11 Mayıs 2021 Salı

Ne Yapıyorum Evde?

29 Nisan 2021 tarihinden beri tam kapanmadayız, bilindiği üzere. Ben de evdeyim işte, herkes (!) gibi. Diye düşünürken, aslında herkes gibi olmadığımın farkına vardım. Bunun bugün farkına vardım. Çünkü bugün dışarı çıktım, 29 Nisan'dan beri ilk kez. Dışarısı normal bir günden daha kalabalıktı. 

Birkaç arkadaşım "Sen iyi misin yav, herkes dışarıda!" diye mesajlar atmışlardı. Abartıyorlar sanmıştım, abartmıyorlarmış. Gerçekten de dışarısı çok kalabalıktı. Bebek arabaları ve yaşlılar gözüme en çok çarpanlardı. 




"Ne yapıyorsun ki evde?" sorusunu çok sordular bana. Kitap okuyorum, diyordum. İyi de her zaman okuyorsun zaten, dediler. Film izliyorum, dedim. İyi de normalde de çok film izliyorsun zaten, dediler. Yeni bir kitap projesi üzerinde çalışıyorum, yıllar sonra yeni bir kitap fikri beni heyecanlandırdı, dedim. Tamam da, sen hep bir proje üstünde çalışıyorsun zaten, dediler. 

Ben ne dediysem, iyi de - tamam da - anladık da- dediler. 

Ben normalde ne yapıyorsam onları yapmaya devam ettim anlayacağınız. 

Şimdi bunları yazınca yine (!) çok duygusal olduğum düşünülecek, ancak elden ne gelir, yazmak durumundayım: 

Ne yapıyorum evde? Her zaman yaptığım şeyleri daha çok zamanım olduğu için biraz daha fazla yaptım: Gün aşırı kitap bitirdim, film izledim, psikolojik danışma görüşmelerimi yaptım, notlar aldım. Sonra milyonuncu kez kendimi ve hayatımı düşündüm. Geleceğimi düşündüm, ülkemi düşündüm, 'ne olacak bu ülkenin hali' diye sordum, yanıt alamadım. Zira yıllardır yanıt alamıyorum. Ne zaman bu soruyu sorsam boş akbil sesi geliyor kafamdan, ne üzücü! (Aylin Balboa cümlelerine hastayız.) Dert ürettim, evet bildiğiniz kendi kendime dert sahibi oldum, yani gelecekle ilgili endişelerimi artırdım; sonra bu endişelerin ne kadarının gerçek ne kadarının düşünce olduğunu düşündüm. Hepsi sadece birer düşünceden ibaretti. Hiçbiri gerçeklik olan gerçeği yansıtmıyordu. Çok sevdiğim ülkemin ekonomik ve siyasi sorunları karşısında hiçbir şeyi dert edesim yoktu aslında.

Son kitap siparişlerime baktım; henüz başlamadığım kitapları elimde karıştırıp durdum: Juan José Saer, Varlam Şalamov, Andrey Platonov, Hillary L. McBride, Gilles Deleuze, Mario Sabino, Claire Keegan gibi yazarların kitaplarda yazan biyografilerine baktım. Özendim onlara. İnsan bilmediği hayatlara özenip duruyor zaten. Kitaplara baktım, çevirmenler ne büyük emek harcayarak kitapları Türkçeye kazandırıyorlar; yazarlar kim bilir kaç zamanlarını ve emeklerini harcayarak bu eserleri ortaya çıkarıyorlar; belki daha da önemlisi neler neler yaşadılar da oturup yazmak, kendilerine iyi gelmek zorunda kaldılar? Bilemiyorum tabi. Saygı duydum. 

Gilles Deleuze'ün Kritik ve Klinik kitabının (son aldığım kitaplardan biri) arka kapak yazısı dikkatimi çekti, etkilendim:

"Kişi kendi nevrozlarıyla yazmaz. Nevroz, psikoz; bunlar, yaşam geçitleri değil, süreç kesintiye uğradığında, engellendiğinde, tıkandığında içine düşülen durumlardır. Hastalık bir süreç değil, 'Nietszsche örneği'nde olduğu gibi, sürecin durmasıdır. Bu haliyle yazar da hasta değil, daha ziyade hekimdir, kendisinin ve dünyanın doktorudur. Dünya, hastalığın insanla karıştığı semptomlar bütünüdür. Bu durumda, edebiyat bir sağlık girişimi olarak ortaya çıkar."

Kim ne ile uğraşırsa uğraşsın, ortaya bir eser, bir ürün çıkarabiliyorsa eğer, bu bir sağlık girişimidir; bu, kişinin kendine iyi gelmeye çalışmasıdır, düşüncesini kendimce pekiştirmiş oldum. 

