kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Şubat 2023 Pazar

Küçük bir çocuk

"Başkalarına nasıl göründüğümü bilemeyeceğim, ama ben kendimi henüz keşfedilmemiş gerçekliklerle dolu uçsuz bucaksız okyanusun kıyısında oyun oynayan, kaygan bir çakıltaşı ya da güzel bir deniz kabuğu bulduğunda mutlu olan küçük bir çocuk gibi gördüm hep."

- Isaac Newton

23 Şubat 2023 Perşembe

Wittgenstein'ın Yeğeni

Paul nasıl yıllar yılı kendi deliliği içinde az çok ölümüne koşmuş durmuşsa, ben de kendi deliliğim içinde ölümüme koşmuş durmuştum. Paul'un yolu nasıl dönüp dolaşıp bir akıl hastaları kliniğinde sona ermek zorunda kaldıysa, yarıda kesilmesi gerektiyse, benimki de dönüp dolaşıp bir akciğer hastaları kliniğinde sona ermek zorunda kaldı, yarıda kesilmesi gerekti. Nasıl Paul daima kendine ve çevresine karşı kendi bildiğini okumayı en uç noktasına vardırmış ve bu yüzden akıl hastaları kliniğine sokulması gerekmişse, ben de hep kendime ve çevreme karşı kendi bildiğimi okumayı sonuna kadar sürdürdüğüm için akciğer hastaları kliniğine sokulmuştum. Paul tahmin edilebileceği gibi nasıl giderek kısalan aralarla, kendini ve dünyayı artık kaldıramaz olduysa, ben de giderek kısalan aralarla kendi kendimi kaldıramaz oldum ve tıpkı Paul için akıl hastaları kliniğinde yeniden kendine geldi denebilirse ben de akciğer hastalıkları kliniğinde kendime geldim. 


Nasıl Paul'u hep sonuç olarak deli doktorları mahvettiler de sonra gene kendi gayretleriyle ayağa kalkmasını sağladılarsa, beni de akciğer uzmanları mahvetti ve kendi gayretlerimle ayağa kalkmamı sağladılar sonra da, yani sonuç olarak açıkça söylemek gerekir ki onun üzerine akıl hastaneleri damgasını vurduysa, ben de akciğer kliniklerinin damgasını taşıdığımı düşünüyorum, hayatının uzun dönemleri boyunca onu nasıl deliler eğittiyse, sonuç olarak nasıl delilerin içinde gelişip serpildiyse, ben de akciğer hastalarının yanında gelişip serpildim, akciğer hastalarının yanında gelişip serpilmek de delilerin yanında yanında gelişip serpilmekten pek farklı değil. Ona hayatı ve insan varoluşunu son hesaplaşmada deliler öğrettilerse bana da akciğer hastaları aynı şeyleri aynı şaşmazlıkla öğrettiler, ve nasıl Paul'un günün birinde denetimini kaybedip delirdiği söylenebilirse benim de günün birinde denetimimi kaybedip akciğer hastası olduğum söylenebilir. Nasıl ben günün birinde her şeye karşı durmuşsam Paul da birden her şeye karşı durduğu ve tabii karşı durdukları tarafından altedildiği için delirdi, yalnız fark şurada ki ben bu yüzden akciğer hastası oldum, o ise delirdi. Ama Paul'un benim kendi deliliğimden fazla bir deliliği de yok, çünkü ben de en az Paul kadar deliyim, en azından herkesin Paul'un olduğunu iddia ettikleri kadar deli, yalnız ben üstüne üstlük bir de akciğer hastası oldum. Paul'la aramızdaki tek fark Paul'un kendi deliliğinin onu tamamıyla avucuna almasına izin vermesi, benimse en az onunki kadar büyük olan deliliğimin beni avucuna almasına hiçbir zaman izin vermememdir, deyim yerindeyse kendi deliliğinin içerisinde eridi gitti o; ben kendi deliliğimi hayat boyu sömürmüş, gemlemişken Paul kendi deliliğini hiçbir zaman gemleyemedi ve belki de bu yüzden benim kendi deliliğim Paul'unkinden çok daha deli bir delilik oldu. Paul'un sadece deliliği vardı, o bu delilikle varoldu, benimse deliliğimin yanı sıra bir de akciğer hastalığım vardı ve ben ikisini de, akciğer hastalığını olduğu gibi deliliği de sömürdüm; bir gün baktım bunları, varoluşumun kaynağı haline getirmişim, göz açıp kapayıncaya kadar, bir hayat boyu. Paul nasıl yıllar yılı deliyi yaşadıysa, ben de yıllarca akciğer hastasını yaşadım, Paul nasıl yıllar yılı deliyi oynadıysa, ben de yıllar yılı akciğer hastasını oynadım, o nasıl deli rolünü kendi amaçları için sömürdüyse, ben de akciğer hastası rolünü sömürdüm. 

Wittgenstein'ın Yeğeni, Thomas Bernhard

19 Şubat 2023 Pazar

Afacan Bir Psikanalistin Düşünceleri

“Divanı hâlâ kullanıyor musunuz yahu?”

“Birlikte çalışmaya ne dersin? Sen hastalara sorunlarının nereden kaynaklandığını açıklarsın, ben de danışmanlık hizmeti veririm.”

“Doktor Bey, benim bugünden söz etmem gerek, yoksa siz yalnızca geçmişle mi ilgileniyorsunuz?”


Her geçen gün işte ve arkadaşlarımla olduğumda fark ediyorum ki, psikanaliz günümüzde biraz eski moda zihinsel bir hobi gibi, geçmişe özlem duyanların yaşamları hiçbir şey olmamışcasına akıp giderken kendilerini şımartmak (ya da içlerini dökmek) için yıllarca sürdürdükleri bir şıklık gibi görülüyor.

Büyük bir tutkuyla sevdiğim, uğruna yıllarca çalıştığım, emek ve para harcadığım bu disiplin üzerinde artık baskı oluşturan bu ağır önyargılar, bir yanıyla moda yaklaşımlara ayak uydurma kaygısıyla bir yana bırakılmış klasik kurumlara yönelik tahammülsüzlükten kaynaklanıyor elbette, ama psikanaliz dünyasının da sütten çıkmış ak kaşık olduğu söylenemez.

Özellikle burjuva sınıfından son derece namuslu kadınların cinsel dürtülerini dile getirmeleri nedeniyle kültürel bir skandal olarak doğan disiplinimiz, diktatörlüğe dönüşen pek çok devrim gibi, zaman içinde yenilikçi gücünü sürdürmekte zorlandı. Pek çok analist psikanalizin evrilmesine fırsat tanımaktansa, ruhunu kaybedeceğinden korkarak sıkı bir kalıba hapsolmasını göze almayı yeğledi. Bunun sonucunda da zavallı hastası içindeki fırtınaları gözyaşlarına dökerken koltuğunda çıt çıkarmadan oturan, hatta uyuklayan analisti –ama haklı ama haksız yere– alaya alan karikatürler çıktı ortaya.

İçerik ve üslupla ilgili ağır ilerleyen bu kültürel devrimin, meslek camiasının dışında yeterince yayılmamış olması beni müthiş üzüyor. Bunun nedeni, Freud gibi her şeye karışan bir babanın gölgesinden kurtulmanın çocukları açısından zorluğu veya analistlerin medyada yer alarak ya da daha geniş kitlelere hitap edecek nitelikte yazılar yazarak kavramlarını gereğinden fazla yalınlaştırmaktan korkmaları olabilir. Sonuçta pek çoklarının gözünde psikanalizin üstü toz tutmuş bir saçmalık olduğu bir gerçek.

