şeyi değiştirebilirdi. Ne zaman ki onun aşağı ineceğine hiç ihtimal vermemiş olduğumu ve aslında bunu hiç arzulayıp arzulamadığımı hatırlayamadığımı fark ettim, işte o zaman her şeyin bittiğini anladım.

6 Şubat 2022 Pazar

Lanet Olsun Zaman Nehrine

Benim kim olduğumu bildiğini sanıyordu ama bilmiyordu. Ne 1989'da o kumsalda, ne on beş küsur yıl önce Bergensen'in kafesinde ne de ben komünist olmadan önce. Bana dikkat etmez, başka şeylerle ilgilenirdi. Eve geldiğimde nereden geldiğimi bilmez, evden çıkarken nereye gittiğimi bilmez, nasıl bocaladığımı anlamaz, onsuz on altı, on yedi, on sekiz yaşlarımı, Trondhjemsveien'de, E6 yolunda, Veitvet ve Grorud arasında serseri serseri dolaşmalarımı bilmezdi. Nasıl gidip gelirdim, sağımda gölgeli, ketum, nüfuz edilemez bir boşluk gibi yatan kadın hapishanesinin kalın, tuğla duvarları önünden başlayarak, sonra Kaldbakken'in alçak blokları belirirdi sağda, solda Rødtvet'in yüksek blokları, ta yukarıdaki ormana uzanırlardı, uçsuz bucaksız, derin mi derin ormana, insan içinde kolayca kaybolabilirdi ve isterse sonsuza kadar bulunmazdı.


Bu yürüyüşler sonbahardaydı, kasımda, daima kasımda, akşamüstü, çiseleyen yağmurun ve başımın üzerinden hızla geçen sokak lambalarının altında; öyle hızlı yürürdüm ki lambalar yanıp sönüyor gibi olurdu, bazen nemli havada bir çatırtı sesiyle mavi kıvılcımlar çıkarırlardı ve tam o sırada beynimi kesip içinde ne olduğuna bakılsa, kelimelerin girdaplandığı, düşüncelerin de elektrik akımı gibi kıvılcımlandığı ve mavi mavi parladığı görülürdü belki.

Okulum Østre Aker Vei'deydi, Grorud İstasyonu'nun ve demiryolu işçilerinin, vatmanlar, biletçiler, makinistlerin oturduğu yıldız şeklindeki blokların yanında; ama oraya varmadan Trondhjemsveien kavşağından, futbol kulübünün çim sahasının yanından sağa sapar, kiliseyle mezarlığı geçer, yokuş aşağı zikzak çize çize iner, nihayet Heimdal'dan, böyle akşamlarda genç Hristiyanların toplandığı kırmızı binanın etrafından dönerdim. Ne zaman bu binaya girmeye çalışsam kendi kendimi merdivenin orta yerinden geriye çevirmiştim, inanç eksikliğinden. 

Ama o gün merdivende durup pencereden içeriyi seyretmemiştim, onu çoktan aşmıştım, içerde olmak istemiyordum artık, kendi hayatım kendi ellerimdeydi. Ama tek başına ve dürüst olmak kolay değildi. Tahammül edemiyordum.

Dönemecin etrafından kıvrılıp karanlık sonbahar akşamı tuhaf, hatta uğursuzca yabancı görünen okuluma doğru yürüdüm. Boş bahçeyi geçerken botlarımın sesi iki tarafımdaki duvarlardan yansıyordu ve birden annemin orada olduğunu hissettim. Şaka yapmıyorum, gerçekten oradaydı ve Groruddalen okulunun bahçesinde nemli karanlıkta bana bakıyordu. Akşamın bu saatinde iki taraftaki pencerelerde de hayat emaresi yoktu, birinci kattaki pencerelerin birinden eğilip bana güzel bir şey, işitmek için can attığım insanı sarıp sarmalayan bir söz söyleyen biri yoktu. Annemin ne düşündüğünü biliyordum: Bu çocuk yeterince güçlü mü, kendi kendine ayakta kalmayı başaracak mı yoksa çok mu zayıf? Benim çok zayıf olduğuma inandığını düşünüyordum, karakterimde onu şüpheye düşüren bir şey vardı, sadece onun bildiği bir zayıf nokta, temellerimde bir çatlak; her şeyin elime hazır verildiğini söylemeye çalışıyordu, hayat böyle değil diyordu, böyle olmamalı da. 

- Per Petterson, Lanet Olsun Zaman Nehrine

2 Şubat 2022 Çarşamba

Macbeth'in Trajedisi

Macbeth'in Trajedisi adıyla gösterime giren yeni Macbeth filmi, sinematografi dalında Oscar'ı alır, buna şimdiden kesin gözüyle bakılıyor. (En iyi görüntü yönetimi.) Kaynaklara göre Schindler's List'ten bu yana (1993) hiçbir siyah-beyaz filme bu ödül verilmemiş, demek ki zamanı gelmiş.