Hepsinden sonra bugün iki saat dışarıya çıktım, sonra eve geldim, bu yazıyı yazdım, kendime şunu sordum: Ne yapıyorum evde?

29 Nisan 2021 Perşembe

Son Okuduklarım, Mart-Nisan 2021

Uzun zamandır okuduklarımı kısa kısa paylaşmıyordum, arada aklıma geliyor, kaldığım yerden devam ediyorum.

1) Mehmet Z. Sungur - Belirsizlikle Barışmak, Kaygı ve Endişeyi Yönetmek

Yüksek lisanstan hocam Mehmet Sungur'un Belirsizlikle Barışmak kitabını Mart ayında okuyabildim. Hocayı tanıdıkça, çalıştığı psikoterapinin imkânlarını kendi hayatında nasıl yaşattığını da görme fırsatını elde etmiş oldum. Yazdığı her satıra inanıyor, önerdiği yaklaşımları kendi hayatında uyguluyor. Kaygının kıskacında yaşayan kişilere hararetle öneririm.




Şule Gürbüz'ü Kambur'dan beri bekletiyordum. Mart ayında daha fazla bekletmemek adına Zamanın Farkında'ya daldım gitti. Öyküleri kendi has üslûbuyla okurlara aktarıyor. Hani hit şarkılar vardır, bir de hit olmayan, kendi nabzını tutturabilen şarkılar; Şule Gürbüz'ün kitapları da bence aynen böyle. Hit olmaktan çok uzak, uçsuz bucaksız kelimelerin imkânlarını kullanıyor. 




Bu kitaba aşırı beklentiyle başladım. Yer yer güzel bir anlatımı vardı, ancak Jungcu analist olan yazar metni fazlasıyla Jung'a boğmuş. Psikanalitik metin temeli olmayan okurlar biraz zorlanabilir, iyi bir metin. 




Malumunuz, Jaguar işleri hep iyidir. Prospero Kitaplığı da ilginç metinleri bir araya getiriyor. Ancak bu kitabın tanıtımında kullanılan "Başyapıt" ifadesine katılamadığımı belirtmeliyim. Ana akım dışında edebi okuma yapmak isteyenlere önerebilirim elbette.




Çok ilginç bir dedektiflik öyküsü desem sanırım yanlış bir şey söylemiş olmam. Yazarın anlatım şekline bayıldım. Yüz Kitap'ı seviyor ve işlerini takip ediyorum. 



Siren'i yıllardan beri takip ederim, bir süredir kitaplarını alamıyordum, zinciri Miras'la kırdım, iyi ki de kırmışım. 300 sayfalık kitabı onca işimin arasında bir günde bitirdim. Zaman sıçramalarını sevdim. 





Sanırım Mart-Nisan aylarında şu ana kadar okuduğum en iyi kitaptı Soğuk Deri. İnanılmaz büyüleyici bir öykü. Kitabı resmen elimden bırakamadım. Yine bir günde bitirdiğim bir kitap oldu Soğuk Deri. Böyle bilinmeyen, tanımlanamayan yaratık/canavarların olduğu kitaplar neden çok güzel oluyor. Bayan Caliban, Denizadamı gibi kitapları okuyup sevdiyseniz Soğuk Deri mutlaka alınmalı. Bir fikriniz yoksa hemen alınmalı. Bu kadar iddialı söylüyorum. 

20 Şubat 2021 Cumartesi

Klinik Psikoloji YL (Tezli) kabul aldık, peki şimdi?

Tuna Hocam bu ne biçim soru, artık bir zahmet gidip okuyacaksınız, dediğinizi duyar gibiyim, haklısınız da. Ancak işler o kadar kolay değil. Çünkü 4,5 yıldır çalıştığım okuldan ayrıldım ve bir aksilik olmazsa 22 Şubat Pazartesi günü yeni yerimde işe başlayacağım. Ve yine bir gün bile boşluğum olmayacak. Her gün 10-11 saatlik mesainin yanında yüksek lisansın beraberinde getirdiği sorumluluk ve ödevleri günü gününe yapabilecek miyim, işte bu beni düşündürüyor. 


Başvuru süreci ve bilim sınavından bahsetmem gerekirse, kısaca özetlemeye çalışayım: 

Öncelikle neden Klinik Psikoloji programlarına başvurdum, önceki bir yazımda PDR'nin Klinik Psikoloji için alan dışı olmadığını yazmıştım, okumayanlar için link.

20-21 Bahar döneminde İstanbul Kent, Beykent, Haliç, Arel ve Üsküdar Üniversiteleri'nin Klinik Psikoloji tezli programlarına başvurularımı online sistem üzerinden yaptım. Bir de BAU'nun PDR (Tezli) programına başvurdum.

