klinik psikoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
klinik psikoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Temmuz 2022 Pazar

Şu "Depresyon" Meselesi

Depresyon, mental bozukluklar içerisinde sadece ülkemizde değil tüm dünyada en çok görülen hastalıklardan biridir. Evet, depresyon tıbbi bir hastalıktır. Romantizme edilemez. Özenilecek bir yanı yoktur. Kişilerin depresif modunun açık olduğu günler veya saatler olabilir. Tıbbi anlamda depresyon diyebilmek için başka kriterlerin de karşılanması gerekir. 


İnsanın başına gelen olaylar veya durumlar karşısında hemen herkeste görülebilen üzüntü duygusundan farklı bir tepkidir depresyon. Bazen depresyonun kendiliğinden sonlandığı da olur. Ancak kendi kendine sonlanmasını beklemek durumu kronikleştirebilir. Bu yüzden çevremizden "kendiliğinden geçer", "senin bir şeyin yok, kendi kendine yapıyorsun bunu", "çok eve kapandın dışarı çık biraz" gibi cümleler duyduğumuz olur. Böyle bir yaklaşım depresyonda olan kişi için hem daha üzücü olur hem de "anlaşılmıyorum" tepkisinin gelişmesine neden olur ve kişi daha da içine kapanır, bir şey anlatmayı da bırakır. Bu tür durumlar ruh sağlığı uzmanlarının en istemediği durumlardır, çünkü o kişi sonrasında tedaviye geldiğinde işler artık oldukça güçleşmiştir.

Depresyon için tek bir neden belirleyebilmek oldukça zordur. Değerlendirme görüşmesinde odaklandığımız konular tetiklenmelerin nasıl olduğudur. Yani kişiyi depresyona götüren yolda birçok etkenin etkileşim içerisinde olduğunu varsayarız ve bunları bulmaya çalışırız, tek bir nedene bağlamaya çalışmayız. Kişinin yaşamını dönemlere ayırarak bir bütün ifade edebilecek başlangıç hipotezine ulaşmaya çalışırız. 

Genetik geçişler depresyonda önemli midir? Evet, önemlidir. Ancak yukarıda değindiğim gibi depresyon sadece genetik geçişlerle, kişinin beyninde meydana gelen biyokimyasal değişimlerle açıklanamaz; kişinin yaşam alanları kesinlikle etkilenmiştir, yaşam alanlarında baş edemediği durumları tek tek anlayıp bunlara formülasyonumuzda yer veririz. Kişinin kişilik yapısı, iş çevresi, sosyal çevresi, özel hayatı ve bu alanlardaki işlevsizlikler/bozulmalar kişiye nasıl bir tedavi verileceğinin planlanmasında çok önemlidir.

Depresyonda sıklıkla gözden kaçırılan bir durum da kişinin düşünme şeklidir; düşünceleriyle ne yaptığı, düşüncelerine ne tepkiler verdiğidir. Kişi kendi idrak etme hallerini, olayları ve durumları nasıl algıladığını ve bunlara hangi tepkileri verdiğinde depresyon yaşadığını belirlemeye başladığında düşünme şeklinde değişimler yaratmaya evriliyor, düzenli bir terapi süreciyle de bir zaman sonra gerçekten bilişsel ve davranışsal değişimler o kişinin hayatında kalıcı olmaya başlıyor. 

Belli şartlar altında herkes depresyona girebilir. Bu şartların oluşmasını engellemek, kişilerin idraklerinde bir değişime gitmesi demektir, bu da fark yaratır. Kısacası kişiler Risk Yönetimi yaptığında depresyonu ortadan kaldıracak süreç de başlamış olur. Genelde bizim gibi duygu ve düşüncelerini istediği gibi ifade edemeyen toplumlarda "içine atan" insan sayısının fazla olduğunu görüyoruz. Risk Yönetimi yapmayıp içine kapanmaya başlayan kişilerin depresyona yatkın olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Bu tek başına depresyona neden olamaz, ancak depsreyonun oluşmasında önemli bir etkendir. 

Kişilerin Risk Yönetimi yapmasını ben çok önemli buluyorum. Çünkü bizim ülkemizde genelde Kriz Yönetimi yapılmaya çalışılıyor. Yani olaylar olduktan sonra hemen ve acilen ruh sağlığı uzmanlarından çözümler üretmeleri bekleniyor. Önleyici ve koruyucu ruh sağlığı kavramı da tam olarak burada devreye giriyor. 21. yüzyılda çoğu insan artık ruh sağlığı uzmanlarına daha çok başvurur oldu. Daha 10-15 yıl öncesine kadar başvuru sayıları daha azdı. Başvurular şimdi (pandeminin de etkisiyle) çok arttı, ancak bu sefer de karşımıza oturan kişilerin çok zor durumda olduklarını, sarsıcı bir krizin içinde olduklarını, yaşam alanlarının inanılmaz etkilendiğini görebiliyoruz. Ruh sağlığı uzmanlarına başvurmak için hasta olmayı beklemeyin

Neler yapılabilir? 

İnternetten bulabileceğiniz sağlık kuruluşlarının güvenilir yazılarını okuyabilirsiniz. Depresyon tanı kriterlerini kendinizde sorgulayabilirsiniz. Yine hemen bulabileceğiniz Beck Depresyon Ölçeği'ni doldurabilir, yönergede belirtildiği şekilde puanınızı hesaplayabilir, skalanın neresinde durduğunuzu öğrenebilirsiniz. (Puanınız beklediğinizden yüksek çıkarsa endişe etmeyin, bu ölçeklerin yanılma payları vardır, önemli olan sizin kendinizi nasıl hissettiğinizdir. Ne kadar işlevsel bir şekilde düşünce ve davranışa odaklanabildiğinizdir.) 

Son zamanlarda kendinizde fazladan bir yorgunluk, kronikleşmeye yüz tutan ağrılar, gerginlik, endişeli düşünceler vs. görüyorsanız yukarıda dediğim gibi Risk Yönetiminizi yapmaya başlayın ve hastalanmayı beklemeyin. Ancak klinik tablonuz daha ağırsa mutlaka öncelikle bir psikiyatriste başvurun. Hekim olan psikiyatrislerin kapsayıcı ruhsal durum muayeneleri sonucunda tanı alabilirsiniz. Diğer bütün fiziksel hastalıklar elendikten sonra psikiyatrik tanı konulabilir, bunu da sadece hekimler yapabilir, bunu unutmayın. 

Ağır klinik tablonuz yoksa ancak yaşam alanlarınızın etkilenmeye başladığını fark ediyorsanız bir ruh sağlığı uzmanı aramaya başlamanız yerinde olur. 

Depresyonla ilgili olarak genel bilgiler vermeye çalıştığım bu yazı umarım okuduğunuza değmiştir, sevgilerimle.

Tuna

10 Nisan 2022 Pazar

Neden iyi olamıyorum?

Neden iyi olamıyorum? 

İyilik hâli dediğimiz kavram oldukça geniş bir kümeyi kapsıyor. Genel kullanımda iyilik hâlini; sağlık, mutluluk, rahatlık, huzur, ekonomik esenlik bağlamında yeterli standartlara ulaşmak ve bunu korumak anlamında algılıyorum ben. 

“Yeterli standartlar” kavramını önemsiyorum. Çünkü yettiğinden fazlasını talep ettiğimizde çoğu zaman fizyolojik ya da psikolojik (ya da ikisi birden) hastalanmaya başlıyoruz.


Psikoterapide sıklıkla "yeterince iyi" olmanın öneminden bahsederiz. (Winnicott'a selam olsun.) Yeterince iyi olmak varken neden mükemmeli istiyoruz? Ayrıca kime göre, neye göre mükemmelliği elde edeceğimizi sanıyoruz? İyilik hâlini mükemmelliyetçilikle bağlamaya çalışayım.

Farkında olmadan mükemmelliyetçi bir yapıya bürünmüş olabilir misiniz? 

Mükemmelliyetçilik, kişinin kendisine bile bile zarar vermesidir, çünkü gerçekçi değildir. Kişinin aşırı yüksek beklentiler içine girdiği bilişsel bir yapıdır. Bu yapıda kişi, hem en yüksek düzeye erişmeye çalışır hem de bu çalışmaları sırasında asla hata yapmaması gerektiğine inanır. Bir anlamda kişinin asla ulaşamayacağı bir konum için kendisini çaresizce parçalamasıdır. 

Bir mükemmelliyetçinin kendine zarar verdiğini nasıl anlarız? En yüksek hedefleri belirleyip asla hata yapmaması sonucunda sürekli takdir göreceğini düşünüyorsa bunu ilk belirti olarak kabul edebiliriz. Devamında da o beklenilen takdiri görememenin yarattığı hayal kırıklığı, umutsuzluk, çevreyi suçlama, nihayetinde de delicesine arzu ettiği sevilmekten, kabul görmekten mahrum kalma durumu yaşanıyorsa o kişi mükemmelliyetçidir diyebiliriz.

Başarılı, huzurlu, sağlıklı, mutlu bir hayat için iyi olanı yapmak adına atılan adımların inada binmesinde ne gibi bir zarar olabilir, sorusu aklımıza gelebilir. Bu saydıklarım kötü/olumsuz değildir zaten; ancak iyi olanı yapmakla, mükemmelliyetçi olmak arasında dağlar kadar fark vardır. Olaylar burada düğümlenmeye başlar. Düğümlenir, çünkü bir mükemmelliyetçi bütün çabalarının sonucunda rahat bir uykuya dalamaz, insanlara güvenemez, sürekli aklını kemiren şüpheci düşünceleri vardır; sonunda da kaygının karanlık gölgesinde kaybolmaya başlar. Artık sürekli tetiktedir. 

Kişiler “yeterli iyilik hâli” yerine kendilerine yönelik, diğer insanlara yönelik ve çevresine yönelik farklı mükemmelliyetçi tutumlar geliştirebilirler. Kendine yönelik türde kişinin, kendisine acımasız olduğunu görürüz. Kitaplarda okuduğumuz, filmlerde gördüğümüz "en zalim" karakterlerden bile daha zalim olabiliriz kendimize. Gerçeklikten koparılmış yüksek beklentiler, kişinin ilgisini uyuma yönelik olmayan biliş ve davranış kalıplarına sokar: Kendisinden hata beklemediği için kendini inanılmaz bir şekilde suçlar. Diğer insanlara yönelik türünde kişi, kendisi için belirlediği kriterlere başkalarının da harfiyen uymasını bekler. Başkalarının yaptığı işleri beğenmez, sürekli hata ve kusur bulur; hele de bir başkasına asla bir işi emanet etmez, delegasyon yönleri yok denecek kadar zayıftır. Sosyal bağlamda çevreye yönelik türde ise şunu net görürüz: “Bu belirlediğim aşırı yüksek hedefleri gerçekleştirmemi herkes benden bekliyor. Bunları yapamazsam herkese rezil olurum/herkesin gözünde küçük düşerim, bana saygı duymazlar, beni sevmezler” düşüncesi kişiyi ele geçirmiştir.


Oldukça korkutucu değil mi? Yazının tam da bu noktasında kendinizi ya da yakından tanıdığınız birini düşünmeye çoktan başladığınızı fark ettiniz muhtemelen. Peki, o zaman devam edelim.