Öncelikle hemen belirteyim ki, film dehşet bir şey. Tiyatro gibi, ama değil gibi de; yönetmen Joel Coen'in solo olarak çektiği filmde gerilim teması ön plana çıkıyor. Zaten Coen de bir gerilim filmi tasarladıklarını sözlerini ekliyor.



Siyahi oyuncuları artık alışageldiğimiz bir şekilde beyaz bilinen karakterlerin yerine oynatma furyası bu filmde de devam ediyor. Bildiğiniz üzere siyahilerden bir anlamda özür dileyen Hollywood sineması günah çıkarmaya devam ediyor. (Bu durumun en meşhur örneklerinden birini birkaç yıl önce tiyatro oyunu çekilen Harry Potter devam filmi Lanetli Çocuk'ta görmüştük; Harry'nin saz arkadaşlarından Hermione Granger karakterini siyahi aktris Noma Dumezweni canlandırmıştı.)


Macbeth'e dönelim. Joel Coen, bol Oscarlı hanımı Frances McDormand'ın Lady Macbeth performansını gördükten sonra projeye ikna olmuş. Coen'in Macbeth'inde Macbeth çiftini yaşlı karakterler olarak izliyoruz. Karakterlerin çocuk sahibi olma yaşlarının geçtiğini söyleyen McDormand, olayın bu yönüyle tahtı ele geçirme düşkünlüklerine boyun eğmelerini sağladığını belirtirken, Lady Macbeth'in çocuğunun olmamasının hikâyede çok önemli bir yer tuttuğunu vurguluyor.


Coen, 20. yy'ın başlarındaki Amerikan suç hikâyelerinde yaygın olan bir temanın Shakespeare'in Macbeth oyununda açık açık yazdığı şey olduğu görüyorsunuz diyor, o da cinayeti planlayan bir eş ve cinayeti gerçekleştiren bir koca; Coen burayı özellikle vurgulamanın ilginç olacağını düşünmüş.

Filmde Shakespeare'in oyunundaki dilin %85'i olduğu gibi kullanılmış, bu durum açıkçası normalinden farklı bir film izlediğimizi de film boyunca hissettiriyor. 


Filmde çok önemli bir yer tutan cadılara değinmeden geçmek zaten olmaz. Şahsi görüşüm, sinema tarihinde daha tüyler ürpertici cadı tipleriyle karşılaşmadığım yönünde olacaktır. Filmdeki üç cadı da Kathryn Hunter tarafından canlandırılıyor (zaten diğer ikisinin yüzünü hiç görmüyoruz.) Kathryn Hunter nasıl bir oyunculuk çıkarmış öyle, inanılır gibi değil. Sadece yetenekleri ve becerisi de değil, kostüm ve makyaj tasarımları, bunlara eklenen ses tonu izleyiciyi yerine çiviliyor resmen. 

Açıkçası sırf Denzel Washington Macbeth’e hayat veriyor, Frances McDormand da Lady Macbeth’i canlandırıyor diye filmi izlemeye başladım. İyi ki de izlemişim. Bu iki oyuncunun döktürüyor olmasının yanında fevkalade bir dekor ve atmosfer içinde çekilen film benim için unutulmayacak filmler köşesine şimdiden eklendi. 

1 Şubat 2022 Salı

Bir filmin güzelliği: C'mon C'mon

Johnny rolünde izlediğimiz Joaquin Phoenix'in son filmi C'mon C'mon konusu, oyunculukları ve kurgusuyla beni resmen büyüledi.

Çok çarpıcı bir film arayanlara C'mon C'mon hitap etmeyecektir büyük ihtimalle. Büyük dramlara alışkın Türk izleyicisi için eh işte minvalinde bir film bu. Elbette herkesin etkilenme düzeyi, film hakkındaki görüşü farklı olacaktır, yani beklenilen budur zaten ama yine de genellemelerden kaçamıyoruz. Zira günümüz dünyasında insanlara baktığımızda aynı türden yaşantılar bolca görüyoruz. Bu da beraberinde aynı türden düşünceleri, aynı türden davranışları, aynı türden yorumları getiriyor. 


Neyse, bu konuların sırası değil şimdi. Kendi muzdarip olduğum meseleleri buraya dökmeye gerek yok. Zaten minik blogumu okuyan 30-40 kişi var, onları da sıkmamak adına filmden bahsedeyim.