Üsküdar, en baştan itibaren pandemi nedeniyle bilim sınavı ve mülakat yapmayacağını duyurmuştu. Benim ALES ve lisans ortalamam düşük olduğu için kendime hiç şans vermemiştim, ki öyle de oldu. Üsküdar'ın sayfasında bende sadece "Yerleşemedi" yazıyordu. Bu durum beni bir miktar üzse de enseyi karartmadım çünkü asıl istediğim program İ. Kent'ti ve buranın sınavını bekliyordum. 

(Bu arada merak edenler için ALES-EA puanım: 73, lisans ortalamam 3.16)

Bir süre sonra Haliç'ten de ses çıkmayınca mail attım, dediler ki web sitesinde yayınladık. Açtım baktım, ben tabi ki yine yokum listede, o yüzden mail atmaya gerek görmemişler sanırım :) İnsan başvuran herkese mail atar yahu, mail atmak parayla değil.

Derken Arel bir liste yayınladı, bilim sınavı yapmayacaklarını sadece mülakat yapacaklarına dair de mail attılar. İlk gelen dosyada ne asil listede varım ne de yedek listede. Yavaştan bu işi unutsam iyi olur diye düşünmeye başladım. 

Beykent'ten de haber yoktu, bana mail olarak gelen sistem linkinden başvurumu kontrol ediyordum ama her defasından "onaya gönderildi" yazısı dışında bir şey göremiyordum.

Sonunda İ. Kent bilim sınavı için kullanıcı adı ve şifre gönderdi. Hadi Tuna dedim kendime, muhtemelen BDT soracaklar, eğitimini aldın, yaparsın, dedim. (Kendime gaz vermekte hiç sakınca görmüyorum.)  20 soru, 25 dk denildi. O heyecanla ben sınavı 17 dk'da bitirdim. Çünkü hatırladığım kadarıyla 4-5 tane metakognitif terapi, 2-3 tane cinsel işlev bozukluğu, 2-3 tane psikotik bozukluklar, 1-2 tane davranışçı yaklaşım sorusu vardı. Gerisini inanın hatırlamıyorum. Sınavı yetiştireyim diye hızlı hızlı okuyup işaretledim şıkları. Sınavdan sonra ise neredeyse hiç umudum yoktu. Belki 7-8 soruyu emin olarak işaretlemişimdir ama ne metakognitif terapiyle ne de cinsel işlev bozukluklarıyla ilgili tam bir bilgim vardı. Bir ihtimal 10 doğru-10 yanlış yapmışımdır diye düşünüyordum. Bilmediğim soruları mantık yürüterek yapmaya çalıştım. Sınav sonucu açıklandığında 17-3 yaptığımı ve 85 aldığımı gördüm. Diğer puanlardaki oranlar da listeye dahil edilince 6. yedek olarak açıklandım ve asil listenin kayıt haftasından sonraki haftada aranıp kayda çağrıldım. 18 Şubat tarihinde de program ücretini borç-harç denkleştirerek gidip kayıt yaptırdım. 

Bu arada bunlar olurken Arel bir mail daha attı, bu sefer benim adımın da olduğu 10 kişilik bir mülakat listesi daha açıklandı. Nasıl ve neden oldu bilmiyorum, bana belirtilen tarih ve saatte online olarak linke girdim ve mülakata katıldım. Ancak şunu söylemeliyim ki, mülakatta hiç rahat edemedim. Girdiğim canlı yayın odasında kaç kişi vardı bilmiyorum ama bir tane erkek hocayı görebiliyordum sadece, oldukça soğuk bakışları ve davranışları tuhafıma gitti. 10 dk mülakat mı olur diye düşünüyorum, diğer taraftan da bu insanlar Klinik Psikolog değil mi, neden bu kadar soğuk bir ortam var diye merak ediyorum. Neyse uzatmayayım, çok tutuktum mülakat sırasında ve iyi geçmediğini anlamıştım. Sonuçlar açıklandığında 10. yedek olduğumu gördüm. (Kent'ten kabul aldığım için artık umursamadım bu durumu.) 

Derken Arel'in Klinik Psikoloji kabulleriyle ilgili bu sabah twitter'da yazışmalar gördüm, birtakım spekülasyonlar var, merak edenler için linkini buraya bırakıyorum. Oldukça şaşırtıcı bilgiler var burada, Arel'in yapacağı (yaparlarsa yani) açıklamayı şimdiden çok merak ediyorum. Klinik Psikoloji doktorası yaptıktan sonra yüksek lisansa gelmek de ne bileyim, tam tersi olması gerekmiyor mu? 

Bu arada 19 Şubat tarihinde BAU-PDR'den de kabul aldığımı öğrendim. Kendilerine teşekkür eder, hoca ve öğrencilerine başarılar dilerim.