Neden bir insan kendine bunu yapar? Nasıl olur da kişiler bu yola girer; bu kişilerin motivasyonları nelerdir, nelere inandıkları için kendilerini bu hâlde bulurlar, diye baktığımızda genel profilde şu özellikleri görebiliriz:

- Yaşamlarındaki tüm değerlerini, özsaygılarını, benlik algılarını başarılı olmanın üzerine kurarlar. Aşırı yüksek ve daha önce değindiğimiz gibi gerçekçi olmayan hedefler/beklentiler sonucunda belirledikleri amaçlara ulaşamamayı tam anlamıyla gurur meselesi yaparlar. Bunu da kişisel olarak algılayıp kendilerini değersizleştirmeye başlarlar. 

- Kendilerine hata yapma payını bırakmadıklarını söylemiştik; çünkü en ufak bir hata bile onlar için başarısızlık demektir. Çoğu zaman pire için yorgan yakarlar. Tek bir olaya bakarak bütün hayatlarını kocaman bir başarısızlık, değersizlik olarak görürler. Hatalarından öğrenemezler. Hâlbuki biz neyi biliyoruz, en iyi öğretmenlerimiz yaptığımız hatalardır. 

- “Ya beni onaylamazlarsa?” endişesini yoğun olarak yaşarlar. Özellikle de yetersiz hissettikleri, eksik olduklarını düşündükleri zamanlarda diğer insanlar tarafından kabul edilmeyeceklerine dair güçlü bir inançları vardır. Bu kabul edilmeme, onaylanmama ihtimali de onları mükemmelliyetçiliğe sürükleyip kısır döngünün içine girerler: “Hatalı, eksik iş yapmamalıyım ki önem verdiğim kişiler tarafından onaylanayım.”

- Gereklilikler yakalarını bırakmaz. Sürekli olarak sözel yönergeleri, kuralları vardır. Olumsuzluk eki -me, -ma'yı, gereklilik eki -meli, -malı'ları bolca kullanırlar. Yeni, beklenmeyen durumlar karşısında esneyemez, katı duruşlarını devam ettirirler. 

- Kıyaslama genellikle çocukluk çağlarında öğrendikleri bir kalıptır. Ebeveynleri tarafından akranlarıyla kıyaslanarak buna içerleyen, ebeveyninden "onay almak" için telafi davranışlarına girişen kişiler yetişkinlik çağlarına geldiklerinde bu sefer başkalarıyla, akranlarıyla kıyaslamayı kendi kendilerine yaparlar. Diğer insanların kendileri kadar çabalamadan, çalışmadan "mükemmel" bir biçimde iş yaptıklarını, hayatlarına devam ettiklerini düşünürler. Bu durum da kendilerine yönelik olumsuz benlik algılarını besler. 

Basitçe düşünerek ulaşabildiğimiz sonuçların, göstergelerin bazılarını sıralamaya çalıştım. Genel iyilik hâlinden mükemmelliyetçiliğe uzanan yol oldukça cazip görünebilir. Çünkü bu yolun sonunda herkesten üstün olmak, herkes tarafından onaylanmak, elbette mükemmel bir insan olmak vardır. Anlayacağınız üzere aslında yoktur. İyilik hâli kişinin kendisine yetebilirken, mükemmel olma hâli asla yetmez, yetmeyecektir. 

Genel iyilik hâli için rahatlamak ve ulaşılabilir isteklerde bulunmak makûl görünüyor. Zaten sağlığımız için güçlü bileşimler genellikle güldüğümüz, şimdi ve burada'ya bağlı olduğumuz zamanlardır. Yaşamlarımızdaki herhangi bir zorluğun üstesinden gelebilmek için farkındalığımızı gözden geçirebilir, zorlu yaşam olayları karşında direnç gösterebilmek - zorluklara bağışıklık kazanabilmek için umut etmeyi öğrenebilir, geçmişe tutunarak ilerleyemeyeceğimizi anlayarak öfkemizi sakince bırakabiliriz. 

Baştaki soruya dönelim: Neden iyi olamıyorum? Kendimi buna lâyık görmediğim için. 

Sevgilerimle,

Tuna

9 Nisan 2022 Cumartesi

Freud'dan Lacan'a Psikanaliz

Kelt kökenli genç bir Fransız kadın, rüyasında, toprağa gömülmüş eski bir kılıcın topraktan çıkarıldığını görür. Bu bir Kelt kılıcıdr; süslü, tam sanat eseri bir kılıç. Kılıcı topraktan çıkaran tanımadığı bir adam, onu genç Fransız kadına hediye eder. 


Jung'un bu rüya üzerine uyguladığı Freudcu serbest çağrışım şu sonuçları verir: Fransız kadın kaybettiği babasının askeri kılıcını anımsar, bu kılıcı küçük bir kızken babası ona gösterdiğinde, güneşte parlayan kılıç karşısında duyduğu heyecanı anlatır. Babası enerjik, erkeksi özellikleri ön planda, yiğit, gözü kara bir adamdır. Cesur oldukları söylenen Kelt kökenlerine bağlıdır. 

Freudcu analiz şöyle özetlenebilir: Hasta, babası karşısında ambivalan (çift değerli) bir tutum içindedir. Bir yandan ona hayran, hatta ona erotik fantezilerle bağlı iken, öte yandan da babasının saldırgan tavırlarından acı çeken annesi ile özdeşleşmektedir (bu özdeşleşmeden dolayı da erkeksi özellikleri ön planda erkeklerden kaçmakta, daha çok kadınsı, zayıf, nevrotik erkeklerle ilgilenmekte, ancak bu ilişkilerine de pek değer vermemektedir. Zaten analiz süresince de erkek analist karşısında şiddetli dirençler geliştirmiştir.) Rüyası, babasının fallusuna sahip olma arzusunu dile getirmektedir. Rüyada kılıcı almakla bu çocuksu arzusu sanrısal bir şekilde tatmin edilmiştir. 

Aynı rüyanın Jung tarafından yapılan, kendi teorisine uygun yorumu ise şöyle özetlenebilir: Hasta, babasının silahını almakla onun enerjisine, karar verme gücüne, sorunların üzerine gitmedeki yeteneğine, kendinden daha emin olmaya duyduğu ihtiyacı dile getirmiştir. Bir bölümüyle mirasçısı olduğu bu silah, potansiyel halinde bilinçdışında mevcuttur. Onu topraktan, gizli olduğu derinlikten çıkaran analizdir. Hasta böylece babasına daha çok benzeyecek, şimdiye kadar kullanmadığı gizli silahını kullanacaktır. Yaşamını eski atalarından kalma değerler üzerine inşa edecek, daha güçlü ve kararlı olacaktır. Onu nevrotik kılan korkular, kaçınmalar, boyun eğmeler bu yol ile son bulacaktır.

Şimdi bu iki analiz arasındaki fark nedir? İlki rüyanın görülmesini sağlayan bilinçdışı nedenleri araştırırken, diğeri bu rüyanın hastanın yaşamına nasıl bir yön verdiğini incelemektedir. Jung'a göre Freudcu analiz hastaya bir şey vermez, ama aksine, kendi analizi hastaya izlemeyi arzuladığı yolu, uzun zamandır kullanmadığı, görmediği gizli ruhsal (psişik) güçlerini gösterir. Kompleksinin altını çizmek yerine, olması gereken ve olabileceği kişiliği gösterir. 

Şimdi kanımca Freud ve Jung birbirinden çok farklı yorumlar yapmıyorlar. Söz konusu yorumları karşıt, uzlaşmaz yorumlar olarak görmek gereksiz. Farklılık, tedavi edici faktörün ne olduğu konusundaki anlaşmazlıkta düğümleniyor; ilki bilinçdışı kompleksi bilinç düzeyine çıkarmakla nevrozun tedavi edileceğini düşünürken, diğeri bilinçdışının kendisini tedavi edici bir potansiyel olarak görüyor. Bu bilinçdışı faktörleri güçlendirmeyi hedef alıyor. Bu nedenle, Slater'ın yukarıda sözünü ettiğimiz iddiası karşısında daha dikkatli düşünmemiz gerek. Söz konusu teoriler gerçekten uzlaşmaz, çelişik, dolayısıyla birinin yanlışlanması gereken teoriler mi, yoksa bir şekilde bütünleştirilebilir yaklaşımlar mı? Bana bu ikinci varsayım daha kuvvetli gibi görünüyor. Sözgelimi Adler de aslında Oidipus kompleksini reddetmez, ancak bu kompleksi Freud'dan farklı bir şekilde yorumlar: Şiddetli aşağılık kompleksi olan ve sosyal duygusu gelişmemiş çocuk, dış dünyaya açılmak yerine aile içine kapanır ve arzularına, bu arada cinsel arzularına da aile içinde nesneler arar; Oidipus kompleksinin nedeni budur Adler'e göre. Freud ise şiddetli Oidipus kompleksi nedeniyle nesne libidosunun karşı cinsten ebeveyne bağlı kalacağını, nesne libidosunun bu saplantısının toplumsal nesnelere yönelmeyi, toplum duygusunun gelişimini engellediğini söyleyecektir. Bu biraz tavuk-yumurta hikâyesini andırırsa da, her iki teorinin aynı anda doğru olması, yani bu iki sürecin birbirini pekiştiren faktörler olması da mümkündür. Yani bunları mantıken zorunlu olarak karşıt olmaktan çıkaracak bir yorum mümkündür. Bu durumda da bir seçim yapma zorunluluğu ortadan kaldırılabilir pekâlâ. 

- Saffet Murat Tura, Freud'dan Lacan'a Psikanaliz

4 Nisan 2022 Pazartesi

Kusursuz Kadının Peşinde

Fowler: Hamilton'u kadın bağımlısı şeklinde tanımlıyorsunuz. Ayrıca bize onun kadınların her biriyle tuhaf bir ilişki kurduğundan söz ediyorsunuz. Onun öykülerini işittiğinizde aklı­nıza ne geliyor? Onun birçok belirtisini ve yakınmasını nasıl bir elekten geçirip Hamilton'un yaşadığı zorluklar içinde hangisinin merkezi önem taşıdığına nasıl karar veriyorsunuz?

Volkan: "Merak" kediyi öldürür derler. Ben, ofisimde sağlamaya çalıştığım güvenli ortamda analizi iyi bir analiz yapanın "merak" olduğunu düşünüyorum. Hastayı dinlerken belirtilerinin, yakınmalarının ve diğer öykülerinin anlamlarını merak ederim. Aklıma gelenlerin çoğu psikanaliz eğitimim ve çocuk geliş­mesi ile insan zihninin evrimi üzerine bilgilerimle bağlantılıdır.


Örneğin, Hamilton her gece bir kadına duyduğu tuhaf gereksinimden, yanında bir kadın olmadığında kaygılı, hatta "paranoid" hale geldiğinden söz ettiğinde, küçük bir çocukken annesiyle olan etkileşimlerinde çektiği zorluklar yüzünden iyi bir anne arayışı­na saplanıp kalmış mı acaba diye merak ederim. Aynı kadınla üst üste iki gece yatamadığını söylediğinde ya da evliliği sırasında Mary ile paylaştığı yataktan çıkıp Della'nın küllerinin yanındaki divana geçtiğini anlattığında, çocukluğundaki annesinin ya da onun bakımını üstlenen kişinin zihinsel imgesini bütünleştiremediği olasılığını aklıma getiririm. Bu soruların yanıtlarını merak ederim, ama Hamilton'a bunu söylemem. 