Peki kendi içlerine gitmek isteyen ve bu yolda çok da korkmadan ilerlemelerini sağlayacak birini bulmayı umut eden meraklı insanlar ne olacak? Ya da şu aralar pek geçerli olan bilişsel-davranışçı uygulayımlara başvurmak zorunda kalmadan düşleri dinlemek ve karşısındakini kucaklamak isteyen bugünün ve yarının genç analistleri?

Eğitim ve analiz masraflarını karşılayabilmek için geceleri barlarda çalışan, garsonluk yapan ve haftada ancak birkaç saat terapist gömleğini giyen sağlık ya da üniversite çalışanlarını düşünüyorum. Meslekten olmayanların anlamakta zorlanacağı bir tutkuyla yanıp tutuşan, terapiye başlayıp sonra bir anda gelmeyi bırakan hastalarla özelde çalışan (ve hastalar gelmeyi kestiklerinde ne hata yaptım diye düşünerek içi karalar bağlayan) uzmanlar ne olacak?

Bu kitap işte bu düşe kapılanlara seslenmek için ortaya çıktı.

- Antonino Ferro, Luca Nicoli, Afacan Bir Psikanalistin Düşünceleri

5 Şubat 2023 Pazar

Henry Miller'dan Psikanalist Arkadaşlarına Üç Kart

Unutulmaz yazar Henry Miller, Marousi’nin Devi adlı harika kitabında üç psikanalist arkadaşına birer kart attığını yazar:

Amfi tiyatronun basamaklarında güneşlenirken aklıma arkadaşlarıma birkaç sevinç sözcüğü yazma düşüncesi geldi, özellikle psikanalist arkadaşlarıma. Üç kart yazdım; biri Fransa’ya, biri İngiltere’ye, biri de Amerika’ya. Kendilerini şifacı sanan bu yorgun beygirlere kibarca işlerini bir an önce bırakıp tedavi için Epidauros’a gelmelerini önerdim. Üçünün de şifa sanatına fena halde ihtiyacı vardı - kendilerini kurtarmaktan aciz kurtarıcılar. 


Biri kartım ona ulaşmadan intihar etti, öteki kartımı aldıktan kısa bir süre sonra kahrından öldü, üçüncüsü ise kısaca beni kıskandığını ve işini bırakacak cesarete sahip olmayı dilediğini yazdı.

Psikanalistler dünyanın her yerinde umutsuz bir savaş sürdürmekte. Tekrar hayat akışına kazandırdıkları, kendi deyimleriyle, “adapte ettikleri” her hastaya karşılık bir düzine insanı aciz kılıyorlar. Hiçbir zaman herkese yetecek sayıda psikanalist olmayacak, onları ne kadar hızlı mezun edersek edelim. Kısa süren bir savaş yüzyılların emeğini yok etmeye yetiyor. 

Cerrahide yeni ilerlemeler kaydedilecek elbette, ancak bu ilerlemelerin ne kadar yarar sağlayacağını görmek zor. Bütün yaşam biçimimizin değişmesi gerekiyor. Daha iyi ameliyat gereçleri istemiyoruz, daha iyi bir hayat istiyoruz biz. Bütün cerrahlar, bütün psikanalistler, bütün hekimler işlerinden uzaklaştırılıp Epidauros’un koca çanağında bir süre bir araya getirilmeli; toplumun genelinin ivedi, zorlayıcı gereksinimlerini sükunetle tartışsalar yanıt hızla gelecektir, hem de oy birliğiyle: DEVRİM. 

Dünya çapında bir devrim; her ülkede, her sınıfta, bilincin her alanında. Savaş hastalıklara karşı değil; hastalıklar yan ürün sadece. Düşman mikroplar değil, insanın kendisi; gururu, önyargıları, aptallığı, kibri. Hiçbir sınıf bundan muaf değil, hiçbir sistem her derde deva ilaca sahip değil. Her birey kendine ait olmayan yaşam biçimine başkaldırmalı. Bu başkaldırı ancak sürekli ve kesintisiz olduğu takdirde başarıya ulaşabilir. 

Hükümetleri, efendileri, tiranları devirmek yetmez; kişinin doğruya ve yanlışa, iyiye ve kötüye, adalete ve adaletsizliğe dair kendi önyargılarını da devirmesi gerekir. Kazıp da içine kendimizi gömdüğümüz savaş siperlerini terk ederek açığa çıkmalıyız; kollarımızı açıp silahlarımızı, sahip olduğumuz şeyleri, bireysel haklarımızı, sınıflarımızı, ülkelerimizi, halklarımızı teslim etmeliyiz. Barış arayan milyarca insan köleleştirilemez. Dar, sınırlı hayat görüşümüzle köleleştirdik biz kendimizi. 

İnsanın hayatını bir davaya adaması olağanüstüdür, fakat ölüler hiçbir işe yaramaz. Hayat daha fazlasını talep eder - şevk, gönül, zekâ, iyi niyet. Doğa ölümün açtığı boşlukları onarmaya her zaman hazırdır, fakat zekâyı, iyi niyeti ve ölümün gücünü yenmek için gerekli hayal gücünü sağlayamaz. Doğa onarır ve yeniler, o kadar. Sonsuz biçimlerde dallanıp budaklanan öldürme içgüdüsünü içinden söküp atmak insanın işidir. Güce güçle karşılık vermek ne kadar anlamsızsa Tanrı’ya bel bağlamak da o kadar yararsızdır. Her savaş insan ruhu için bir yenilgidir. Savaş, sözde barış dönemlerinde bile, her gün her yerde olagelen çatışmaların dramatik biçimde muazzam bir göstergesidir sadece. Her insan kıyımın sürmesi yolunda kendi küçük katkısını yapar, ilgisiz gibi görünenler bile. Hepimiz içindeyiz, hepimiz katılıyoruz, zoraki olarak. Dünya bizim eserimiz ve eserimizin meyvelerini kabullenmek zorundayız. 

Dünyanın iyiliğini, düzenini, huzurunu düşünmeyi reddettiğimiz sürece birbirimizi öldürmeye, birbirimize ihanet etmeye devam edeceğiz.

2 Şubat 2023 Perşembe

Arzular ve Sınırlar

Sanayi sonrası kapitalist ideoloji bireyi, keyif alma kapasitesi sınırsız biri olarak görüyor. Birey, sürekli artan arzularını devamlı tatmin ederek hazzın sınırlarını sonsuza dek öteleyebilen biri olarak resmediliyor. Gelgelelim, paradoksal bir şekilde, sınırları yokmuş gibi görünen bir toplumda birçok insan tatmin bulamıyor ve çoğu kez kendi kendine zarar verme yoluna sapıyor. Dizginsiz tüketim insanları kendilerini tüketmeye itme eğiliminde.


Kriz tam da kontrolü kaybettiğimiz an olarak tanımlanabilir - bildiğimiz dünyanın yok olduğu ve bilinmeyenle yüz yüze geldiğimiz an. Toplum için sonuçları ne olursa olsun, birey için böyle bir kriz, neyin gerçekten önemli olduğunu yeniden değerlendirme ânı olabilir. Bir ekonomik kriz insanları tasarrufa zorladığında, aynı zamanda arzularını gözden geçirmeye mecbur bırakır. Tasarruf yapmak arzuyu feda etmektir - ya da en azından ertelemektir. Seçim toplumu yakın zamana kadar, ânında tatmini teşvik etmiş, bize hiçbir şeyi ertelememeyi öğretmişti.