Peki İ. Kent'teki tezli program nasıl bir yerdir? Ben de bunu yeni öğreniyorum bugünlerde. Ancak programa başvurmadan önce alanı takip eden herkes gibi Mehmet Zihni Sungur'un bu programda olduğunu biliyordum. 2 yıl önce Ebru Şalcıoğlu'ndan BDT eğitimi aldığım için yüksek programı ararken ilk kriterim zaten BDT yönelimli bir program olmasıydı. Bir de Mehmet Hoca'nın olması sanırım tadından yenmez hale getiriyor Kent'i. 

Kent'e başvurmadan önce web sitelerinde tezli programın dersleri yazıyordu (nedense şimdi kaldırılmış), ders programı beni oldukça memnun etmişti. Şimdi Youtube'da hem Mehmet Hoca'nın hem de Anıl Hoca'nın videoları var, bu videoları da izlemiştim ve programa olan güvenim daha da artmıştı. Video linklerini sırasıyla bırakıyorum: Mehmet Zihni Sungur ve Anıl Gündüz

Sevgiler,

Tuna

7 Şubat 2021 Pazar

Krizdeki Eğitim Sektörü, Durdurulan İşe Alımlar, Yatırılmayan Maaşlar

Başlığı görünce "Bu ülkede eğitim ne zaman krizde olmadı ki?" diye sorgulayabilirsiniz, haklısınız da. Eğitim, adalet, sağlık, ekonomi bu ülkede hep bir kriz halindedir. Geçmişimizde ve bugünümüzde yaşanan sayılamayacak kadar çok aksaklıklar yarınımızın da belirleyicisi olacaktır, tıpkı bu zamana kadar olduğu gibi.

Malumum ilâmı: 16 Mart 2020 Pazartesi gününden itibaren eğitim kurumlarının faaliyetlerine ara verilmişti. O günden beri yokuş aşağı gitmeye devam ediyoruz. Geleceğe karşı belirsizlik çoğu kişide toleranssızlığı, sabırsızlığı beraberinde getirdi. Birçok öğrenci Mart 2020'deki online eğitim fikrini benimseyemedi. Özellikle lise grubu öğrencilerinin çok çabuk uyum sağlayacaklarını düşünürken (ilk günlerde ben görüşmelerimi Skype üzerinden yapmaya başladım) tam tersi oldu. Yani öğretmenler hemen uyum sağlarken (Zoom, Meet vs.) öğrenciler bir türlü online sisteme entegre olamadı. Bir anda kurulan Whatsapp grupları; hocaların girdikleri sınıflara eklenmeleri, velilerle kurulan ayrı gruplar, okul idaresi, okul zümre başkanları, bağlı bulunduğunuz zincir kurumun 3-4 farklı grubu derken onlarca grubun arasında boğulduk. Ve şimdi o ilk boğulmanın ardından tam 1 yıl geçti, ne değişti? Neredeyse hiçbir şey!

Kriz hâlâ devam ediyor, üstelik daha da yayılarak. Ülkenin siyasi ve bürokratik gündemine hiç değinmeyeceğim bile. Ancak eğitim sektörünü konuşmaya çok ihtiyacımız var. Neler oluyor şu an sektörde? Ben kendi gördüklerimi yazarken umarım bu yazıyı okuyan sizler de deneyimlerinizi yorumlarda paylaşırsınız.

2021 Şubat ayındayız. Okulların parası bitmek üzere. Hatta çoğu okulun bitti bile. Kış dönemleri böyledir; kasa boşalır, bu yüzden onlarca bursluluk sınavı / okula kabul sınavı diye reklam görürüz. Ocak-Şubat-Mart aylarında hızlı finansmanla kayıtlar bir şekilde alınmalıdır, ki okul ayakta kalabilsin. Kayıtlar Nisan-Mayıs aylarında da devam eder, bu aylarda alınan kayıtlar okulun çoğunlukla kârı olur ve Mayıs-Haziran aylarında "Kontenjanımız dolmak üzere" reklamları görülmeye başlanır. Peki şimdiki durumda okullar ne alemde?

Yıllardır çalışma hayatına devam edip, binlerce öğrenci mezun vermiş, ailelere güven veren kurumlar her zamanki planlarına göre devam ediyorlar. Bu kurumların sayılarının çok az olduğunu bilmem söylememe gerek var mı? Sayıca fazla olan okullar ise paniklemiş durumda. Erken kayıt avantajları ile 2021-2022 dönemine kayıt alıp ödemeleri başlatmak zorundalar. Bu noktada veliler de diyor ki; önümüzdeki yıla daha çok var, henüz almadığım bir hizmetin ücretini neden şimdiden ödemeye başlayayım? Velilere ne yazık ki şunu söyleyemiyoruz; Çünkü öğretmenlerimize 2 aydır maaş veremiyoruz, bu yüzden ödemeye başlarsanız çok mutlu oluruz. (Böyle bir şey profesyonel olmayacağı için velilere söylenmez elbette ama öğretmenlere 2 aydır maaş ödemesi yapmamak profesyonelliktir!) Her neyse, biri kalkıp veliye bunu söylese bile alınacak tepki muhtemelen şu olacaktır: "İyi de bundan bana ne!" 