Analize daha yeni başladık. Aklıma gelen her şeyi hemen hastaya söylemem gerekmiyor. Hastanın bilmesi gereken, onu etkin biçimde dinliyor olduğum. Bu yüzden zaman zaman "Hımm! Hımm!" gibi sesler çıkarırım. Popüler basında karikatüristler ve komedyenler bu tür ibarelerle dalga geçerler ama hastanın onu dikkatle dinliyor olduğumu bilmesi açısından bunlar önemli. Analitik süreçte bu zorlu işin büyük kısmı Hamilton'a düşecek. Bir yandan ben onun yaşamıyla ilgili bilgi toplamayı sürdürürken, bir yandan da onun divanda söylediklerinin anlamlarını merak etmesine yardımcı olacak yollar ararım.

Fowler: Hamilton'un zihninde "kız arkadaşları birbirinin yerine geçebiliyordu" derken, bu dinamik bir formülasyon mu, yoksa sadece onun davranışlarına dair bir gözlemden mi ibaret?

Volkan: Öncelikle, bu ilk görüşme sırasında (analizine başlamazdan önce onu yüz yüze gördüğüm ilk seansta) ve divandaki ilk seanslarında yaptığı tanımlamaları ve adres defterindeki bunca kadına dair öykülerini temel alarak yapmış olduğum bir gözlem. Sonra, birçok kadını birbirinin yerine konabilir gibi algılamasının daha derin anlamını bulmak üzere olası bir formülasyon yaptım: 

Aklıma gelen, çocukluğunda annesi ve onun vekilleriyle yaşadığı zorluklara saplanıp kalmış olmasıydı. Bu yüzden, yetişkin yaşamındaki kadınlar (tabii ki onların birbirinden farklı insanlar olduklarını biliyordu) henüz onlarla psikolojik hesapları kapatamadığı, çocukluğunun "iyi” ve "kötü" annelerini temsil ediyordu. Bu hesabı kapatmak istiyordu; ama ne yazık ki bu örüntüyü tekrarlamaya saplanıp kalmıştı. 

Kısa bir süre sonra, çok renkli kuşların olduğu maskeli balo düşünü getirdi: bu düş, içsel olarak kadınlar arasında ayrım yapmadığının bir "kanıtı" oldu. Hamilton düşünü anlatırken aklı karışmıştı. "Bütün kuş­lar aynı, çok sayıdalar, ama hepsi birbirinin aynı." Gündelik ya­şamında kadınlar gelip geçiyorlardı, sayıları o kadar çoktu ki bazen önceki gece kiminle yattığını bile anımsayamıyordu! 

İşte bu noktada ben onun çok sayıda kadını birbirinin yerine kullanıyor olduğuna dair bir "kanıt" buldum. Uygulamada, ilk görüşmede ve ilk seanslarda yapılan gözlemlerin doğru olup olmadıklarını anlamak için daima beklemeniz gerekir. Beklersiniz ve ortaya çı­kan verilere kulak verirsiniz (belki gözlemleriniz doğrulanacak ve önemli olacaklardır, belki de anlamsız oldukları anlaşılacaktır): hastalar, çatışmaları açısından elzem olan temalara tekrar tekrar dönerek size bunu söylerler.

- Vamık D. Volkan, Kusursuz Kadının Peşinde

31 Mart 2022 Perşembe

Yaşamın İkinci Yarısında Anlam Arayışı

Bazen bir başkasının hayatını yaşadığımızı, seçimlerimizi onun değerlerinin yönlendirdiğini dehşet içinde fark ederiz. Sürdürdüğümüz yaşamla ilgili bize ters gelen bir şeyler olsa da, tek seçeneğimiz buymuş gibi görünür. Başkaları tarafından alkışlandığımızda bile, içten içe kendimizi sahtekâr gibi hissederiz. 

Şu gerçek hikâye üzerine biraz düşünün: Adam tüm hayatını aklın hizmetinde, akademik çevrelerde geçirmiştir. Sonunda emekli olur ama depresyona girer, zira ruhsal enerjisini taşıyabileceği bir yapıdan ve hizmet edeceği tutarlı bir değerler bütününden yoksun, mensup olduğu kurullar ve öğretmenlik rolü dışında kim olduğuna dair kavrayıştan mahrum kalmıştır. Bir gün, bir saatlik bir terapi seansı sonrası eve dönerken ağlamaya başlar ve anlaşılmaz bir şekilde gözyaşı dökse de, bilincinde bunu açıklayacak hiçbir görüntü veya mantık izi bulamaz. Oldukça başarılı bir hayatı olan bu adam, sadece bedeninin içine çaresizce çekilmenin ne kadar aşağılayıcı olduğunu itiraf eder.


Aynı akşam rüyasında, üniversiteye döndüğünü, hazırlanmadan bir sınava girdiğini ve herkesin sınavda onun çok önüne geçtiğini görür. Kadın öğretim üyesi ona doğru yürüyerek “Bu dersten kalmana izin vermeyeceğim,” der. Çocukluğunda faaliyetlerini her zaman annesinin yönlendirdiğini, kendi hedeflerini onun hedefleri olarak belirlediğini ve kadın öğretim üyesiyle aynı tonu kullanarak onun adına müdahalelerde bulunduğunu hatırlar. Tüm çocuklar gibi güçsüz olduğundan, annesinin isteklerinin kendi istekleri olarak kabul etmiş ve bu yüzden kendi yaşamında onun ihtiraslarını gerçekleştirmiştir. Ancak rüyası şöyle devam eder: “Birdenbire, bu dersi almak zorunda olmadığımı hissettim. ‘Bu sınav bana hiçbir şey ifade etmiyor! Artık bu şekilde sınanmayı aştım ben!’ diye düşündüm. Müthiş bir rahatlama yaşadım. Önümdeki mavi sınav kitapçığını yırtıp sınıftan çıktım.” Ve işte böylece, farklı bir yaşama -kendi yaşamına- başlar.

Ya da kendine ait tıbbi malzeme şirketinde satıştan sorumlu başkan yardımcılığı görevine yükselen otuz sekiz yaşındaki bir kadının hikâyesine göz atın. New York’tan Denver’a giden uçakta kitap okurken, Nebraska’nın üzerinde bir yerlerden geçtiği sırada, zihninde şaşırtıcı bir düşünce beliriverir: “Hayatımdan nefret ediyorum.” Yaşamını mesleki hedeflerine ulaşmakla özdeşleştirmiştir, ama o an, on bin metre yükseklikte, ne zamandır depresyonun belirsiz sularında yüzdüğünü fark eder.

Hayatımın ortalarında, Zürih’te psikanalize başlamak üzereyken gördüğüm ilk rüyaya kulak verin. Bir Ortaçağ kalesinin surlarında şövalyeyim ve tepeme oklar yağmur gibi yağıyor. Ormanın kenarında, saldırıyı yöneten, cadıya benzer birini gördüm. Müthiş bir kaygı duydum çünkü kalenin düşmesinden korkuyordum, zaten rüyanın sonunda da akıbeti muamma olarak kaldı. Psikanalistim, artık kalemin asma köprüsünü indirmemin ve dışarı çıkıp cadıyla karşılaşmamın ve neden bana bu kadar öfkeli olduğunu anlamamın zamanı geldiğini söyledi. Doğal olarak bu karşılaşmadan çok korkuyordum, hangimiz kendi isteğiyle, korunaklı kalesinden çıkıp savunmasız bir şekilde korktuğu şeyin karşısına çıkar ki? Ama analistimin tavsiyesinin yerinde bir tavsiye olduğunu biliyordum. Karanlık bir orman yolculuğunun başındaydım; bu orman, bilinç düzeyime çıkmadan önce uzun yıllar yaşamış olduğum bir ormandı.

Birbirinden oldukça farklı bu insanların ortak noktası nedir? Hepsi ruhlarında bir isyan, egolarının benlik ve dünyayı kavrama biçiminde bir altüst oluş yaşamış ve yaşamlarını ikinci yarısını daha bilinçli bir şekilde yaşamaya yönelik oldukça zorlu bir davet almışlardı. Önce bilinçlerinde şaşırtıcı bir karmaşa yaşamışlar ve her biri bulundukları tanıdık ortamlardan daha karanlık bir ormana adım atmış, daha doğrusu oraya çekildiklerini duyumsamışlardı. 

Karanlık bir ormanda yolculuk etme imgesini aşina bulmayacak biri olabilir mi? Şair Dante, hayatının ortasında, yolunu kaybettiğini ve karanlık bir ormanda bulunduğunu fark etmiş, bu bilinçle o meşhur, muhteşem yeraltı dünyasına iniş sürecine başlamıştı. Tüm iyi niyetimize rağmen, biz de kendimizi sık sık karanlık bir ormanda buluruz. 

İyi niyetimiz, dikkatimiz ve zekâmız, öngörülerimiz, planlama becerimiz, dualarımız veya başkalarından aldığımız rehberlik, bizi belirli dönemlerde karşı karşıya kaldığımız kafa karışıklığı, yönelim bozukluğu, can sıkıntısı, depresyon ve kendimize ve başkalarına karşı hissettiğimiz hayal kırıklığı duygularından ve daha önce işe yarar gibi görünen planların ve stratejilerin eriyip gitmesinden koruyamaz. Yaşamlarımızın bilinçli işleyişini yerle bir eden ve özerk gibi görünen bu süreç bizim için ne anlama geliyor olabilir ve karanlıkla bu acı dolu karşılaşmalardan kendimizi geliştirerek nasıl çıkabiliriz? 

Bu kitabın başındaki sorular size hitap ediyorsa, biraz korkutuyorsa, meydan okuyorsa, siz de zaten bir süredir bu sürecin içindesiniz demektir. Güvenli kıyılardan demir almak, oldukça anlaşılır olan rahatlık, emniyet ve öngörülebilirlik arzularınızla çelişse de, ruhumuzun derinliklerinde yatan anlam, şifa ve bütünlük istekleriyle güdülenen bir yönelimdir. 

Psikolojik olarak alt üst olduğumuz bu dönemlerde, sıklıkla kendimizi kurban gibi hisseder ve bu acıların bir gelişme, genişleme amacına hizmet edeceğini hayal edemeyiz. Çoğu kez, çok daha sonra, o dönemlerde kesinlikle öyle hissetmesek de, bir şeylerin bizi bilinçli bir şekilde harekete geçirmiş ve yolculuğumuzun yeni bir evresini başlatmış olduğunu fark ederiz. 

Acı çekmenin bizi büyüttüğünü ve insani açıdan zenginleştirdiğini gönülsüzce itiraf ederiz.