Ancak bu sürecin ortasındayken bile insanlar arzularını canlı tutmak için sürekli yeni sınırlar oluşturuyordu: İçinde bulundukları toplumun keyif itkisini frenlemek için kendilerine özgü yeni yasaklar icat ediyorlardı. Sınırları olmayan bir toplumda yaşadığımı söyleyen teorilere bu yüzden katılmıyorum. Sınırların var olmadığı bir toplum ile sınırları olmayan bir toplum resmi çizen bir ideoloji arasında fark vardır. Medyada temsil edildiği haliyle günümüz ideolojisi keyfin sınırsızlığı fikriyle oynarken, birey hâlâ kendi yasaklarıyla boğuşuyor.

Psikanaliz insan arzularını incelerken, arzuyu daima yasakla ilişkilendirmiştir. İstediğini elde edemediği için acı çeken birisi söz konusu olduğunda çözüm, istediğini elde etmesinin önündeki engelden kurtulmak değil, o insana bir şekilde o sınırın ta kendisini "kucaklamayı" öğretmek ve arzu nesnesinin tam da erişilmez olduğu için çekici olduğunu görmesini sağlamaktır. 

Arzular daima belli yasaklar içerir. Eski engeller ortadan kaybolduğunda hemen yenilerini icat ediveririz. Bunu gayet iyi bilen Londra'daki Conran mağazasının sahibi şöyle diyor: "İnsanlar ne istediklerini bilmez, ta ki siz onu verene kadar." 11 Eylül'den sonra Slovenya'da acayip bir turist patlaması yaşandığında (insanlar burayı güvenli bir yer olarak algılıyordu), Slovenya turizm komisyonu arzuyu artırmak amacıyla birtakım yasaklar koymaya karar vermişti. Reklamlarda "Slovenya'ya gitmeyin!" sloganı kullanılmıştı. 

Sınır arzusu küçük çocuklarda da görülebilir. Mevcut seçeneklerin sayısı çok fazla olduğunda huzursuzlanıp anne babalarından rehberlik istemeye başlarlar. Anne babalarının önerdiğinin tam aksini seçecek olsalar bile, sınırsız seçimle uğraşmaktan kurtulmanın rahatlığını yaşarlar.

- Seçme İkilemi, Renata Salecl

28 Ocak 2023 Cumartesi

Arzular Katlanılmaz Olduğunda

Tragedyalar istediklerini elde edemeyen insanların hikâyeleridir, ama istediklerini elde edemeyen insanlarla ilgili her hikâye trajik bir görünüm taşımaz. Komedyalarda insanlar istediklerinin bir kısmını elde eder ama tragedyalarda insanlar istemenin bir işe yaramadığını keşfeder ve olay örgüsü çözüldükçe istediklerini sandıkları şeyin giderek daha azına erişirler. 


İşin aslı, hem istedikleri şey hem de isteklerine ulaşmaya çalışma yöntemleri bir tahribata yol açar; nihayetinde de trajik kahraman olarak adlandırılan karakterin ve tabii ki onun düşmanlarının ve yandaşlarının yıkımına sebep olur. Adına ister hırs, ister aşk veya hakikat arayışı densin, en basit şekliyle belirtmek gerekirse tragedyalar, herhangi bir şeyi (bir kralı tahtından etmeyi, babanın intikamını almayı, gözde kız evladın sevgisini dile getirmesini) arzulamanın acı sonunu gözler önüne serer. Trajik kahramanlar başarısızlığıa uğramış pragmatistlerdir. Hedefleri gerçekdışı, yöntemleri ipe sapa gelmezdir. 

Daima gereksinim durumunda bulunduğumuzu, psikanalist John Rickman'ın tabiriyle "içgüdülerin esiri" olduğumuzu ve mütemadiyen bir şeyler istediğimizi düşünürsek, arzuyu trajik, keyifli değil de netameli, hayat dolu değil de dehşet verici yapan nedir? 

İsteklerimiz her daim rekabet içindedir ve çoğunlukla da birbiriyle çelişir, dolayısıyla seçim yaparken temel unsurlar feda edilir. Yaşam, insanlar öyle her istediklerini elde edemedi diye değil, arzuları kendilerine hasar vermeye başladığında, istedikleri şey katlanılmaz kayıplara gebe olduğunda trajik bir hal alır. Bir tragedyadan yola çıkarak adlandırılmış olan Oidipus kompleksinin trajik olarak tasvir edilebilecek yanı şudur: Freudcu senaryoya göre, ebeveyninden birini arzulayan çocuk ötekini rakip pozisyona sokar ve ileride samimi arzulara sahip bir yetişkin olabilmek için eninde sonunda ebeveynine duyduğu ihtiyacı aşmak zorunda kalır. Cinselliği yaşayabilmek için çocukluğu geride bırakmanız gereklidir ve tabii bu geride bırakmanız gereken tek şey de olmayabilir.

Pragmatik bir insan, yaşam sanatının özünün birbiriyle bağdaşmayan istekleri bağdaşır duruma getirmek, arzuları birbirini saf dışı bırakmayacak şekilde tanımlamak olduğunu söyleyecektir. Liberal bir gerçekçi ise bu yaklaşımın insani gereksinimlerinin doğasına aykırı olduğunu ileri sürecektir. Arzunun yarattığı sıkıntı ve güçlükler hüsrandan doğar; bir şeyi tercih ettiğimizde başka bir şey yüzünden hüsrana uğrayabiliriz. Dolayısıyla hüsrana katlanıp katlanamayacağımız ya da bunu isteyip istemediğimiz son derece belirleyicidir. 

"İhtiyaçlarımız" dediğimiz şeyler konusunda bu kadar emin ve ikna edici varlıklar olmasaydık bu durumun ceremesini başka şekillerde çekiyor olurduk. Tragedyalar hüsrana uğramanın eşiğinde olan, bir şeye ihtiyaç duymaya başlayan bir kişiyle başlar ve ilk etapta anakarakterin gözünde henüz tragedya değildirler. 

- Kaçırdıklarımız

18 Ocak 2023 Çarşamba

Dağın Yükü

Karşımda duran bu dağın üzerime serpiştirdiği hüzünleri, çıkışsızlıkları ne yapacağım. Onları biriktirmek, biriken yığında boğulmaktan öte ne işe yarar? Yoksa, onların bedenime bedenime sızmalarına engel mi olmalıyım? Evet belki de yapılması gereken tek şey bu!


Bu yükü taşımaktan usandım artık. Dağın, denizin, dünyanın ağırlığını başkası yüklenmeli. Sırayla yapılmalı bu iş. Böylece duyarsızların duyargaları işlerlik kazanabilir. 

Sabah olunca doktorun karşısına çıkıp, dağı taşımaktan vazgeçtiğimi, yıprandığımı, yorulduğumu söyleyeceğim. Ama bunu da anlamayacak. Her zamanki gibi ruhumun elbisesini çıkarmaya yeltenen bakışlarıyla aynı şekilde nefes alıp nefesini verirken aynı ses tonuyla konuşacak. O öfkesiz, duru, kuru ses akordunu daha odasının kapısında hemencecik yapıveriyor. Ve dinlemeye başlıyor beni, ama duymadan. Biliyorum. Saçmaladığımı düşünüyor. Bunu kanıtlamak hiç zor değil. Örneğin şu dağ meselesi.