Geçen hafta özel bir okulun yöneticilerinden biriyle görüşüyorum, bu okul öğretmenlerine maaş ödemesi yapmakta çok zorlanıyor ve yeni ilanlara çıkmışlar. "Hocam" dedim, "sizin okuldaki öğretmenlerin maaş problemi varken nasıl ilana çıkarsınız?" Tabi ki ilk aklıma gelen maaşlar geciktiği için istifa edenler olduğu yönündeydi. Hayır, istifa eden yoktu. Hatta olamazdı da. Nasıl yani? "Kıdemli hocaların zaten özel sektör piyasası var, sigortaları yatsın, yeri yurdu belli olsun diye burada devam ediyorlar; gecikmeli maaşlar onlar için çok da sorun olmuyor. Genç öğretmenler ise piyasayı bilmiyorlar, çevreleri yok, korkaklar, bırakıp gidemezler." Bunları duyunca şaşırdım elbette, ancak şaşkınlığım bunlarla sınırlı kalmadı. Bu kuruma görüşmeye giden öğretmenler ve idareciler de şu an çalıştıkları kurumlarda zaten maaş alamadıklarını, bir senedir kısa çalışma ödeneği aldıklarını söylüyorlarmış. "Yani Tuna Hocam, sadece biz değil piyasada kimse maaş veremiyor ki."

Evet, doğru okudunuz. Beni çok şaşırtan bir söylem bu. Zaten işe alımlar durdurulmuşken siz ilana çıkıyorsunuz ve o ilana başvuran adaylar "bir umut kapısı" size geliyor, ancak size gelse bile maaş alamayacağını bilmiyor. Bu, insanları çaresizliğin dibine sürüklemek değil de nedir?

Özel Okullar Derneği'nin verilerine göre 2020'de 900'e yakın özel okul kapanmış, yeni açılanlarla beraber kayıp 650 civarı olarak belirtilmiş. 300 bin öğrenci durumdan etkilenerek özel okul sisteminden çıkmış. (Bu da istihdamı düşürdü.) MEB dahi 2020 KPSS sonrası öğretmen ataması henüz yapmadı. Yeni mezunlardan KPSS puanı iyi olanlar atama bekliyor, şu an evde oturuyor, geri kalanlar sürekli iş arıyor ya da KPSS'ye çalışmadıkları için kendilerine kızıyorlar. Bir kısmı da 2021 KPSS'ye hazırlanıyor. "Kafayı çizdim, sıyırdım, gözü kararttım" motivasyonuyla KPSS'ye hazırlananları bizzat gördüm. 

LinkedIn'de o kadar çok iş arayan görüyoruz ki bu durum artık kontrol altına alınamaz gibi geliyor bana. Birçok yeni mezun kendi işini yapmak istiyor gördüğüm kadarıyla. "X lisans eğitimi aldım, işimi yapmak istiyorum" cümlesini görmeyen yoktur. Tamam buna saygı duyuyorum ancak artık günümüzde maaşı çok düşük değilse iş ayırmanın pek bir anlamı kalmadı. Elbette kimse kendini de emeğini de yedirmesin! Kendimizi sürekli geliştirmek zorundayız. Kişisel gelişim kitapları okuyarak, video izleyerek gelişemediğimize göre kalkıp hareket edeceğiz. Kalkıp hareket etme noktasında çok sıkıntı görüyorum. Kolay yoldan para kazanmak daha cazip geliyor bazılarına. Tamam siz nasıl isterseniz öyle olsun. Ancak emek harcayarak bir yere gelmek zorunda olan çoğunluk yabancı dil bilgisinden kişilerarası iletişime, dijital gelişmelerden basit düzeyde bile olsa kod yazmaya, yaratıcılıktan esnekliğe kadar kendini sürekli ileriye götürmelidir. 13 yıldır çalışma hayatında biri olarak diyebilirim ki, eğitim sektörü dışında çok fazla iş ilanı var, aramaları oraya da kaydırın biraz, zararını görmezsiniz. (Özellikle benim gibi PDR mezunları biraz daha şanslı açıkçası. Herhangi bir kariyer-iş ilanı sitesinde Eğitim Uzmanı diye arama yaptırırsanız ne demek istediğimi anlayacaksınız.)

Her şey gönlünüzce olsun.