- James Hollis, Yaşamın İkinci Yarısında Anlam Arayışı

29 Mart 2022 Salı

Terapist Olmak

Direnci Kabul Ederek Karşılamak

Aikido denge ve enerji prensipleri üzerine kurulu bir dövüş sporudur. Aikido'nun temel felsefesi şudur: Eğer biri sana saldırıyorsa, o kişide akli dengesizlik vardır. Bu bağlamda, aikidocunun görevi, saldırgan yeniden denge sağlayana kadar onu alacağı kötü kararlardan korumaktır. Bu sebeple, aikidoda saldırganla doğrudan güç uygulanarak yüzleşilmez. Bunun yerine becerikli taktiklerle saldırgandan kaçınılır. Böylece saldırının enerjisi dairesel hareketlerle yıkıcı olmayan bir harekete dönüştürülür. Hamle doğru bir şekilde uygulanırsa ne saldırgan ne de kurban saldırıdan zarar görür. 


Aikido metaforu, psikoterapide direncin nasıl karşılanacağına çok iyi oturur. Meslekte yeni bir terapist için en büyük risk danışanın direncini kişisel almak ve bu direnci kendi benliğinin ürünü olan bir enerji ile karşılamaktır. Tıpkı aikidoda olduğu gibi, direnç danışanın ruhsal dengeye ulaşabilmek ve bütünlük kazanabilmek için yardıma ihtiyaç duyduğunun göstergesidir. Danışanınızın gösterdiği direncin sizde duygusal tepki uyandırması tamamen normal olsa da, böyle bir durumda odağınızı kaybetmemeniz ve terapötik rolünüzün farkında olmanız çok önemlidir. Karşı atak ile misilleme yapmak, o an gözünüze çok cazip görünse bile, kesinlikle tercih edilmemelidir. Direncin tanınması, anlaşılması ve terapideki öneminin farkına varılması gerekir. Ancak bu şekilde direnç dönüştürülerek yeni yeni düşünme, hissetme, var olma yolları benimsenebilir. Danışanın direnci geçmişteki zoruluklarda kendini savunabilmesini sağlamıştır. Direnci bu gerçeği akılda tutarak kabul etmek terapötik başarının önemli bir parçasıdır. 

Kariyeriniz boyunca, yüzlerce farklı direnç türü ile karşılaşacağınız kesindir; asıl soru bu farklı türlerle nasıl baş edeceğinizdir. İlk ve belki de sadık kalınması en zor olan kural şudur: Sakın savunmaya geçmeyin. Direncin çok büyük ihtimalle sizinle değil danışanın kendisi ile ilgili olduğunu unutmayın. İkincisi, danışanın endişelerini dikkatle dinleyin. Belki, sizin becerileriniz ve bilginiz ile ilgili endişelerinde haklılık payı vardır. Çalışmaya devam etmeden önce, bu düşünceler üzerine etraflıca düşünülmeli ve konuşulmalıdır. Örneğin danışan zor biri olduğunu ve bu yüzden meslekte yeni biri yerine daha deneyimli bir terapiste ihtiyaç duyduğunu fark edebilir. Bazı danışanların, karşı cinsten bir terapist ile konuşmaya utandıkları sorunları olabilir. Danışanınızın endişelerini dinledikten sonra kendinize şunu sorun: Danışan hangi bakımdan haklı olabilir? Danışanın soruları size yeni bir bilgisizlik alanı açar. Sonuçta, hiçbirimiz bize gelen bütün danışanlara yardımcı olacağımızı garanti edemeyiz.

Aşağıdaki sorular üzerine düşünün:

-  Bu danışanı tedavi edebilecek vasıflara sahip miyim?
-  Birbirimize uygun muyuz?
-  Bu danışan başka bir terapist ile çalışmaktan daha fazla fayda sağlayabilir mi?
-  Bu danışana yardım edebileceğimi hissediyor muyum?
- Bu danışana karşı, ona yardım edebilme yeteneğimi olumsuz yönde etkileyecek güçlü bir karşı aktarım hissediyor muyum?

Bunlar cevaplaması zor ve çetrefilli sorulardır. Doğru karar varmak için gerekli deneyimi kazanmak yıllar alır. Bu yüzden süpervizörünüzden alabildiğiniz kadar çok yardım alın.

Eğer danışanınızın endişelerini ciddi olarak dikkate alıp, kendi nitelikleriniz üzerine düşündüyseniz ve bu endişeler hâlâ haklı kaygılardan çok direnç gibi görünüyorsa, o zaman bir sonraki adıma geçebilirsiniz: Danışanınızın neden direnç göstermeye ihtiyaç duyduğunu anlamak. 

Danışanınızın ilişki geçmişini araştırın, başkalarından ne ölçüde ve nitelikte destek gördüğünü inceleyin. Bir önceki bölümde de anlatıldığı gibi danışanınız daha önce en çok güvendiği kişiler tarafından aldatılmış ya da yanlış yönlendirilmiş olabilir. Direnç doktor ya da diğer ruh sağlığı çalışanları ile yaşanmış geçmiş deneyimlerden kaynaklanıyor da olabilir. Daha önce eski terapistlerinin yanlış uygulamaları yüzünden mağdur olmuş bazı danışanlarım oldu. Bu durumlarda tedavinin ilk kısmı tamamen benim yetkinliğim ve güvenilirliğim ile ilgili konulara odaklanmıştı. Kötünün iyisi, danışanınıza daha önce kendisine hurda araba satmış bir galeri sahibini hatırlatıyor olabilirsiniz. 

Burada esas mesele şudur: Danışanınız direnci deneyim sonucunda, başka bir bağlamda hayatta kalabilmek için geliştirmiştir. Bu gerçek, terapist tarafından kabul edilmeli, keşfedilmeli ve araştırılmalı ama asla kişisel olarak algılanmamalıdır. 

20 Mart 2022 Pazar

50 Dakikalık Seans

(...) Birkaç yıl önce Maryland'deki bir psikiyatri hastanesi kadrosundayken tam olarak bunu gözlemlemiştim. O zamanlar, Tanrı'nın Annesi, Meryem olduğu sanrısına kapılmış, orta yaşlı paranoyak bir kadın hastamız vardı. İlkini yatırdıktan birkaç ay sonra, aynı sanrısı olan başka bir hastayı kayıt ettik. Her ikisi de benzer sosyo-ekonomik seviyeden ve her ikisi de Katolik olan, mülayim insanlardı. Bir gün, başka bir personel ve ben mutlu bir şekilde çimenlerdeyken, iki sanrılı kadın karşılaştı ve birbirleriyle sırlarını paylaşmaya başladılar. 


Çok geçmeden ikisi de bir diğerine "gizli" kimliğini açıkladı. Ardından yaşanan şey ders vericiydi. Birincisi, "en yaşlı" hastamız, gözle görülür tedirginlik ve ani bir irkilme tepkisiyle "Şu yüzden olamazsın, canım," dedi. "Delirmiş olmalısın. İsa'nın Annesi, benim." Yeni hasta, arkadaşına kederli bir şekilde baktı ve acımanın yankılandığı bir sesle, "Korkarım ki kafası karışmış olan sensin; ben Mary'yim," dedi. Ardından, bana sadece dinleyip gözlemlememi söyleyen, benden daha yaşlı ve daha deneyimli meslektaşımın müdahalesiyle karışmamın engellendiği kısa ama nazik bir tartışma çıktı. Bir süre sonra tartışma son buldu ve ardından düşmanların birbirini temkinli bir şekilde incelediği uzun bir sessizlik geldi. Sonunda "daha yaşlı" hasta benimle ayakta dikilen doktoru el işaretiyle yanına çağırdı.

"Doktor S, Kutsal Meryem Anamız'ın annesinin adı neydi?" diye sordu.

"Sanırım, Anne idi," diye cevapladı.

Bir anda, bu hasta diğerine döndü, yüzü ışıldıyor ve gözleri parlıyordu. "Eğer sen Mary isen, ben de Anne olmalıyım, senin annen," diye belirtti. Ve iki kadın birbiriyle kucaklaştı. 

Bu hikâyeye ait bir dipnot olarak, İsa'nın Annesi yanılsamasından vazgeçen kadının bu olaydan sonra tedaviye hızla yanıt verdiği ve kısa sürede taburcu edildiği kayıtlara geçmelidir.

Psikozuna dahil olmam, gözden kaçırılmaması gereken başka bir amaca daha hizmet ediyordu. Cin fikirli Dr. John N. Rosen'ı yorumlamak gerekirse, terapist hastayla aynı davranışı sergilediğinde -ve aynı fikirleri aynı dili kullanarak ifade ettiğinde- hastanın kendi imajı ve aktiviteleri önünde ekran varmış gibi yansıtılır. Böylece, cesur bir manevrayla, gerçeklik tarafına itilir, gözlemlediği şeyin yani kendi davranışlarının karşısında durarak eleştirel bir pozisyona girmek zorunda bırakılır ve bir tutum benimsemeye mecbur kalır. Bu tutum, kısa sürede klinisyenin artık ruhsal yapıyı yeniden yapılandırmada kullandığı terapötik bir araca dönüşür. 

Bu "dahil olma terapisi" prensiplerinin üçü de -ve burada bizi meşgul etmesine gerek olmayan diğerleri- Kirk'e uygulandı. O zamana kadar onun özel alanı olmuş fanteziye doğrudan dahil oluşum, "yaşam alanına" baskı yapmış, onu aynadaki yansımasıyla karşı karşıya bırakmış ve eleştirel gerçeklik pozisyonuna getirmişti. Sonuç olarak, yavaş ama kesin bir şekilde, psikozundan uzaklaşmaya başlamıştı. 

Fakat bu arada, bana, psikanalistine (ya da kullandığım yöntem artık kesinlikle psikanaliz olmadığı için, psikoterapistine desek daha doğru olur) tuhaf şeyler olmaya başlamıştı ve bana olan şey, şimdi dönmek istediğim öngörülemeyen kişisel etkilerdir - en azından geriye dönük, eğlenceli ve öğretici oldukları için. 

- Robert Lindner, 50 Dakikalık Seans 

21 Ocak 2022 Cuma

Bilişsel ve Davranışçı Terapiler

Son zamanlarda lisans/yüksek lisans öğrencilerinden aldığım birçok mesaj, benim devam etmekte olduğum eğitim süreçlerini kapsıyor. Klinik Psikoloji yüksek lisansıyla ilgili soruların yanında Bilişsel ve Davranışçı Terapiler adına da sorular geliyor. (Kognitif ve Davranış Terapileri olarak da bilinir, aynı şeyden bahsediyoruz.) Benim yaptığım okumalar sonucunda paylaştığım psikanalitik yazılar sanırım biraz kafa karıştırmış. Bana göre kafa karıştıracak bir durum yok aslında; psikanalitik yazılar okumayı, durumlara farklı açılardan bakabilmeyi seviyorum. Bu yüzden insan için yapılan ve geliştirilen her psikoterapi çok değerlidir görüşündeyim. Bir fanatik gibi ekol savunması hiç yapmadım, bundan sonra da yapmam büyük ihtimalle. Ben tamamen Kanıta Dayalı Psikoterapiler (Evidence-Based) olarak kavramsallaşan Bilişsel ve Davranışçı Terapiler (BDT) yönelimli bir eğitim alıyorum ve çalışma pratiğim de tamamen BDT'ye göre şekilleniyor.