Ona ilk kez dağın yükünü söylediğimde bir babanın oğluna nasihat etmesi gibi "O avucunuzda tuttuğunuz bir taş, dağ değil" demişti. Avucumdaki taşın taş olduğunu bilmediğimi sanıyordu. Ve böylece bir kat daha artmıştı taşıdığım ağırlık. Dağları, denizleri, ağaçları, irili ufaklı tüm canlıları, insanları, okyanusları, yani dünyayı, yani dağı nasıl taşıdığımı insanlara gösterebilmek için bir dağ boyutlarında maket yapıp, onu avuçlarıma sığdırmamı beklemek gibi bir mantıksızlığın peşinden koşuyor. Bir de yeri geldiği zaman "Hastanın sözleri hastalıklı sözlerdir" diyor. Sanki o beklentisi çok sağlıklı! Biliyorum. Bana öyle söylediği zaman içinden kıkır kıkır, fıkır fıkır, tıkır tıkır gülüyor. Dudaklarına hapsettiği kahkahaların yankısı beynimin duvarlarında tokat gibi şaklıyor. 

Olsun, yine de seviyorum doktorumu. Dayatmaları, kibar zorbalıkları, kurallara bağımlı eşinmeleri, beynimi ilaçlarla uyuşturup kendince "hastalıklı-bozuk" düşüncelerden ayrıştırma hayalleri olsa da seviyorum onu. En azından Hipokrat'ın çocuklarından biri, ama biraz beni hastaların yatağına yatırmadan dinlemeye çalışsa her şey açığa çıkacak. O zaman "hastane korumalı bir yerdir" demekten vazgeçip kendisini ve beni rahatlatmış olacak. Hem kim ya da kimlerin korunması için söylüyor bunu? Beni insanlardan mı, yoksa insanları mı benden korumaya çalışıyor? Her ne şekilde olursa olsun bir şekilde hayvansallık çıkıyor ortaya. Hastalıkları standardize edip renkli çamaşır, beyaz çamaşır ayırır gibi ayırıp, çamaşır makinesine tıkıp kirli ruhları yıkamaya çalışıyor. 

Ama insan dünyaları iç çamaşırları ya da pantolonlar veya bluzlar gibi sayılı modellerle sınırlı değil ki. Hem acizliklerimi bildiğime göre aciz sayılabilir miyim?

Olsun. Artık hiç önemi yok bunların. Çünkü dağın, denizin, dünyanın, yani şimdi avucuma almakta olduğum bu taşın, yani YAŞAM'ın yükünü taşımayacağım. Onu yarın sabah doktorun masasına bırakacağım.

- Bu yazı 3 Eylül 1997 tarihinde Bakır Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde yatan hasta Mustafa K.'ya ait. Cemal Dindar'ın NAL, Bir Akıl Hastanesinin Hatıra Defteri kitabından alınmıştır. 

31 Aralık 2022 Cumartesi

2022 Biterken...

Yılın son günündeyiz sevgili blog okuru. "2021 Biterken..." adlı yazımı tam bir yıl önce bugün yayınlamıştım, Ingmar Bergman'ın (özenmekten kendimi duvardan duvara döşediğim) çalışma odasının görselleri eşliğinde paylaşmıştım yılın dökümünü; bu yıl çok sevdiğim ressam Edward Hopper'ın Felsefeye Yolculuk (Excursion into Philosophy, 1959) tablosu eşlik ediyor yazıma. Yıl boyunca felsefe, özellikle stoacı felsefe okumaları yapmaya çalıştım, yaşam felsefesi kurma gayretimi ciddi biçimde ilerlettim, bu yüzden aklıma ilk gelen görsel bu tablo oldu. 


Gelelim yılın dökümüne: 2022'nin bahar dönemi klinik psikoloji yüksek lisans eğitimimde süpervizyonla geçti, çok da iyi oldu. Üç hocamdan ayrı ayrı süpervizyon almak beni hem mutlu etti hem de geliştirdi. Bahar döneminin sonunda bitirme tezi için etik kurul başvurusu yaptım, onayımı aldım, çalışmaya başladım. Aralık itibariyle de tez tamamlandı, muhtemelen Şubat 2023 gibi savunmaya çıkıp bu macerayı da geride bırakmış olacağım. 

Ocak 2022'de serbest zamanlı başladığım Gülümse Terapi'deki psikoterapi uygulamalarım tüm hızıyla devam ediyor. Ofiste iyi bir ekip olduğumuzu düşünüyorum, kurumda liseli öğrencilerle çalışırken ofiste yetişkin yaş grubuyla bireysel ve çift terapi seansları yapıyorum, danışanlarla birlikte büyüyorum, öğreniyorum. 

Film/dizi adına yine ölü bir yıl geçirdim desem yeridir. Beğendiğim filmler blogda yazılarına yer verdiğim Son Düello, C'mon C'mon, Macbeth'in Trajedisi ve Dünyanın En Kötü İnsanı oldu. Dizi olarak annemle en baştan başladığımız Person of Interest yolculuğumuz devam ederken, ortalığı toza dumana katan House of the Dragon'u (eleştirdiğim yerleri olsa da) heyecanla izledim. 

Müzik... Spotify hesabıma göre 2022'de en çok Turgut Çıngı, Şebnem Ferah, Gojira, Sertab Erener ve Pentagram dinlemişim. Sertab'la Şebnem'i bu kadar çok dinlediğimi fark etmemiştim, Turgut Çıngı'yı Gidemem şarkısı yüzünden onlarca kez dinlerken favori metal gruplarımdan Gojira'nın özellikle Fortitude albümüne fena sardım. Pentagram ise benim için tüm zamanların favorilerinden, her sene 5. sıradaki yerini alıyor. Bu sene de Makina Elektrika albümleriyle fanlarını memnun ettiler. 

Ve kitaplar... Blogun sıkı takipçilerinin çok iyi bildiği üzere kitaplar vazgeçilmezimdir. Yine çok iyi kitaplar okudum, üzerine düşündüm, taşındım, yazdım, sildim, karaladım, tekrar yazdım. Geçen yılki yazımda kitap fiyatları ve yayıncılık krizinin olduğuna değinmişim. Malumunuz, bu sene yayıncılık daha da büyük krizlerle devam etti, kitap fiyatları sürekli arttı. Buna rağmen indirim yakaladığımda kaçırmadım; alıp henüz okuyamadıklarım da var elbette, ancak okuduklarım bana "vuhu" dedirtti. Okuyup çok sevdiğim kitaplardan bazıları:

1) Marieke Lucas Rijneveld, Akşamlar Rahatsız Edicidir

2) Tea Obreht, Bozkır

3) Evelio Rosero, Öğle Yemekleri

4) Saul Bellow, Günü Yaşa

5) Merce Rodoreda, Ölüm ve Bahar

6) Tim Winton, Dönüş

7) Douglas Stuart, Shuggie Bain

8) Jenny Offill, Hava Durumu

9) William B. Irvine, Güzel Yaşam Kılavuzu: Antik Stoacı Sevinç Sanatı

10) Frederic Lenoir, Spinoza Mucizesi, Öngörülemeyen Bir Dünyada Yaşamak ve Arayanlar İçin Açıklamalı Bilgelik

11) Louis Cozolino, Terapi Neden İşe Yarar?: Zihnimizi Kullanarak Beynimizi Değiştirmek

12) Latife Tekin, Sevgili Arsız Ölüm ve Berci Kristin Çöp Masalları

13) Ari Folman, David Polonsky, Anne Frank’ın Hatıra Defteri (Grafik Uyarlaması)

14) Faruk Duman, Sus Barbatus! 1-2-3

15) Annie Ernaux, Seneler

2021 yılın dökümünde 7 kitap yazmışım, bu sene 15 maddede 20 kitap sığdırmış oldum, demek ki daha isabetli tercihler yapmışım. Bir de geçen yıl yazıyı bitirirken bitirme tezi ve yeni roman projesinden bahsetmişim. Bitirme tezine zaten yukarıda değinmiştim, roman da tamamlandı, kitaplarını okuduğum bazı yayınevlerine gönderdim, bazıları olumsuz dönüş yaptı, bazıları henüz dönüş yapmadı. Olumlu dönüş olur mu olmaz mı şu an için bilemiyorum, beklemedeyim. Ama pek bir umudum yok, çünkü bir editörün gözünden geçmeden bir kitap dosyasının kabul alabilmesi pek mümkün görünmüyor. Yazı dili ve üslûbun yayınevine uygunluğunu da o yayınevinden bir editörle çalışmadan pek bilme durumumuz olmuyor. En azından ben üstüme düşeni şimdilik yaptığımı düşünüyorum. Sırada bir çocuk romanı var, 2023'de bunu bitirmek için mesai harcayacağım gibi görünüyor. 