PS: Özel mesaj ya da maille gerek LinkedIn'de eleştirel gönderiler hazırlamaktan gerekse burada eleştirel yazılar kaleme almaktan korkup korkmadığım soruluyor. Açıkçası korkudan titremiyorum elbette, ancak yine de bir tedirginlik olmuyor değil. Ben de maaşlı-sigortalı çalışan biriyim en nihayetinde. Günün sonunda ise yazıyı yazıp yayımlamaya karar veriyorum; çünkü eğer bir gün bana haksızlık edilecekse, işimden olacaksam kendi inandığım doğruları söyleyip yazdığım için olsun bu. 

Bu yazıyla ilgili görüşlerini yorumlara yazmaktan kaçınanlar tunabaharr@gmail.com adresine yazabilirler. Umarım okuduğunuza demiştir. Sevgiler. 

30 Ocak 2021 Cumartesi

PDR vs Psikoloji kavgasında asıl neden: Klinik Psikoloji

Merhaba, uzun zamandır devam eden Klinik Psikolog kimdir, kimler Klinik Psikoloji yüksek lisansı ve doktorası yapabilir tartışmaları devam ediyor. Sağduyulu açıklamalar ve yorumlar yapılabildiği gibi (hem Psikologlardan, hem Psikolojik Danışmanlardan hem de Psikiyatristlerden) oldukça yararsız ve içi boş yorumlar ve saldırılar da yapılabiliyor. (Yine aynı meslek mensuplarından.) Ben de bu yazıda kendimce, dilim döndüğünce sağduyulu bir şekilde anlatmaya çalışacağım durumu. Çünkü dünyada başka örneği olmayan bu kavga artık herkesin canını sıkıyor.


Derslerden başlayalım. Bu yazıyı okuyorsanız bu zamana kadar birçok yazı okumuş/video izlemiş/tartışmalara tanık olmuş, PDR ve Psikoloji bölümlerinin derslerini ezberlemişsinizdir. O yüzden tek tek ders karşılaştırması yapmayacağım, ancak PDR lisans müfredatına bakan herkesin "bunlar sadece öğretmen olabilir yea" cümlesini artık kuramayacağını düşünüyorum. Hâlâ kurabiliyorsa kendisine hayatta başarılar diliyorum! Yine de benim okuduğum lisans programı olan İstanbul Kültür Üniversitesi PDR programının ders planını buraya bırakıyorum.

Diğer bir konu "yetkinlik." (Ben zaten unvan kullanımından ziyade yetkinlik konusunda biraz değinmek istiyorum.) Özellikle twitter'da denk geldiğim seviyesiz tartışmalarda Psikoloji lisans öğrencileri ve mezunlarının PDR'yi Klinik Psikoloji için yetkin olmamakla suçladıklarını bolca gördüm. Ne tuhaf. Psikolojik Danışma'yla ilgili onca ders ve temel düzeyde süpervizyon al, daha lisans 4. sınıfta danışan gör, sonra da yetkin olmamakla suçlan. Bu cidden epey tuhaf bir durum. (Hatta bazı tartışmalarda PDR'deki Davranış Bozuklukları dersinin Psikopatoloji olmadığını yazanlar bile var. Gerçekten bunu yazan birileri var.)

Psikoloji lisansın Türkiye'deki bazı açmazları: 2020 yılı itibarıyla Psikoloji lisans kontenjanı (Devlet-Vakıf-Kıbrıs) 10.226'dır. PDR kontenjanı ise 6.299'dur. (Kaynak) (2021 yılı itibarıyla Psikoloji lisans kontenjanı 11.545'e yükselirken, PDR lisans kontenjanı 6.030'a düştü.) Psikoloji lisans mezunlarındaki çok ciddi sayı artışı bölüm öğrencilerini ve mezunlarını kariyer anlamında çok büyük endişelere sevk etmektedir. (Ki aynı şey PDR için de geçerlidir.) Bu yüzden Psikoloji lisans mezunları psikoloji yüksek lisans programlarının, özellikle de kavgaya asıl neden olan Klinik Psikoloji'nin sadece kendilerine ait olduğunu iddia etmektedirler. Elbette her ne kadar yetkinlik, ders programı yetersizliği, vakıf okullarının ticarileşmesi gibi bir sürü suçlamaya yönelmiş olsalar da Klinik Psikoloji YL'sinin sadece kendilerine ait olduğunu bu kadar savunmaları, twitter'dan kampanya başlatıp okulları tek tek başvuru koşullarını değiştirmeye davet etmelerinin tek bir nedeni vardır: Politika!