Gelen soruları tek tek yanıtlıyorum ama sorular birbirine benzer olmaya başlayınca BDT'yle ilgili bir yazı yazmak istedim. Elbette birçok yazı bulunabilir web'de yapılan aramalarda, dilerseniz onlardan da faydalanabilirsiniz. Ben bu yazıdaki bilgileri Çocuk ve Ergenler İçin Bilişsel Davranışçı Terapi kitabından çocuk ve ergen tedavilerine geçmeden önceki BDT'nin anlatıldığı sayfalardan ve kendi eğitim bilgilerimden derledim.

İlgilenenlere iyi okumalar dilerken her zaman olduğu gibi sormak istediğiniz sorular ve randevu için tunabaharr@gmail.com adresine yazabilirsiniz.

(Görsel: Stephanie DeAngelis)


Bilişsel ve Davranışçı Terapiler: Kısa bir tarihçe

Kişinin yaşam deneyimleri oldukça kapsamlı bir şekilde düşünceleri ve davranışları tarafından şekilleniyor, bu durum psikoloji alanına öncülük ediyor ve bunun yanında bazı kuramcı ve pratisyenler bildiğimiz modern anlamda BDT'nin temellerini atıyorlar.  

İlk olarak akla hayvanlar üzerinde deneyler yapan ve bugün Klasik Koşullanma olarak bildiğimiz yöntemi bulan Pavlov geliyor (1927-28). Hemen ardından Watson, gözlenebilir davranışlar ve organizmanın yeni davranışları öğrenme kapasitesi hakkındaki çalışmalarıyla öğrenme kuramına katkı yapıyor (1930). Skinner, edimsel koşullanmadaki pekiştirme süreçlerinin analiziyle öğrenme kuramının kapsamını genişletiyor (1958). Daha sonraları davranış terapileri adını alacak olan çalışmalar ve öğrenme kuramlarının gelişmesi Lazarus (1971), London (1972), Yates (1975) sayesinde oluşturuluyor. Benim kısaca geçtiğim bu yıllardan ve tartışılan bulgulardan sonra kişilerde uyuma yönelik olmayan davranışların büyük ölçüde öğrenme yoluyla kazanıldığı anlayışı yerleşmeye başlıyor.

Bu süreçten bahsederken Wolpe ve Eysenck'ten bahsetmemek olmaz: Wolpe'nin 1960'lara doğru yaptığı çalışmalar psikososyal müdahalede koşullanma tekniklerinin kullanımına ilişkin en iyi bilinen erken dönemli yaklaşımlardan biridir. Karşıt koşullanma üzerine yaptığı çalışmalara dayanarak Wolpe, kişilerdeki anskiyetenin olumlu yanıtlar, gevşeme ya da seksüel uyarılma gibi farklı bir parasempatik yanıtla engellenebileceğini göstermiştir. Benzer bir şekilde Eysenck (1959), korkulan nesnelerle ya da durumlarla kademeli temas gevşeme eğitimi ile eşleştirerek fobik yanıtları kontrol altına alabildiğini göstermiştir. 

1960'larda neredeyse eş zamanlı olarak psikoterapilerde bilişleri ön plana çıkaran iki yaklaşım gelişmeye başlamıştır; Bilişsel Terapi ve Rasyonel-Emosyonel Terapi. Aslında bir psikanalist olan Aaron T. Beck tarafından geliştirilen Bilişsel Terapi, kişilerin yaşamlarındaki olayları algılama ve anlamlandırmanın terapideki anahtar nokta olduğu esasına dayanmaktadır. Beck, ilk yıllarında özellikle depresif bireylerin erken yaşam deneyimleri ve olumsuz olayları nedeniyle olumsuz bir şema veya bakış açısı ile bilgi işleme süreci geliştirdiklerini öne sürmüştür. Bu şema, bireye kendine özgü öğrenme deneyimlerini hatırlatan durumlarda aktifleşir ve kendisi, dünya ve gelecek hakkında uyuma yönelik olmayan olumsuz inançlara sahip olmasına neden olur. (Bu olumsuz inançlar topluluğu literatürde Beck'in Bilişsel Üçlüsü olarak bilinir.

Beck'in kendi kuramını ve terapisini oluşturduğu bu yıllarda Albert Ellis de Rasyonel-Duygusal Davranış Terapisi (Rasyonel-Emosyonel, Akılcı-Duygucu gibi isimler aynı anlamdadır) olarak isimlendirdiği RET'i tanıtmaya başlamıştır. RET'de danışanlar A-B-C modelini kullanarak düşünceler, duygular ve davranışlar arasındaki ilişkileri algılamayı öğrenirler. Bu modelde; olaylar veya öncüller (A, antecedents), olayın anlamıyla ilgili inancı (B, belief), işlevsiz ve katı inançlar ise sonuç (C, consequence) anlamlarına gelir. Sonrasında terapist danışana, işlevsel olmayan inançları çürütmesi veya değiştirmesi için uyuşmayan düşünce (D) serilerini kullanmayı öğretir. İnanç bir defa çürütüldüğünde, ilk inancın yerini almak için daha esnek, etkili bir düşünce (E) üretilir ve kullanılır. Model, A-B-C-D-E olur. 

Bilişsel ve Davranışçı Terapilerde Genel İlkeler

BDT'nin şemsiye bir adlandırma olduğu söyleyebiliriz. BDT, çeşitli bozukluk ve sorunları ele almayı hedefleyen içinde çeşitli terapilerin bulunduğu, farklı teknikleri, yaklaşımları ve hedef popülasyonları vurgulayan geniş bir kategoridir. (BDT'nin üçüncü nesil, üçüncü dalga, yeni dalga diye adlandırılan çeşitlerinden bazıları Metakognitif Terapi, Kabul ve Adanmışlık Terapisi, Özşefkat Terapisi, Mindfulness, Diyalektik Davranış Terapisi'dir.)

1) Danışanlar ve problemleri biliş ve davranış açısından kavramlaştırılır:

BDT'deki klinik formülasyonlar büyük ölçüde, uyuma yönelik olmayan düşünceleri ve davranışları sürdüren ve danışanda stres ve bozulmalara neden olan durumu anlamaya yöneliktir. BDT terapisti danışanın şu anda yaşadığı zorluklara katkı sağlayan düşünce ve davranışlara odaklanır. Erken yaşam deneyimleri, durumsal stresörler, biyolojik ve genetik faktörler, altta yatan inançlar ve şu anki düşünce ve davranışların etkileşimi, danışanın sahip olduğu bozukluğun nasıl geliştiğini ve devam ettiğini açıklayan bir çalışma hipotezi oluşturmada dikkate alınır.

2) BDT çoğunlukla şimdiki zamana odaklıdır:

Danışanın öyküsünü anlamak ve geçmişinin şu anki işlevselliğini nasıl etkilediğini değerlendirmek yararlı olsa da BDT'nin esas vurgusu danışan için bugün neler olduğudur. (Elbette bazı önemli istisnalar vardır.)

3) Uyuma yönelik olmayan düşünceler ve davranışların öğrenildiği varsayılır:

Her ne kadar az bir kesim tüm uyum bozucu düşünce ve davranışların talihsiz bir öğrenme geçmişinin sonucu olduğunu iddia etse de modern BDT, düşünce ve davranışların nasıl sürdürüldüğünü anlamakta yerleşmiş öğrenme ilkelerinin önemini vurgulamaktadır. 

4) BDT spesifik, açıkça belirlenmiş hedeflere odaklanır:

BDT terapisti danışanla hedefler belirler ve bu hedefler objektif ve ölçülebilir terimlerle ifade edilir. Danışan, belirlenen hedefe ulaştığını nasıl anlayacak? Düşünce ve davranışlarda hangi değişimler gerçekleşmiş olacak? 

5) BDT iş birliğini ve danışanın uzmanlığını vurgular:

BDT terapisti, danışanı kendi terapisinde aktif bir rol alması için destekler. Hem danışanın hem terapistin uzman olduğunu vurgular. Terapist uyguladığı ilke ve tekniklerde uzmanken, danışan kendisi hakkında uzmandır. Bu ortaklaşa uzmanlık başarılı bir tedavi için zorunludur. 

6) BDT yapılandırılmış ve zaman sınırlıdır:

BDT terapisti her seansı bir gündem maddesi listesi kullanarak organize etmeye çalışır. Şeffaflık ilkesinin devamlılığı kapsamında terapist, danışanı her seansın hedefleri konusunda bilgilendirir ve ona gündem maddelerine eklemek istediği yeni başlıklar ya da aktiviteler olup olmadığını sorar. BDT'nin genellikle belirtilerdeki rahatlamaya, bozukluğun remisyona girmesinin kolaylaştırılmasına, danışanın işlevselliğinin artmasına, danışanın gelecekteki bir alevlenmeyi önleme becerilerinin geliştirilmesine ve tedavinin sonlandırılmasına odaklanarak hedeflenen zamanla sınırlı kalması amaçlanır.

7) BDT danışanın gereksinimlerine özel olarak planlanmıştır:

BDT, danışanın yaşadığı zorlukları bilişsel ve davranışçı bir çerçeveyle formüle eder, bilimsel olarak desteklenen terapötik müdahalelere yüksek değer verir ve öğrenme teorisinin ilkelerine dayanır, ancak herkese uyan tek bir kalıp yaklaşım değildir. Her tedavi özgül olarak danışanın gereksinimlerine göre planlanır. 

8) BDT terapistin aktif duruşunu gerektirir:

Etkin bir antrenör saha kenarında oturup oyuncuları gözlemlemekle kalmaz, benzer şekilde etkin bir BDT terapisti de tedavide aktif, ilgili ve yönlendirici bir rol alır. Öğrenme BDT'deki anahtar noktalardan biri olduğu için terapist diğer yönelimlerden daha fazla "öğretmen/eğitmen" rolü üstlenir.

9) BDT terapi odası dışında, gerçek dünyada uygulamalar gerektirir:

BDT terapistleri danışanın günlük hayatta yaşadığı deneyimleriyle ilgili olarak terapide neler yapılabildiğiyle ilgilenir. Müdahalelerin daha belirgin hale getirilmesi için terapistin esnekliği ve yaratıcılığı gerekebilir. Danışana verilebilecek egzersizler ilk olarak terapi odasında terapist eşliğinde yapılabilir, rol oynama gibi teknikler kullanılabilir.


Yaygın Mitler ve Yanlış Bilinenler


1) BDT'de terapötik ilişki önemli değildir:

Terapötik ilişki başarılı bir tedavinin önemli unsurlarındandır. BDT terapistleri önceki maddelerde değinildiği gibi birçok ilke ve tekniği kullanırken sıcaktır, destekleyicidir, ilgilidir; gerçek bir terapötik ortam yaratmak için çabalar. Empati, onaylama ve olumlu bakış gibi terapi öğelerinin kullanımı BDT'de oldukça önemlidir. BDT terapisti danışanıyla iş birliği yapar. Bu iş birliği vurgusu yapılan birçok çalışmada olumlu sonuç verdiği için kanıtlanmıştır. BDT'nin düşünce ve davranışların değişimi için iş birlikçi deneyci yaklaşıma vurgu yapması, danışan ve terapist arasındaki bağı zayıflatmaz, aksine destekler. 