Johnny bir radyo gazetecisidir. Film, Johnny'nin ülkenin çeşitli yerlerinde çocuklarla yaptığı röportajlarla başlıyor. Sonrasında kız kardeşi Viv (Gabby Hoffmann) eşinin hastaneye yatış işlemleri için evden gitmesi gerektiğinden Johnny'i arıyor ve oğluna bakmasını istiyor. Kız kardeşiyle arasında düzgün bir iletişim olmayan Johnny dayılık yapmayı ve dokuz yaşındaki bir çocukla vakit geçirmeyi bilmiyordur. Ama yine de yardım etmeyi kabul ediyor ve film başlıyor.


Geçmişten bugüne aile bağları yakamızı bırakmaz

Filmin bundan sonra işlenişi benim çok hoşuma gitti. Johnny ve kız kardeşi Viv arasındaki bol telefon konuşmalarına şahit olurken yani bugünün konuşmalarını dinlerken aynı zamanda flashbacklerle geçmişi de görebiliyoruz. Yönetmen Mike Mills en büyük alkışı bence burada hak ediyor. Çünkü izlerken geçmiş ve bugün arasında kafamız hiç karışmıyor. Bu sahneler iki kardeşin neden uzun zamandır görüşmediklerini de açıklamış oluyor. 

Viv'in eşi psikolojik sorunlarla boğuşmaktadır (görünen o ki bipolar bozukluktan muzdariptir) ve hastane bakımı için Viv Oaklan'a gitmek zorundadır. Oğlu Jesse'ye bakıcı aramak için zamanı olmadığından Johnny'den rica ediyor bunu. Jesse akranlarına kayısla biraz farklı bir çocuk: En sevdiği oyun yetim bir çocuk rolüne bürünmek. Bu oyunları dayısı Johnny'yle oynamaya çalışıyor ve bu sırada Jesse'nin geçmişte babasıyla da bu oyunları oynadığını ve baba-oğul çok keyif aldıklarını görüyoruz. Bu arada dokuz yaşındaki Jesse karakterini entegre yetenek Woody Norman'ın canlandırdığını ve genç yeteneğin Joaquin Phoenix'le harika bir uyum içinde olduğunu ekleyelim.



New York, New York

Johnny radyo programı için New York'a gitmek zorundadır, New York ise oraya alışkın olmayan bir çocuk için tehlikelidir. Ancak Jesse bunu sorun etmiyor ve New York'a gitmek için sabırsızlanıyor. Johnny, New York'ta yine birçok çocukla radyo için röportajlar yapıyor, bu sahneler direkt senaryoda olmasa da filme acayip bir derinlik katmış bence. Filmin bizleri sürüklediği hikâye biz izleyenlere birçok farklı dünya ve farklı insan hikâyesi düşündürtüyor. 

Johnny'yle röportajlara katılmayı istemeyen Jesse New York günlerinde dışarıya çıktıklarında dayısının kayıt cihazlarını alarak sokakların, arabaların, insanların, okyanusun seslerini ve en nihayetinde filmin sonuna doğru kendi sesini kayda almayı tercih ediyor. 

Entelektüel Cesaret

Yazının sonuna doğru filmin en sevdiğim kısmını yazayım: Bu filmdeki entelektüel cesarete hayran kaldım. Normalde birçok yönetmen ve yapımcı entelektüellik içeren göndermeleri yersiz ve "zaten tutmayacak" ve insanlar anlamayacak kafasıyla filmlere koymazlar. Ancak bu filmde çocuk yetiştirme stilleri, çocuk eğitimi, çocuğa yaklaşım tarzları inanılmaz bir yer tutuyor. Yanlış görmediysem evdeki bir posterde Rousseau yazıyor. Bu referans boşuna değil, zira Rousseau'nun en bilinen kitaplarından biri Emile ya da Çocuk Eğitimi Üzerine'dir. Belki de bu mesajlar sayesinde filmde Johnny karakterini çocuklarla dünyanın ve insanlığın geleceği hakkında röportajlar yapan bir radyo gazetecisi olarak çizdiler. Film boyunca, istediğimiz kadar kalıplar içinde çocuk yetiştirmeye çalışalım, hiçbirinin faydasının olmadığını, çocukların zaten yeterince açık olan algıları sayesinde birçok şeyi yetişkinler kadar ve belki de onlardan daha fazla kavrayabildiklerini izliyoruz. 


Film boyunca birçok kitaptan alıntı ve bu alıntılarla bezeli sahneler izliyoruz. Yakaladığım bazı kitap alıntıları:

- Jacqueline Rose, Mothers: An Essay on Love and Cruelty
- Andrea Nair, A How -to Guide to Parent- Child Relatinship Repair
- Angela Ann Holloway, The Bipolar Bear Family: When a Parent Has Bipolar Disorder

Çok temiz kayıtları olan, akıcılığı ve gürültüsüzlüğü, saçma sapan tribünlere oynamayan konusu ve akışıyla C'mon C'mon büyük takdirleri hak ediyor. 

Ve son cümle: bla bla bla bla bla tabii ki.