Bu ülkede en umulmadık alanların dahi altından siyaset çıkar. (Burada particilikten söz etmediğini anlamışsınızdır diye düşünüyorum. Tutumun politize edilmesi diyebilirim.) Psikoloji lisans öğrenci ve mezunları ister farkında olsunlar ister olmasınlar tamamen politize nedenlerle Klinik Psikoloji alanında tek olmayı istemektedirler. 

Bir diğeri "PDR psikoterapi yapamaz." Açıkçası yine ruh sağlığı yasasının olmamasıyla entegre bir sorun bu da. Şöyle; PDR bir önleyici-koruyucu ruh sağlığı alanıdır. Psikolojik danışma yapmak asıl amaçtır. Bireyle ya da grupla psikolojik danışma yapmak demek danışanda psikiyatrik bir tanı olmaması demektir. Günlük sorunlar, kısa vadeli stresli yaşam olayları vs. zaten hali hazırda sağlıklı olan kişilerle sürdürülen ruh sağlığı danışmasıdır. Bu açıdan bakınca PDR psikoterapi yapmaz diyebiliriz. Ancak bir de uzun yıllar süren, ciddi psikoterapi eğitimleri ve süpervizyonları alan PDR mezunları vardır, onlar da psikoterapi yapamaz mı? 

Örnekleyelim:

1) Alper Şahin, Boğaziçi PDR lisans-YL-doktora mezunu. Uzun yıllar TEVİTÖL'de ve Robert Lisesi'nde PDR Zümre Başkanlığı yaptı ve yine uzun yıllardır İstanbul Psikanaliz Derneği'ne bağlı çalışan bir Psikanalisttir kendisi. (Psikanalistlerle Çocuk ve Ergen Söyleşileri)

2) Ayşegül Salgın, İstanbul PDR mezunu, uzun yıllardır Acıbadem Hastaneleri'nde Pedagog olarak çalışıyor ve yine uzun yıllardır İstanbul Psikanaliz Derneği'ne bağlı Psikanalist olarak çalışıyor. Aynı zamanda Uluslararası Psikanaliz Derneği tarafından Funda Akkapulu'yla beraber Türkiye'nin ilk çocuk ve ergen psikanalisti olmuştur. 

Şimdi denilebilir ki, biz Psikanalist olamazlar demedik, Klinik Psikolog olamazlar, Psikolog unvanını kullanamazlar dedik. Kişi alanında gerekli eğitimleri ve süpervizyonu aldıktan sonra niye Psikolog unvanını kullanmak istesin ki? Aslında daha tehlikeli bir durum var, o da iki saat teorik eğitim ya da süpervizyon alanların kendini Psikoterapist olarak tanıtmasıdır; özellikle Psikoloji mezunlarında ve tezli/tezsiz Klinik Psikoloji yüksek lisansı yapanlarda (ya da Genel Psikoloji/Uygulamalı Psikoloji) bu Psikoterapist kullanımının yaygın olduğunu biliyoruz. (Elbette bu yaygınlık herkesin istediği unvanı kullanmasını meşrulaştırmaz! Akredite eğitimleri olmamalarına rağmen.)

Ben 13 yıldır çeşitli eğitim kurumlarında Rehber Öğretmen olarak çalışıyorum, ikinci lisansım PDR Haziran 2020'de bittiği için kendime artık Psikolojik Danışman da diyebiliyorum. (Edit: Şimdi de ülkede Psikolojik Danışman diye bir meslek ve bölüm olmadığını, psikolojik danışma yapma yetkimizin olmadığını iddia etmeye başlayanlar var!) 2008 yılından beri de üniversite tercih danışması yapıyorum. Psikoloji bölümüne gitmek isteyenlerde unvan takıntısını çok gördüm ne yazık ki. Yani Psikoloji lisans mezunu dışında kimse Psikolog unvanını kullanamaz deniliyor ya, zaten kendileri çıkardılar bunu, yoksa birkaç tane/birkaç yüz tane? (tam sayıyı bilmiyorum) PDR lisans + Klinik Psikoloji YL'si yapıp kendine Klinik Psikolog diyen kişi için bu kadar yaygara koparılmaz. (Bu arada kimdir Klinik Psikolog: Psikoloji veya PDR lisans üstüne Klinik Psikoloji yüksek lisansı yapandır. Kaynak) (Edit: Kaynak olarak belirtilen yasayı da "ucube yasa" olarak tanımlıyorlar artık. Tamam yasa değişsin, PDR mezunları Klinik Psikolog unvanını kullanmasın, ancak Klinik Psikoloji yüksek lisans eğitimi için yeterli oldukları da bilinsin isterim. )

Yine Psikoloji lisans dışından bir örnek verelim: Nilüfer Erdem. Nilüfer Erdem'i (Güngörmüş) Metis Yayınları'nın Ötekini Dinlemek dizisi için yaptığı Bion ve Lacan çevirilerinden tanıyanlar vardır. 