2) BDT problemin kökenini değil, belirtileri giderir:

BDT'de bozukluğun altta yatan nedeni danışan formülasyonu ve müdahale yaklaşımının önemli bir parçasıdır, ancak burada nedenden kastedilen uyuma yönelik olmayan biliş ve davranışları pekiştiren ve sürdürülmesine neden olan süreçlerdir. BDT formülasyonu müdahalelerle keşfedilebilen, daha test edilebilir hipotezlere dayanır. BDT'de süreç öngörülebilir, geçici olarak geri dönen belirtiler için danışanla birlikte bir plan oluşturulur. Tedavinin sonlandırılmasını planlarken terapist, danışana gelecekte sorunların ne şekilde ortaya çıkabileceğine, bu durumda onları nasıl yönetebileceğine ve kayma ile nüksün arasındaki farkı nasıl anlayabileceğine dair bilgiler vererek yardımcı olur. 

3) BDT terapistin yaratıcılığını ve esnekliğini sınırlar:

BDT'ye aşina olmayan kişiler arasındaki en yaygın yanlış düşünce, bu tekniğin kullanımının terapistin danışanıyla yaptığı seansta spontane, özgün ve yaratıcı olabilmesini kısıtladığıdır. Aslında etkin bir BDT, terapistin seans gündemini BDT prensiplerine göre danışanın gerçek hayatına geçirebilmesini sağlayabilme yeteğine bağlıdır. 

BDT canlı, aksiyon dolu bir terapidir. Tıpkı, öğrencilerinin deneyimlerinden yararlanarak çeşitli aktivitelerle ve eğlenceli metaforlarla öğrencilerinin ilgisini çekebilen iyi bir öğretmen gibi, BDT terapisti de benzer bir şeyi yapar. BDT yeni davranışları ve değişen düşünceleri açıklamak için yaratıcı yaklaşımların kullanılmasını vurgular.


Sonuç olarak...

BDT, dünyada en yaygın uygulanan ve kapsamlı olarak incelenebilen psikososyal tedavilerden birini oluşturmak üzere, Bilişsel Terapi ve Davranışsal Öğrenme İlkeleri olarak iki farklı yöntemden evrilmiştir. BDT, uyuma yönelik olmayan bilişleri ve davranışları, aynı zamanda bunların duygular üzerinde etkisini yönetmek için kendine yeni teknikler ekleyerek evrilmektedir. Araştırma ortamlarından hastaneler, klinikler ve okullardaki pratiğe taşmaktadır. Sayısız bozukluğu ele alabilmesi, bozulma ve sıkıntıların azaltılabilmesi, günlük hayata uyarlanabilmesi ve kişinin işlevselliğinin arttırılabilmesi için zengin teknikler sunmaya devam edecektir.


Sevgiler,

Tuna 

3 Ocak 2022 Pazartesi

PDR Lisans mezunları hangi alanlarda çalışabilir?

21. yüzyılın ilk çeyreğinde olduğumuz şu günlerde multidisipliner ve interdisipliner çalışma olanaklarını neredeyse baktığımız her yerde görüyoruz. Bu iç-içelik ve bir-aradalık birçok alanın aslında birbirinden bağımsız olmadığı gerçeğini sıklıkla karşımıza çıkarıyor. Ben bu durumu kendi adıma oldukça olumlu karşıladığımı söyleyebilirim. Burada belki henüz lise ve lisans öğrencisiyken bilin(e)meyen bazı önemli kriterler söz konusu olabilir. Bu yazıda biraz bu kriter / yetkinlik / yeterliliklerden bahsetmeye çalışacağım. Her yazı gibi eksikler olacaktır elbette, siz okurların katkılarıyla bu yazının zenginleşebilmesini umuyorum.

    Not: PDR kısaltması bizler için bir ağız alışkanlığıdır. Bilindiği üzere programın tam adı Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık, yani RPD. Bu kısaltma önemli değil, alan dışı (mühendislik, ekonomi vs) bir okur geldiyse diye şimdiden bilgilendirmek istedim.


(Görsel: Rose Wong)

PDR, psikoloji ve eğitim bilimlerinin uygulama alanlarından biridir. Bu yüzden rehberlik ve psikolojik danışmanlığın temas ettiği alanlarla hem teorik hem de uygulamalı dersler okutulur. 2018 yılında PDR müfredatlarının değişmesiyle birlikte ders sayıları artmıştır, bu dersler arasında kariyer danışmanlığı, manevi danışmanlık dersleriyle, PDR'nin okul uygulamaları, kurum deneyimleri, bireyle psikolojik danışmanlık uygulamaları derslerinin varlığı dikkat çekmektedir. 

"Danışmanlık" alanı ise oldukça geniştir. Emlak, otomotiv ve ekonomi sektörlerinde bolca danışmanlık çeşidi bulunmaktadır. Biz burada; rehberlik / bireyle psikolojik danışma / grupla psikolojik danışma / önleyici ve koruyucu ruh sağlığı danışması / kariyer danışması / aile danışması gibi uygulama alanlarının ön plana çıktığını söyleyebiliriz. Bu yüzden PDR lisans eğitimlerinde bol miktarda bu danışma alanlarının teorik ve uygulamalı dersleri verilir. 

Üniversite ve bölüm tercihi yapılırken birçok öğrenci tercih ettikleri bölümün içeriğini tam bilemediğinden bazı PDR öğrencileri de zaman içinde bu programın kendileri için pek de uygun olmadığını fark edebilirler, normaldir. Bu durum neredeyse tüm lisans programlarında görülür. Eğer öğrencinin PDR'yi bırakıp başka bir lisans programına geçme ya da PDR okurken çift anadal yapma şansı yoksa bu öğrencilerin de kariyerleri için yönelebilecekleri başka alanları kendileri için oluşturmaya başlamaları yerinde ve isabetli olacaktır. Bu diğer alanlarda benim ilk aklıma gelenler: Eğitim ve Gelişim Uzmanlığı, İnsan Kaynakları, Halkla İlişkiler Yönetimi/Reklamcılık'tır. Tıpkı PDR ve Psikoloji disiplinlerinde uzmanlaşmak için nasıl ki bazı eğitimler gerekliyse, bu saydığım diğer alanlar için de gereklidir. 

Örnekleyelim:

1) Eğitim ve Gelişim Uzmanlığı: Kariyer sitelerinde sıklıkla gördüğümüz bu kariyer alanları birbirine benzer isimlerle ilana çıkabilmektedir. Bu tarz ilanlarda ilk aranan kriter genellikle "İşletme, İktisat, Endüstri Mühendisliği, Psikoloji, Sosyoloji, PDR" lisans mezunlarının başvurularına açık olduğudur. Peki bu tarz ilanlar adaylardan neler bekliyor?

Eğitim ve Gelişim Uzmanı ilanı diyelim ki spor sektöründeyse, başvuran adayların hayatlarının bir bölümünde profesyonel sporculuk yapmış olmasını bekleyebilir. Spor ve spor tüketim ürünlerinin pazarlanmasında son kullanıcı deneyimini önemseyebilir, bu yüzden başvuran adaylardan pazarlama (marketing) bilgisi/deneyimi bekleyebilir. Bu tarz işlerde genellikle bol bol seminer ve eğitim verileceği için adaylardan Türkçeyi güzel konuşması, iyi bir hitap becerisi, yaratıcı drama yapmış/eğitimini almış olması, iletişim ve sunum becerilerinin gelişmiş olması, projelerde aktif yer alması/proje yazması, seyahat engelinin olmaması gibi niteliklerin sıralandığını görebiliriz. Eğer sektör hava taşımacılığı ise buna benzer başka nitelikler sektörün beklentileriyle alâkalı olarak sıralanabilir. 

2) İnsan Kaynakları Uzmanı/Uzman yardımcısı: Sektörde oldukça yaygın bir şekilde İK ya da İngilizce kısaltmasıyla HR olarak bilinir. Bu alanda iş akdi/iş sözleşmesi, sosyal sigortalar bilgisi, işe alım yapma/işten çıkarma gibi mevzuat bilgileri önemlidir. Adaylarda olması gereken niteliklerde; sabırlı olmak, dikkatli olmak, karmaşık raporları okuyup analiz etmek, personel/bordro ve özlük işlemleri alanında deneyim sahibi olmak, iş kanunu, iş sağlığı ve güvenliği hakkında da mevzuata hakim olmak beklenebilir. 

3) Reklamcılık/Halkla İlişkiler: Sektörde oldukça yaygın bir şekilde İngilizce kısaltması PR olarak bilinir. PR ajansları genellikle metin yazarı, sosyal medya yöneticisi olarak ayrı ayrı ilanlara çıkarlar. Son dönemde Digital Marketing Manager ilanları var. Marketing/pazarlama özellikle de dijital alanda son yılların gözde mesleklerinden birisidir. Burada önemli kriterler: Google Analytics, Data Studio, Tag Manager, Google Ads, Facebook & Instagram & Linkedin & Twitter reklam yönetimi yapabilmek, Google Ads ve sosyal medya remarketing reklamlarında tecrübe sahibi olmaktır. 

Özetlemeye çalıştığım alanlar hemen hemen tüm mezunlara açık olmakla birlikte, belirli yetkinlik alanlarına vurgu yapmaktadır. Bu yetkinlik/yeterlilik alanlarını geliştirmediyseniz bu firmalara yapacağınız başvurulardan sonuç alamazsınız. Yani PDR öğrencisiyseniz ve programı bir şekilde bitirmeniz gerekiyorsa henüz mezun olmadan staj yaparak, kendiniz sektörü takip ederek, LinkedIn üzerinden ilgilendiğiniz markaların yöneticileriyle iletişime geçerek, seminerleri / konferansları / buluşmaları takip edip oralara katılarak aktif öğrenmeye devam edebilirsiniz.

- Peki, PDR/psikoloji alanında devam etmek isteyen lisans öğrencileri neler yapabilir?

Bunun için PDR veya Klinik Psikoloji alanlarında yüksek lisans yapmanıza gerek yok. (İllâ psikoterapist olmak istemiyorsanız.) Birçok kişi PDR ve psikoloji lisans programlarına büyüyünce psikoterapist olma hayalleriyle geliyor ancak karşılaştıkları durum yaklaşık şöyle bir şey oluyor: Öncelikle alanda inanılmaz bir klinik psikoloji kavgası var. Ben bu konudaki görüşlerimi PDR vs Psikoloji kavgasında asıl neden: Klinik Psikoloji başlıklı yazımda dile getirmeye çalışmıştım. PDR mezunları, klinik psikoloji yüksek lisans yapacak yeterliliğe sahiptir. Ancak iş bununla sınırlı değil, alanın en önemli sıkıntılarından biri, açılan PDR ve Klinik Psikoloji yüksek lisans programlarının çok az olmasıdır. Açılan az programın büyük bir kısmı ise vakıf üniversiteleri tarafından dudak uçuklatan program ücretleriyle devam ederken, devlet üniversitelerindeki ölü toprağının sürmesidir. (Klinik psikoloji programlarının hepsinin PDR mezunu kabulü aldığını söyleyemiyorum bu arada, çoğu okul PDR mezunlarını alan dışı saymaya devam ediyor ne yazık ki. Psikolojinin diğer disiplinlerinde de benzer bir durum görülebiliyor. Bu yüzden yüksek lisans kriterlerine tek tek bakmak gerekiyor.) Açılan devlet üniversitesi programlarında da inanılmaz bir başvuru sayısı göze çarpıyor. 2021 Güz döneminde Yıldız Teknik-PDR tezli yüksek lisansına 1154 kişi başvurdu!