Ruh ve beden sağlığımızı koruduğumuz, huzurlu ve mutlu olduğumuz, sevdiğimiz işleri yaptığımız ya da yaptığımız işleri sevdiğimiz bir yıl dilerim hepimize. Görüşmek üzere...

- Tuna 

30 Kasım 2022 Çarşamba

Spinoza Mucizesi

Etika'nın üçüncü kitabının 6 numaralı önermesi, Spinoza doktrininin en kilit temalarından biridir: "Her şey, var olma gücü uyarınca, varlığını sürdürmeye gayret eder." Bu gayret (Latincede conatus), hayatın evrensel kanunudur ve modern biyoloji bunu doğrulayacaktır. Nitekim nörolog Antonio Damasio, Spinoza üzerine yazdığı Spinoza Haklıydı başlıklı kitapta şunu ifade eder: "Yaşayan organizma; yapılarının ve işlevlerinin bütünlüğünü, hayattaki muhtelif tehditlere karşı koruyacak şekilde meydana gelmiştir." 


Spinoza da her organizmanın aynı derecede doğal biçimde ilerlemeye, büyümeye, daha kusursuzlaşmaya ve bu yolla gücünü artırmaya çalıştığını söyler. Ancak dış dünya kaynaklı başka pek çok beden ve fikir, bedenimize ve zihnimize etkide bulunur. Bu "duygulanışlar" (Latince affectio), ille de olumsuz değildir: Zarar verip geriletebilecekleri gibi canlandırıp büyütebilirler de. Örneğin güzel bir manzarayı seyretmek bir dış bedenle yaşadığımız, bizi canlandıran türde bir karşılaşmadır. Kendimize dair yaralayıcı bir söz işitmek ise aksine, bize acı veren bir düşünceyle karşılaşmadır. 

Bir dış beden yahut fikirlerle karşılaşma doğamızla uyumlu olduğunda kudretimizi artırır. Doğamızla uyumlu olmayan karşılaşmalar, tam tersine kudretimizi azaltır. Spinoza kudretimizin artmasına sevinçli bir duygunun, kudretimizin azalmasına ise kederin eşlik ettiğini söyler: "Sevinç, daha eksik bir halden daha eksiksiz bir hale geçiş, keder ise eksilmedir." Yani sevinç, eyleme kudretimizdeki her artışa eşlik eden temel duygu, keder de eyleme kudretimizdeki her düşüşe eşlik eden temel duygudur. O halde Spinoza etiğinin hedefi; akıl sayesinde hayatını, kederi azaltacak ve sevinçli ebedi saadete ulaşana dek artıracak şekilde düzenlemektir. 

"Akıl sayesinde" diye özellikle belirtiyorum çünkü Spinoza için; yaşama gücümüzü, eyleme gücümüzü artırma ve böylelikle ondan kaynaklanan sevinci artırma arayışı doğal ve evrenseldir. Cahil kişi bu arayışı muhayyilesi ve şeylerin kısmi, dolayısıyla "uygun olmayan" bilgisiyle sürdürürken bilge insan, kendisine şeylerin "tümüyle uygun" bilgisini veren akıl vasıtasıyla ilerlemeye çalışır. Bu demek oluyor ki Spinoza iki temel bilgi türünü birbirinden ayırır: İlk tür sadece, bedenimize ve ruhumuza tesir eden dışımızdaki fikir ve cisimlerle karşılaşmalardan meydana gelir. Bu karşılaşmalar nesnel hakikate değil o hakikate dair temsilimize denk düşen imgeler üretir. 

Spinoza kendimize dair bilgiyi ve dünyaya dair bunun dolayımında elde ettiğimiz bilgiyi "uygun olmayan" olarak niteler. Bu, ilk bilgi türüdür: Bir şeyin hayali ve kısmi temsilinden yola çıkarak, ona dair oluşturduğumuz kanıdır. Ancak kusursuz olmayan bu safha, "bütün cisimlerin herkes tarafından tümüyle uygun, yani açık ve seçik biçimde algılanabilmesinden ötürü tüm insanlarda ortak olması gereken mefhumlara" dayanan aklı geliştirmek suretiyle aşılabilir. 

Tüm insanlarda ortak olan bu mefhumların yani bu evrensel uygun bilgilerin üzerleri hayali tasavvurlarımız ve kanaatlerimizle örtülü olduğundan, bu ortak mefhumların üstünü açarak onları özgürleştirmek ve sonra bizim için neyin iyi neyin kötü olduğunun ayırdına varmak için aklımıza başvurmamız gerekir. 

- Frederic Lenoir, Spinoza Mucizesi

Görsel.

2 Kasım 2022 Çarşamba

Hayatta Kalmak

"Biri tarafından yürekten sevilmek güç verir; birini yürekten sevmekse cesaret." Lao Tzu

Yaşamımızın ilk yılları annemizi tanımaya, onun kokusuna, tadına, hissine ve yüzünün nasıl göründüğüne adanmıştır. Zamanla annemizin varlığı güven anlamına geldikçe, onun bize uyum sağlayabildiğini ve sıkıntımızı giderebildiğini deneyimleriz. Büyüdükçe annemiz ve babamız içgüdülerimizle ahenk içinde beynimizi bütünüyle şekillendirirler.


Bir insan yavrusunun hayatta kalması hızlı koşabilmesine, ağaca tırmanabilmesine, yenilebilir mantarı zehirlisinden ayırt edebilmesine bağlı değildir. Bizlerin hayatta kalması, çevremizdekilerin ihtiyaç ve niyetlerini tespit etmede ne kadar yetenekli olduğumuza bağlıdır. İnsanlar için, başlıca çevreyi öteki insanlar oluşturur. Eğer ilişkilerde başarılı isek yiyeceğimiz, barınağımız, korumamız ve çocuklarımız olur. İhtiyaçlarımızı başkaları ile birbirimize bağlı olmamız üzerinden karşılarız ve bu da bir çocuğun zihninde terk edilmenin neden ölümle bir tutulduğunu açıklar.

Günümüz toplumunda yetişkinlerin aynı anda pek çok işi yapması, iş ve aile sorumluluklarını dengede tutması, sonsuz bilgiyi yönetmesi ve stresle başa çıkması gerekir. Kendi bakış açımızı kaybetmememiz, ne için savaşacağımızı özenle seçmemiz ve bitmek bilmeyen talepler içinde kendimizi unutmamamız gerekir. Bizi tüm bunları yapabilmeye en iyi ne hazırlar? Bazı bakımlardan, atalarımızı onların dünyasında hayatta kalmaya hazırlayan her neyse aynısı: Erken dönem fiziksel ve duygusal bakım.