Nilüfer Hanım aynı zamanda Psike İstanbul'a bağlı çalışan bir Psikanalist. Lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi-İngiliz Dili ve Edebiyatı'nda tamamlıyor, yıllar sonra arayışı kendisini İstanbul Bilgi Üniversitesi-Klinik Psikoloji yüksek lisans programına getiriyor. Nilüfer Hanım'ın Klinik Psikolog unvanını kullandığını ben henüz görmedim; kendisi yazar, senarist, çevirmen, psikanalist. Ancak neyi öğrenebiliyoruz buradan; nadir de olsa Psikoloji ve PDR lisansı dışından gelip Klinik Psikoloji yüksek lisansı yapılabiliyormuş, hatta Nilüfer Hanım örneğinde iyi ki de yapılabiliyormuş diyorum ben. (Spotify: Nereden Başlasam? Psikanaliz, konuk Nilüfer Erdem.)

*Edit 1: İstanbul Bilgi Üniversitesi-Psikoloji lisans mezunu Can Gezgör, Nilüfer Erdem'in aynı üniversitede Psikoloji lisans programını tamamladıktan sonra yüksek lisans yaptığını belirtti. Ben yazıyı kaleme alırken bu bilgiden mahrumdum, bu vesileyle eklemiş olalım. 

*Edit 2: O zaman şu soru akıllara gelebilir: İstanbul Bilgi Üniversitesi diğer lisans programlarından başvuru alıyor mu? Evet, alıyor. Programın "Sık Sorulan Sorular" sayfasının linkini paylaşıyorum, buraya tıklayarak okuyabilirsiniz. (Oldukça kısıtlı bir alım olabileceğini vurguluyorlar.) Hatta bu programa daha önceden kayıt yaptırmış öğrenci ve mezunlar hakkında daha detaylı bilgilere şu linkten ulaşabilirsiniz.

Yani şimdi diyeceksiniz ki, kardeşim o zaman sen Psikoloji ve PDR lisansı dışında da Klinik Psikoloji yüksek lisansı yapılabilmesine destek veriyorsun? 

Evet, destek veriyorum. Başvuru sırasında zaten bilim sınavı ve mülakat süreçleri bütün adayları bekliyor. Bir kişi alan dışından gelip Klinik Psikoloji bilim sınavı ve mülakatında alan içi mezunlarını geçebiliyorsa zaten helal olsun ve programa alınsın. Zaten çok ama çok kısıtlı bir alımdan bahsediyoruz burada. (Bu konuyla ilgili 2020 yazında Hakan Türkçapar linç yemişti. Kaynak.)

Yine edit: Bu konuyla alakalı olarak bir başka psikiyatrist Alper Hasanoğlu da Twitter'da lince uğradı. Merak edenler buraya bakabilir.)

Hatta bir örnek daha verelim: 

Psikoloji, Klinik Psikoloji alanlarında çok sevilen bir akademisyen: Ayten Zara. Malumunuz, alandan olup da Ayten Hocayı ve psikolojik travma çalışmalarını duymayan yoktur. İstanbul Bilgi Üniversitesi-Psikoloji bölümünde 2000 yılından bu yana tam zamanlı öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. PDR lisans mezunu olan Doç. Dr. Ayten Zara yüksek lisansını İngiltere'de Danışmanlık Psikolojisi, doktorasını yine İngiltere'de Klinik Psikoloji alanında yapmıştır. 

Yavaştan bitirebilim artık. Bu yazıyı hızlıca, biraz da çalakalem yazmamın sebebi (sonradan editler eklemek durumunda kalmış olsam da); Psikoloji lisans öğrenci ve mezunlarının PDR'yi alan dışı diye yaftalaması ve Klinik Psikoloji yüksek lisans programı için yetkin olmamakla suçlaması'dır.. Elimden geldiğinde sağduyulu bir açıklama yapmaya çalıştım. Ancak üzülerek söylüyorum ki, hiç de yetkin olmayan lisans öğrencilerinin tartışmaları bu kadar gündeme oturmamalıydı, Psikoloji ve PDR öğretim üyeleri ve dernek başkanları bu kadar olaya karışmamalıydı. Şimdi öğretim üyelerine, dernek yönetim kurullarına düşen görev hakkaniyetli bir şekilde ruh sağlığı yasası için birlikte çalışmak olmalıdır. Psikologlar kendi yasaları için uğraşıyorlar, bakın ne güzel mesela. Ancak bu Psikolog yasası diğer ruh sağlığı çalışanlarının negatif etkilenmesine neden olmamalıdır. 

Bu yazıyla ilgili görüş belirtmek isteyenler bana tunabaharr@gmail.com adresinden ulaşabilirler. Umarım okuduğunuza değmiştir. Sevgiler.