Psikoterapist olup danışan görmek isteyenler için psikoterapi eğitimleri şart olmakla birlikte, kimlerin hangi eğitimleri verirken hangi yeterliliğe sahip oldukları kafa karıştırıcı bir diğer sorundur. Alanda okuyan / çalışan kişiler için bu psikoterapi eğitimleri seçilirken ne yazık ki hangisi kısa süreli ve ucuzsa oraya yönelim artmaktadır. (Bilişsel ve Davranışçı Terapiler eğitimini hem Prof. Dr. Ebru Şalcıoğlu'ndan hem de yüksek lisans kapsamında Prof. Dr. Mehmet Sungur'dan alan biri olarak diyebilirim ki, 2-4 günlük BDT eğitimi gördüğünüzde lütfen oradan uzaklaşın.)

Genel ve uygulamalı psikoloji yüksek lisans programlarının ise amaçlarını ben henüz anlayabilmiş değilim. Gelişim psikolojisi, sosyal psikoloji, adli psikoloji, endüstri ve örgüt psikolojisi, travma ve ruh sağlığı, bilişsel psikoloji, deneysel psikoloji, nöropsikoloji, nöropazarlama, bağımlılık danışmanlığı ve rehabilitasyon, ruhsal rehabilitasyon gibi spesifik alanlar bence daha elle tutulur ve somut ilerlemeler kaydedilmesini sağlıyor. 

PDR mezunları diğer bir taraftan da (birçok lisans mezunu gibi) aile danışmanlığı, eğitim yönetimi, eğitim teknolojileri, erken çocukluk eğitimi, okul öncesi eğitimi, çocuk gelişimi, sosyal hizmet, üstün zekâlılar, zihinsel engelliler, kadın çalışmaları, göç çalışmaları, oyun geliştirme teknolojileri, oyun tasarımı, sağlık yönetimi, halk sağlığı, insan kaynakları gibi birbirinden değerli alanlarda yüksek lisans yapma imkânına sahipler. (Peki bu konuda öncü olan tanıdığımız uzmanlar var mı? Açıkçası benim yok, ama yok diye de yeni bir yol açılamaz mı? Bu düşünülebilir.)

Bitirirken şunu eklemek zorunda hissediyorum kendimi: Bazıları felaket tellallığı yaparak PDR / psikoloji yazmayın, çok mezun var, alan öldü-bitti diyor. Bunu diyen kişilerden şunu beklerim ben: Madem öyle, okuduğunuz PDR veya psikoloji programlarından lütfen kayıt sildirin. Mezunsanız ve alanda çalışıyorsanız da lütfen başka bir sektöre geçin. Benim haddime mi bilmiyorum ama şunu söylemeliyim: Bizim alanımız asla ölmez. Zaten hiçbir alan ölmez, gerekiyorsa şekil değiştirir. Dünya tarihinde birçok meslek şekil değiştirmek durumunda kalmış, bu değişimlere ayak uydurabilenler ayakta kalmış, uyduramayanlar ise saf dışı kalmıştır. Bu yüzden hangi alana yönelirseniz yönelin yabancı dil bilgisi, programlama/yazılım bilgisi, istatistik raporlama bilgisi, güçlü iletişim becerileri, karmaşık problemlerin çözümü alanlarında bilgilerinizi güncelleyerek sürekli artırmak adına eğitim kovalayın bence. 

Ve elbette okuyun arkadaşlar. Okulunuzun kütüphanesi başta olmak üzere ulaşabildiğiniz tüm kütüphaneleri sömürün derim ben. 

Umarım sizleri araştırmaya, soru sormaya teşvik etmiştir bu yazı. Yorumlarınızla katkıda bulunabilir, yorumunuzun başkaları tarafından görünmesini istemiyorsanız tunabaharr@gmail.com üzerinden bana e-posta gönderebilirsiniz. 

Sevgiler,

Tuna

31 Aralık 2021 Cuma

2021 Biterken...

2021 yılının son günündeyiz sevgili blog okuru. Bu yıl boyunca herkes kadar ben de arıza yaptım, yolda kaldım, vaziyetler sıklıkla patladı. Bloga yazamadığım zamanlarda da çalıştım durdum, zira yapacak başka bir şey bilmiyorum. Ara ara paylaştığım yazı ve kitap alıntılarını takip ettiğiniz için teşekkür ederim.

Ben de kendi 2021'im için bir döküm yaptım. Neler yaşadım ana hatlarıyla; düşününce, bazı yerler fantastik geldi bu fani kulunuza. 

Ama önce, ilk defa bu yıl gördüğüm, efsanevi oyun yazarı ve yönetmen Ingmar Bergman'ın İsveç'teki çalışma odasının fotoğraflarını paylaşayım, zira bu odaya kalbimi bıraktım desem yeridir.



(Fotoğraflar: Anders Danielsen Lie)

2021'e eski çalıştığım okulda girdim, pandeminin etkileri ve okulun yaşadığı mali kriz beni Şubat ayında ayrılmaya zorladı. Yaklaşık 5 yıldır çalıştığım ve bir çeşit duygusal bağ kurduğum kurumdan radikal bir şekilde ayrılmak benim için de sürprizdi aslında. İstifamın ardından bir hafta sonra yeni kurumda çalışmaya başladım ve adresim Beşiktaş oldu. Beşiktaş'la birlikte Marmaray seferleri ve Üsküdar-Beşiktaş arası çalışan deniz motorları her gün işe gelip-giderken kullandığım taşıtlar oldu. 

Şubat ayında bir sürpriz de yüksek lisans kabulü almamdı. Aslında olurdu-olmazdı, yapardım-yapamazdım derken kendimi Klinik Psikoloji bilim sınavında buldum ve programa kabul aldım. Yeni bir meydan okuma böylece hayatıma girmiş oldu. Bu program daha çok çalışmak, artık alanımda bir uzman adayı olmam demekti. İnsan psikolojisine dair dünya kadar şey öğrendim, farkındayım ki bildiklerim bilmediklerimin belki yüzde biri. 

Şubat ayında yaşadığım bu iki büyük değişim hayatımı yeniden yapılandırmamı sağladı. Eskisine göre zamanı daha iyi kullanmam, işimi daha iyi yapmam, daha iyi kitap seçmem anlamına geliyordu benim için.

Film/dizi adına oldukça ölü bir yıl geçirdim. Neler izledim pek hatırlamıyorum bile. Hatırladığım iki film kalmış aklımda. Şiva Bebeği ve The Father. Dizi olarak travma sonrası stres bozukluğunu iyi anlattığını düşündüğüm dört bölümlük Apple Tree Yard var. 

Kitaplar adına yine oldukça mutlu olduğum bir seneydi. Daha iyi kitaplar okuduğumu düşünüyorum. Sürekli artan kitap fiyatları birçok okuru korkuttuğu gibi beni de korkutuyor. Yayıncılık sektörü çok ama çok ciddi bir krizin içinde şu an. Okuyup çok sevdiğim kitaplardan bazıları:

1) Lucia Berlin, Temizlikçi Kadınlar İçin El Kitabı

2) Vigdis Hjort, Miras

3) Edouard Louis, Eddy'nin Sonu

4) Albert Sanchez Pinol, Soğuk Deri

5) Aleksandros Papadiamantis, Hadula

6) Jean Louis Fornuier, Tek Yalnız Ben Değilim

7) Fethiye Çetin, Anneannem

Yılın son günlerinde Faruk Duman okumaya başladım, Ve Bir Pars Hüzünle Kaybolur'dan sonra Sus Barbatus üçlemesine başladım, şu an ikinci kitaptayım. Çok beğendiğimi söylemeliyim. İlerleyen günlerde Annie Ernaux'nun Seneler'ini, Tara Westover'ın Talebe'sini okuyacağım. Kurgu dışı olarak da sırada; Beyin ve İç Dünya ile Sanatçının Kendine Yolculuğu var. 

Son olarak... bunu söylemeli miyim hiç bilmiyorum ama kendime motivasyon olsun diye yazmak belki daha sağlıklı olur. 2009'da Petunya'nın yazımını bitirdiğimden beri hiç kitap yazmadım. Ancak herkesten gizlediğim yeni romanımın ilk notlarını 2016'da almaya başlamıştım. Kasım 2021'den beri bu kitabı bitirmem gerektiği yönünde kendime baskı yapıyorum. 2022'de yüksek lisansla birlikte yeni romanı bitirebilmeyi gerçekten çok istiyorum. Tüm enerjimi bu ikisine vereceğim gibi duruyor. 

Ruh ve beden sağlığımızı koruduğumuz, huzurlu ve mutlu olduğumuz, sevdiğimiz işleri yaptığımız ya da yaptığımız işleri sevdiğimiz bir yıl dilerim hepimize. Görüşmek üzere...

- Tuna 

26 Aralık 2021 Pazar

Jung ve Kişilik Gelişmesi

Hiçbir zaman hastayı başka birine dönüştürmeye çalışmam. Benim için önemli olan hastanın kendi görüşünü kazanmasıdır. Tedavim altındaki biri bir pagansa pagan, bir hristiyansa hristiyan ve bir yahudiyse yahudi, yani kaderi neyse o kalır.

İnancını yitirmiş yahudi bir kadın hastamı çok iyi anımsıyorum. Olay gördüğüm bir düşle başladı. Düşümde tanımadığım genç bir kadın muayenehaneme geldi. Bana durumunu anlatırken, "Dediğinden hiçbir şey anlamıyorum. Ne demek istiyor?" diye düşünüp dururken ansızın çok güçlü bir baba kompleksi olduğuna karar verdim. İşte düş böyleydi.



Ertesi gün saat dört için bir randevu alınmıştı. Genç bir kadın geldi. Zengin bir yahudi bankacının kızıydı. Çok zeki bir kadındı. Çok şık giyinmişti. Daha önceden de analize gitmiş ama doktoru ona duygularını aktarınca evliliği tehlikeye girmesin diye bir daha gelmemesini rica etmiş.

Kızın yıllardır şiddetli bir anskiyete nevrozu vardı. Özgeçmişiyle başladım ama dikkat çekici bir şey bulamadım. Batılılaşmış bir yahudiydi ve uyum bozukluğu yoktu. İlk önce sorununun ne olduğunu anlayamadım. Birdenbire aklıma gördüğüm düş geldi. "Demek ki gördüğüm küçük kız bu!" diye düşündüm ama genç kadında baba kompleksinin izine rastlamamıştım. Böyle durumlarda yaptığım gibi kadına büyükbabasını sordum. Bir an gözlerini yumdu. O da bana yetti. Sorun burada yatıyordu. Ona, büyükbabasını anlatmasını söyledim. Hahammış ve bir yahudi mezhebindenmiş. "Hasidiklerden miydi? Haham olduğuna göre bir zaddik miydi?" diye sordum. "Evet, öyleymiş. Bir aziz olduğu, sezgisinin de olağanüstü olduğu söylenir. Saçma! Böyle bir şey olamaz," diye yanıtladı.