Erken dönem bakım beynimizin çok yönlü sistemlerinin gelişmesinde ve bütünleşmesinde hayati rol oynar. Prefrontal korteksin erken dönem sağlıklı ilişkiler ile ideal biçimde şekillenmesi kendimiz hakkında olumlu düşünmemizi, başkalarına güvenmemizi, duygularımızı düzenlememizi, pozitif beklentiler içinde olmamızı, entelektüel ve duygusal zekamızı anbean problem çözmede kullanmamızı sağlar. Buna göre Darwin'in doğal seçilim teorisine göre bugün yeni bir eklemede bulunabiliriz: En iyi bakımı alanlar, karmaşık sosyal dünyada hayatta kalma ihtimali en yüksek olanlardır.

Ebeveynlerin ihmali, terki ya da çocuklarına duyarsız oluşu çocuğa hayatta kalmaya uygun olmadığı mesajı verir. Bu mesaj kasıtlı verilmese de genç beyinlerin bilgiyi işleyiş şeklinin doğal bir yan ürünüdür. Sonuç olarak, çocuğun beyni onun uzun dönem hayatta kalışını desteklemeyecek biçimde şekillenir. Sevgisiz davranışlar çocuklara dünyanın tehlikeli bir yer olduğu mesajını verir ve onlara "araştırma, keşfetme ve en önemlisi risk alma" der. Çocuk travma geçirir, istismara uğrar ya da ihmal edilirse; büyüdüğü zaman sağlıkla ve uzun süre hayatta kalma ile ters düşen düşünceler, ruh halleri, duygular ve bağışıklık fonksiyonları geliştirirler. Bir diğer deyişle, bizi öldürmeyen şey zayıflatır.

Danışanlarımız eşlerinden şikayet etmeye bayılırlar. Ancak şunu da akılda tutmakta yarar var: Herkes yanlış kişi ile evlidir. Amacım herkesin eş seçerken kötü bir tercihte bulunduğunu söylemek değil. Demek istediğim şu: Herkes eşinden onun veremeyeceği bir şey beklemektedir - o hep istediği anne/babayı... Bu yüzden, sonuçta her zaman beraber olduğumuz kişiye kırgın oluruz. Çünkü onu, istediğimizi verebilecek bir başkası ile kıyaslarız. Bu fantezi, yaşamımızın ilk günlerinden beri var olan duyulmak, görülmek, hissedilmek ve anlaşılmak ihtiyaçlarımız ile iç içe geçmiştir. Eşimize bütün bunları nasıl yapacağı konusunda yardım edebiliriz. Ama hiçbir eş bir fantezi ile yarışamaz.

- Louis Cozolino, Terapi Neden İşe Yarar?

26 Ekim 2022 Çarşamba

Güzel Yaşam Kılavuzu

Stoacı Psikoloji Teknikleri

Dikkatli kişi, başına gelebilecek kötülükler hakkında ara ara düşünür taşınır. Bunu elbette o şeylerin önüne geçebilmek için yapar. Mesela bazıları, hırsızlık amacıyla evine ne şekillerde girebileceğini düşünüp bunların önünü almak için kafa yorar. Kimisi de zihnini, yakalanabileceği hastalıklara yorar ki tedbiri ele alabilsin.




Ama meydana gelmelerini önlemek için ne kadar uğraşırsak uğraşalım, gelip bizi bulan şeyler yine olacaktır. Bu yüzden, başa gelebilecek kötü şeyler üzerine düşünmek için ikinci bir neden daha sunar Seneca. Bu şeyler hakkında düşünürsek tüm çabalarımıza rağmen yine de meydana geldiklerinde, üzerimizde bırakacakları etkiyi azaltmış oluruz: "Felaketi gelmeden gören, onun etki gücünü zayıflatır." Talihsizlikler en çok, der Seneca, "talihinin yaver gideceğine emin olanları bulur." Bu öğüdü Epiktetos da destekler: Unutmayın ki "her şey yok olmaya mahkûmdur." Bunun farkına bir türlü varamayıp değer verdiklerimizin hep var olacağını sanırsak elimizden alındıklarında muhtemelen kahroluruz. 

Başımıza gelebilecek şeyleri düşünmek için yukarıdakiler dışında üçüncü ve belki daha da önemli bir sebep bulunur. İnsanlar olarak doymak nedir bilmediğimizden neredeyse hep mutsuzuzdur. Arzu ettiğimiz şey uğruna onca ter döküp ona ulaşırız ve ardından, ilgimizi her seferinde kaybederiz. Tatmin olacağımız yerde canımız sıkılır ve bu sıkıntı karşısında daha başka, daha büyük şeylere kayar gönlümüz. 

Shane Frederick ve George Loewenstein adında iki psikolog, bu fenomen üzerine çalışmış ve buna bir ad takmışlardır: Hazza alışma (Hedonic adaptation). Alışma sürecini açıklamak üzere piyango talihlilerini inceleyen çalışmaları örnek gösterirler. Genellikle, kendine piyango çıkan kişi, hayallerini süsleyen hayatı yaşamaya başlar. Gel gelelim, baştaki sarhoşluk evresinin ardından bu talihliler, önceki mutluluk seviyelerine dönerler. O sağı solu kir pas içinde kalmış arabalarını ve daracık apartman dairesini nasıl kanıksamışlarsa gıcır gıcır Ferrari'nin ve malikânenin de kıymetini bilmez olurlar. 

Hazza alışmayı ikili ilişkilerde de yaşarız. Rüyalarımızdaki erkekle veya kadınla tanışır, fırtınalı bir flört döneminin ardından nikâhı basıveririz. Başta adanmışlık sevinci içindeyken  çok geçmeden karşı tarafın kusurları kafamızda dönüp durmaya başlar. Derken bir de bakarız, yeni bir ilişkiye başlama hayalleri kurmaktayız. 

Alışma süreci neticesinde insanlar, kendilerini bir tatminsizlik çarkı içinde kısılmış bulurlar. Doyurulmamış bir arzuları olduğunun farkına varıp mutsuz olurlar. Bu arzuyu gerçekleştirmek için, ancak o zaman tatmin olacaklarına inanarak durmadan çalışırlar. Oysa sorun, arzuladıkları şeye eriştiklerinde bu şeyin hayatlarındaki varlığına alışmaları, onu kanıksayıp arzulamaktan vazgeçmeleri veya en azından baştaki kadar arzulamamalarıdır. Sonuçta, arzularını doyurmazdan önce memnuniyetten ne kadar uzaklarsa yine o halde bulurlar kendilerini.

(...) Demek ki alışma sürecinin önünü alacak bir yol bulmak şöyle dursun, bu süreci tersine çevirmek de gerek. Yani, hâlihazırda sahip olduğumuz şeyleri arzulamamızı sağlayacak bir teknik geliştirmeli. Dünyanın dört bir köşesinde binlerce yıldır insanlar, arzunun işleyişi üzerine düşünüp taşınmışlar ve şu sonuca varmışlar: Mutluluğu yakalamanın en kolay yolu, elinizde olanı istemektir. Söylemesi kolay, doğruluğuna da şüphe yok ama marifet, bunu hayata geçirmekte. Sahi, zaten elimizde olanı arzu etmeye kendimizi nasıl ikna ederiz?

19 Ekim 2022 Çarşamba

Zorluklarla Baş Etmek

Esneklik, derin bir travmadan etkilenen bir bireyin kendini yeniden inşa etmesine, bu şoku inkâr etmeden, hayatta ilerlemek için gerekli kaynakları kendi içinde bulmasına imkân veren psikolojik süreci tanımlar. Boris Cyrulnik, esnek bir insanın harika bir örneğidir: Her ikisi de Auschwitz'de ölmeden önce, ebeveyni, sınır dışı edilmekten kurtulabilsin diye onu 5 yaşındayken bir yatılı okula yerleştirmiştir. Devlet gözetiminde ve birçok koruyucu ailenin yanında yaşadıktan sonra, savaşın bitiminde teyzelerinden biri tarafından evlat edinilmiştir. Bu travmatik çocukluk, onu bir psikiyatrist olmaya ve bu korkunç sınavın üstesinden gelmek için kendi iç kaynaklarına güvenmeye teşvik edecektir. 


Mevcut kriz karşısında, esneklik ya da zorluklarla baş etme gücü hem bireysel hem kolektif olmalıdır. Kolektif olmalıdır, çünkü kriz, şiddetli bir şok yaşayan tüm insanlığı etkiliyor; bireysel olmalıdır, çünkü bu krizden güçlü bir şekilde etkilenen ve dolayısıyla psikolojik travma yaşayan herkes için bir ihtiyaçtır. Zorluklarla baş etme süreci pek çok araştırma ve teorinin konusudur, ancak şematik olarak travmadan sonra üç ana aşamadan söz edebiliriz: Direnç, intibak ve gelişme. 

İstikrarımız bozulduğunda veya ıstırap çektiğimizde, bizi etkileyen şeylerden kaçınmak için önce direnmekle, kendimizi korumakla başlarız. Bu ilk adım, kaygıyla ve travmanın yıkıcı etkileriyle mücadele etmek çoğunlukla gerekli olduğu için kurtarıcı olabilir. Ancak kişinin iyileşmesine yardımcı olmayacak savunma mekanizmalarına (inkâra, bölmeye, koruyucu ruhsal bir balona sığınmaya) yol açabilir. İlerlemek için gerçekle yüzleşmek ve duruma elimizden geldiğince uyum sağlamaya çalışmak gerekecektir. Büyüme ve gelişme ise bizi daha da ileriye götürür: Mesele artık sadece daha az acı çekmek değil, büyümek, dönüşmek, daha ileri gitmek için bu travmaya yaslanmaktır. 

Zorluklarla baş etme sürecini sonuna kadar götüren bir kişi, sadece yaşadığı travmayı kabul edip ona sırtını dayamakla kalmamıştır. Bu şoku, kendini geliştirmek ve büyümek için bir sıçrama tahtası olarak kullanmak yolunda gerekli kaynakları kendi içinde nasıl bulacağını bilmiştir. Birdenbire, maruz kaldığı travma ona, bu şok olmadan yapabileceğinden daha fazla gelişmesine imkân tanıyan bir fırsat olarak görünebilir. Boris Cyrulnik'in kitabının başlığı da bunu çok iyi ifade eder: Harika bir talihsizlik.

Kendi hayatımda da aynı şeyi tecrübe etmişimdir. Fiziksel olarak terk edilmek veya şiddetli taciz görmek gibi travmalar yaşamasam da ağır ailevi nevrotik sorunlar nedeniyle oldukça mutsuz bir çocukluk ve ergenlik geçirdim. Bu durum beni psikoloji, felsefe ve maneviyatla ilgilenmeye ve uzun yıllar sürecek terapiye başlamaya sevk etti. Aldığım çeşitli destekler sayesinde yavaş yavaş bu içsel ıstıraptan kurtuldum ve birçok başarısızlıktan sonra mesleki ve duygusal açıdan gelişebildim. 40 yaşıma doğru, sonunda kendi kendime, hem dengesiz -ki uzun bir iyileşme ve içsel gelişim yolculuğuna çıkmamı sağlayan buydu- hem de her şeye rağmen toparlanma yolunda kaynaklar sağlayabilecek kadar sevgi dolu bir ailede doğduğum için şanslı olduğumu söyleyecek noktaya geldim.

- Frederic Lenoir, Öngörülemeyen Bir Dünyada Yaşamak

12 Ekim 2022 Çarşamba

Sonsuz Öpüşme, Aşk Üzerine Kısa Dersler

"Ayrılma/Bölünme"

Peki ayrılık ne anlama geliyor? Ayrılmak birinden kopmaktan, iki kişinin aralarına mesafe koymasından, birbirini bir daha görmemekten ibaret değildir. Ayrılık hiçbir zaman dışsal bir hareket tanımlamaz; bir kimseden veya şeyden kopmak değildir. Mesafe koymaktan, uzaklaşmaktan, kendini farklı bir konuma taşımaktan ibaret değildir.


Lacan'ın ifadesiyle, ayrılık her zaman bir ayrılma/bölünmedir [sépartition]. Bu da birinden ayrıldığımızda her şeyden önce kendimize ait bir parçadan, kaybettiğimiz kişiye yaslanan o parçadan da ayrıldığımız anlamına gelir. Âşık olduğum insanı kaybedersem kendi kendimi de kaybederim. Elimizi buz tutmuş bir metal parçasından çekmeye benzer bu; bizden bir parça, derimizin bir parçası o kayıp nesneye, artık bizimle olmayan o insana takılı kalır. Dolayısıyla ayrılmak hem ayrılmak hem de kendini bölmektir: Yalnızca artık bizimle olmayan Öteki'yi değil, kendi kendimizin bir parçasını da yitirmektir.

Ayrılıkların bu kadar acı vermesinin nedeni budur - çünkü bizden bir parçayı da koparıp götürürler. Çünkü Öteki gittiğinde benden de bir parça götürür beraberinde. Öteki beni böler, parçalar, yaralar. Her ayrılığa eşlik eden o bunalım halinin nedeni budur. Freud bunu bir boşalıma, libidinal kayba benzetir. Sevilen Öteki gittiğinde, beraberinde benim libidomu, arzumu da götürür. Terk edilen özne -ayrılık yaşayan özne- libidinal olarak zayıflamış, içi boşalmış, bir köşeye atılmış, değersizleştirilmiş bir öznedir. 

Dünya anlamını yitirmemiştir sadece: Bizzat öznenin kendisi de nasıl mahrum bırakıldığını, edilgen bir savunmasızlık haline düştüğünü kavrar, zira dünyanın ölümü öznenin asli bir parçasının ölümüyle çakışır. Hayatın bir çığlığa indirgenmesidir söz konusu olan; kimsenin duymadığı, yanıt veremediği bir çığlığa. Terk edilenlerin genelde yaşadığı bir duygudur bu; hayatları o asli haline dönmüş gibidir - dünyada yitip gitmiş savunmasız, zavallı, önemsiz, lüzumsuz bir şeye. Daha doğrusu, hayatım anlamını yitirir çünkü artık Öteki'nin eksikliğini duyduğu kişi olamam, o benim eksikliğimi duymaz, çünkü artık düşünmez beni, artık özlemez.

Aşk ayrılığının acısı sağır, psikolojik açıdan hazmı güç bir acıdır. Sevilenin varlığı olmazsa, söylediklerime kulak vermezse, özleminin verdiği armağandan yoksun kalırsam, savunmasız bir hayata gerçi çekilirim. Gecenin karanlığında atılan, kimsenin karşılık vermediği bir çığlıktan ibaret kalırım; kimse çağrımı duymaz. 