Kızın özgeçmişini irdelemeyi bıraktım. Nevrozunun nedenini anlamıştım. "Şimdi size kabul etmeyeceğiniz bir şey söyleyeceğim. Büyükbabanız bir zaddikmiş. Babanız yahudi dinine karşı çıkıp gizine ihanet etmiş ve Tanrı'ya sırt çevirmiş. Nevrozunuzun kaynağı Tanrı korkusu," dedim. Yıldırım çarpmışa döndü.

Ertesi akşam bir düş gördüm. Evimde bir davet veriliyordu ve hastam da oradaydı! Yanıma geldi ve bana, "Şemsiyeniz yok mu? Çok yağmur yağıyor," dedi. Bir şemsiye buldum. Tam ona verirken ne yaptım biliyor musunuz? Bir tanrıçaymışçasına dizlerimin üzerine çöktüm ve şemsiyeyi öyle verdim.

Bu düşü ona anlattım. Bir hafta içinde nevrozu geçti. Düş bana yüzeysel görünüşünün altında bir azizede olabilecek niteliklere sahip olduğunu anlatmıştı. Mitolojik düşünceleri yoktu. Bu nedenle, yapısının en önemli niteliği kendini ifade etme olasılığını bulamıyordu. Tüm bilinçli faaliyetleri flört etmeye, giyime ve cinselliğe yönelmişti çünkü başka bir şey bilmiyordu. Yalnızca zihni tanıyor ve anlamsız bir yaşam sürüyordu. Aslında, ruhsallığa dönük yapıları olan Tanrı'nın çocuklarından biriydi. Böylece yaşamı anlam kazandı ve nevrozu geçti.

Bu vakada hiçbir yöntem kullanmadım. Yalnızca numenin varlığını sezmiştim. Ona yaptığım açıklamalar iyileştirici olmuştu. Burada önemli olan yöntem değil korkuydu.

Yaşamın sorunsallarına yanlış yanıtlar bulmuş ve onlarla yetinmiş ve bu nedenle nevrotik olmuş çok insan tanıdım. Mevki, para, evlilik ya da ün peşinde koşarlar; bulunca da mutsuzlukları sürer. Çoğu insan çok kısıtlı ruhsal sınırlar içinde kalır. Yaşamlarında ne yeterince içerik ne de yeterince anlam vardır. Kişiliklerinin gelişmesine yardımcı olunursa nevrozları çoğu zaman yok olur. Bu nedenle, kişilik gelişmesi benim için çok önemlidir. 

Görsel.

22 Aralık 2021 Çarşamba

Tahran'da Psikanaliz Yapmak

Son beş yıldır Tahran'da psikanaliz pratiğimi sürdürüyorum. Bu süre içinde İran'da bir psikanalist olarak yaşadığım deneyimler üzerine birkaç makale yazdım ve bunları uluslararası konferanslarda sundum. Birkaç Batılı radyo istasyonu ve dergi bu konu üzerine benimle röportaj yaptı ve ayrıca şu an okumakta olduğunuz bu kitabı yazdım.


İran’da psikanaliz yapmak üzerine farklı platformlarda konuşmak benim için ilginç bir deneyimdi. Dinleyicilerin anlattıklarıma verdikleri tepkiler gayet şaşırtıcıydı. Ben bu tepkiyi, Julia Kristeva’nın bir ifadesini ödünç alarak, “büyülenmiş bir reddediş” hali olarak yorumluyorum. 

İran'da psikanaliz yapma konusu daha en başından büyüleyici birtakım fantezileri kışkırtıyor; dinleyici çoğunlukla lezzetli, egzotik hikâyelerin beklentisine giriyor. Ancak bu büyülenmeye, İran'da psikanaliz yapmanın imkânsızlığına gönderme yapan bir reddediş eşlik ediyor. Boston’da veya New York’ta yaşayan hastaların hikâyelerine benzeyen vakalar sunarak neredeyse hayal kırıldığına sebep olduğumu hissediyorum.

Bu tepkiler, Edward Said’in kullandığı terminolojiyi ödünç alarak, “oryantalizm”in bir formu olarak da yorumlanabilir. Egzotik (veya oryantal) Öteki, bir Batılı için büyüleyici bir şey, ama bu bakış Öteki’ni aşağı gören bir bakış; genellikle Fransızlara atfedilen türden bir egzotiklik değil. 

Ancak, Said’in kuramsal duruşunun ayrıntılarına girmeden, onun teorisine göre "Oryantal"lerin oryantalizmi yaratma konusunda taşıdıkları sorumluluğa da değinmek isterim. İçinde bulunduğumuz durum için, kaderimiz için Batıyı suçlamaktan vazgeçmeliyiz.

İşin aslı şu ki, şayet bu kitabı oryantalist meraklarınızı doyurmak için okuyorsanız, sizi uyarmam gerekiyor: hayal kırıklığına uğrayacaksınız.

Kara çarşafı erotize etmenin, Ruj Cihadı gibi egzotik başlıklar kullanmanın, İranlı erkeklerin karılarını nasıl dövdüklerinden bahsetmenin, veya elif, be, te gibi harflerle İran kaligrafisini erotize edip, Şehrazad, Siyavaş, Mahmut, Hüseyin gibi egzotik isimler kullanmanın popüler bir akım olduğunu biliyorum. Ben bu fenomen için “Öteki”ni suçlamıyorum, bu bizim kendimize yaptığı­mız bir şey. Bizler Öteki’nin gözlerindeki oryantal yansımamıza bağımlıyız.


Bir Fransız arkadaş geçenlerde “Fransızların da çeşitli şekillerde erotize edildikleri”ni anımsattı bana. Ama ben creme brûlee üzerinden erotize edilmekle, kara çarşaf üzerinden erotize edilmek arasında bir fark olduğuna inanıyorum. İlki efendi-köle zihniyetinin bir tezahürü değil; Fransızlar üstünlükleri üzerinden erotize ediliyorlar, bunun yanında Oryantaller aşağı seviyede sundukları hoşluklar için arzu ediliyorlar.

Suçlama oyununu oynamıyorum; biz bunu kendimize yapı­yoruz, çünkü süreçten elde edilebilecek birçok nevrotik kazanım söz konusu.

Değişim kendi içimizde başlar. Erotik, egzotik ve acayip görülmenin zevklerinden vazgeçmeliyiz. Kaçınılmaz sıradanlığımızla yüzleşmeliyiz. 

Slavoj Zizek, yakın zamanda verdiği bir röportajda, Abbas Kiarostami’nin filmlerinde en çok hayranlık duyduğu şeyin bu filmlerin seyirciye İran’daki gündelik hayata dair imgeler göstermemeleri, evrensel çelişkileri sunmaları olduğunu söylemiş. Ben de aynı düşünce ekolünden geliyorum. 

Geçenlerde ünlü bir Lacancı psikanaliste “Divan ve Kara Çarşaf” başlıklı bir makalemi, yorum yapması için gönderdim. Şöyle yazdı: 

Burada, bana, sunduğunuz şey... İran’da psikanaliz pratiğini sürdürmenin imkânsızlığından alınabilecek sosyolojik derslerdir -İranlının kendi benliğini yaratma sürecine dair çok güzel bir araştırma. Orada Ödipal kompleks Batı’da olduğundan çok daha farklı parametrelere göre hayata geçiyor... her şey tepetaklak olmuş. Sembolik Düzen - ya da onun yerine geçen şey, yani tutkulu erkekleriyle birlikte baskılanan, o tüm zamanların en büyük uygarlığı üzerine empoze edilmiş ve mekanik bir dayanışmayı hatırlatan eğilmez, bükülmez yapı- annenin her şeye kadir arzusunu düzenleyen şeyin çocuğu için bir arka zemindir... bu yüzden feminenlik ve bedene dair postmodern tanımlamalar, ataerkil düzene yönelik doğrudan bir suçlama olmadığı için, Batılı anlamda olmadığı için, kanımca sorunludur. Her halükârda psikanaliz İran'da işleyemez, çünkü nihayetinde tamamen Batılı bir pratiktir.

Bu analiste göre, İran’da psikanaliz mümkün değildir — ve yalnızca Batılı bir pratik olduğu için değil, İranlılar farklı bir sembolik düzen içinde işlev gördükleri için mümkün değildir. İran’da sembolik düzen tepetaklaktır: çocuk için Oedipus kompleksine bir giriş kapısı bulunmamaktadır, yani burada bir bakıma İran milli psişesinin psikotik özellik gösterdiği ima edilmektedir.

Yakın zamanda Boston’da gerçekleşen bir konferansta ise bir başka psikanalist yazdığım farklı bir makaleye şöyle tepki verdi: “Ama ben sanmıyorum ki İranlılar serbest çağrışım yapabilsinler!” Ben de İranlıların serbest çağrışımdan başka bir şey yapmadıkları ve sorunlarının da bu olduğu şeklindeki kendi görüşümü dile getirerek cevap verdim.

Ayrıca kitabımın ilk taslaklarından birini birçok defalar Tahran'ı ziyaret etmiş ünlü bir gazeteciye gönderdim. İran'ın onu büyülediğini biliyordum. Bana şöyle yazdı:

Yayımcılık şirketi olan bir arkadaşıma konudan bahsettim. En kışkırtıcı birkaç bölümü seçip, ona e- postayla göndermeni istedi. Ancak bu bölümler Amerikan halkına hitap edecek bölümler olmalı. (Bir psikanalistin Manhattan’da yazabileceği türden bir malzeme olmamalı, ağız sulandırıcı olmalı.) 

Bir psikanalistin nasıl olup da İran’da işlev görebileceğini aklım almıyor. Hiçbir ayetullah gelip, yardım istedi mi, merak ediyorum. 

Bölümlere daha zıpır, daha enerjik bir başlık vermelisin. (“İran'da Divana Uzanmak” örneğin, daha iyi: daha zıpır!) Tahran’da hakikaten kaç hastayı tedavi ettiğini merak ediyorum. Tahran dışından gelen hastan da var mı? Psikiyatrik tedavi gören mahkûmlar oluyor mu?

İran otoritelerinin hastalarının sana anlattıklarını öğrenmeye çalışacaklarından endişe duyduğun oluyor mu? Hastaların arasında siyasi hükümlüler oldu mu? 

Hastaların daha çok seksüel sorunları mı oluyor, siyasi sorunları mı? Ya da bazen bunların birbirine karıştığı oluyor mu? [Anlaşılan, bu gazeteciye göre bir Iranlının yaşayabileceği yegâne iki sorun ancak bunlar olabilir!] 

Başlığı “İran’da Çıldırmak” şeklinde değiştirmeye ne dersin?

İşte “büyülenmiş reddediş”ten kastım bu. İranlılar başka bir dünyanın varlıklarıdır. Tuhaf, egzotik yaratıklardır. Kimdir bu yabancılar? Ve neden, kimden yabancılardır?

- Gohar Homayounpour, Tahran'da Psikanaliz Yapmak