Sevilenin sessizliğinin katlanılmaz gelmesinin nedeni, sevilenin mevcudiyetinin kaçınılmaz olarak namevcudiyete dönüştüğüne güçlü bir şekilde işaret etmesidir. Verebileceğim sevgiye kimse karşılık veremez. İlanı aşkımın ("Seni seviyorum") herhangi bir muhatabı yoktur artık. Hayalet gemi misali, hiçlik içinde süzülürüm yeniden. Artık değerim yoktur çünkü hiç kimse özlememektedir beni, çünkü beni düşünen kimse yoktur. Aşkın bitişi beni düşünen bir düşüncenin, bana yanıt vermek için kulak veren birinin sona ermesidir. Onun eksikliğini duyduğu şey değilimdir artık. Öteki bensiz de yaşayabilir. Öteki'nin mevcudiyeti gitmiş, yerine namevcudiyetinin gölgesi düşmüştür.

10 Ekim 2022 Pazartesi

Bekleyecek Vaktim Kalmadı Artık

Anne tarafından dedemin adı Camille'di ve kendisi bir makinistti. 

Buharlı trenler çağıydı. Hani şu Magritte'in tablosu Hançerlenmiş Zaman'daki şömineden fırlayan, İçimizdeki Hayvan'daki Jean Gabin'in kullandığı tren gibi. 

O zamanlar trenler saatte 50 km hızla gidiyordu. Bugün ise son yapılan denemelerde tren saatte 600 km hıza ulaşıyor. Böylesi daha mı iyi acaba?


Eskiden Paris-Arras arasını dört saatte alırdık. Çok daha uzak bir yere gittiğimizi sanır, heyecanlanırdık. 

Şimdiyse 45 dakikada gidebiliyoruz ve ineklerin bizi görecek zamanı dahi olmuyor. Çok daha kısa sürüyor. Bir romanın tamamını okumak için, yan koltuklarda oturanlarla tanışmak ya da öğle yemeği yemek için vakit kalmadı.

Eskiden yemekli vagon vardı. Modası geçmiş ama samimi bir yerdi. Oturur, güzel tabaklarda, gümüş yemek takımlarıyla öğle yemeğinizi yerdiniz.

Şimdiyse hızlı servis var, sıcak yemeğiniz karton tabakta servis edilsin diye ayakta bekliyorsunuz. Yemekten sonra filtre kahve alır, kahve damlalarının çiçek desenli bir porselen fincana yavaşça düşüşünü duyardık ve filtrenin gümüş renkteki metalinden manzara yansırdı.

Şimdiyse kahve saatte yüz kilometre hızla, gürültülü bir kahve makinesinde yapılıyor, üstelik tıpkı yangın hortumu gibi gürültü çıkararak. Kahve denize atılacak ve balıkları zehirleyecek plastik bardağa dökülüyor. Her gün, her şey çok daha hızlı ilerliyor. Neyse ki gelişmeler devam ediyor.

Ulaşım süresi kısalıyor. Zaman kazandığımızı sanıyoruz. On beş dakika kazandım diyorum. Kazanılan zaman neye yarar?

"Peki mutlu yolcular bu kadar pahalıya mal olan bu çeyrek saatle ne yapacaklar? Birçoğu saati beklemek için kuyruğa girecek; diğerleriyse kafede bir on beş dakika daha oturacak ve gazeteyi en küçük ilanlarına kadar okuyacaklar" diye yazmış Filozof Alain, Mutluluk Üzerine'de, tam yüz yıl önce. Le Havre ile Paris arasındaki güzergâhtan bahsediyordu, derslerini yolda verirdi.

Bu kazanılan zamanla ne yapılır ki? Altın külçeleri gibi sandığa koyup, artık zamanımız kalmayıp da iş işten geçtikten sonra acil durumda çıkarıp kullanılır mı? Kim bilir belki de zaman zamanla değerlenir. Hatta unvanı bile olabilir. Adı Dönem olur, tıpkı mobilyalar gibi. 

Trenler çok daha hızlı gidiyor. Gideceğimiz yere çok daha çabuk varıyoruz. Bir gün, daha yola çıkmadan varmış olacağız. Yakında yola çıkmamıza bile gerek kalmayacak. 

- Jean-Louis Fournier, Bekleyecek Vaktim Kalmadı Artık 

4 Ekim 2022 Salı

Arzu ile Jouissance

Freud yetişkinlikte ortaya çıkan kaygının suçluluk duygusuyla bağlantılı olduğunu, bundan dolayı kaygıyla üstben arasında önemli bir bağ olduğunu öne sürmüştür. Lacan da bu bağlantının altını çizmiş ve üstbenin, özneye keyif almasını emreden ama aynı zamanda bu keyif uğraşında başarısız olacağını alaycı bir şekilde öngören bir ses olarak işlediğine işaret etmiştir. 


Kaygının üstben buyruğuyla bağlantılı olan bu suçluluk hissine ilişkin olduğu sonucuna varmak kolay olsa da, bu kavrayışı tersine çevirip, kaygıyı doğuran şeyin, paradoksal bir şekilde, başarısızlık seçeneğinden ziyade başarı seçeneği olduğu gibi yeni bir fikir ortaya atmak mümkündür. Bu noktada kaygıyla ilgili gayet iyi bilinen iki Lacancı noktayı hatırlamamız gerekiyor: Birincisi, kaygı nesnenin eksikliğinden değil eksiğin eksilmesinden, yani eksikliğin yerinde bir nesne ortaya çıkmasından doğar; ve ikincisi, kaygı arzu ile jouissance arasında bir refüjdür.

Arzu tatminsizlikle (nesnenin eksikliğiyle) bağlantılıdır daima, oysa jouissance özneyi nesneye yaklaştırır - çoğunlukla da can yakarak. Arzunun eksiklikle bağlantılı olduğunu söylerken şu iki sonuca varmakta acele etmemeliyiz: Arzuyu tatmin edebilecek bir nesne asla yoktur; başarısızlıkta başarı, eriştiği şeyin asla istediği şey olmadığından yakınan arzu öznesine özgü bir stratejidir. 

Arzunun paradoksal özelliği, bir nesneden diğerine giden ve asla tatmin olmayan bir çeşit doymak bilmez ağız olmayışıdır: Arzunun kendisi, ancak özne arzu nesnesiyle, yani Lacancı nesne a -eksikliğin kendisinin bir başka adı- ile karşılaştığında harekete geçer. Ne var ki eksiklik, bir arzu nesnesiyle karşılaştığımızda değil de arzunun yerini jouissance aldığında var olmaya başlar - yani artık arzunun uçucu nesnesi olmayıp çoğunlukla acıyla birlikte belli bir keyif uyandıran, dolayısıyla özne için dehşet verici olan nesneye yaklaştığımızda.

Aşk ilişkilerinde bu, yoğun istek duyduğu bir partnerle nihayet başarılı bir cinsel karşılaşma yaşayan, ama bunun sonucunda bu deneyimden dehşete kapılan ve partnerini anında terk eden bir histerikte meydana gelebilir. Ne var ki mesele sadece öznenin arzusunun tatminsizliğini (yani erişilemeyen nesneye duyduğu özlemi) korumak istemesinden ziyade, jouissance nesnesine fazla yaklaşmakla bağlantılı olabilir. Lacan bu bağlamda şöyle bir yorum yapar: Orgazm, öznenin genelde gayet iyi tahammül ettiği bir kaygı halidir; ne var ki öznenin pekâlâ kaçınmak istediği bir nokta da olabilir.

- Renata Salecl, Kaygı Üzerine

20 Eylül 2022 Salı

Kişisel Otoritenin Kazanılması

Yaşamın ikinci yarısında, iki büyük görev bizi bekler. İlki, kişisel otoritenin kazanılmasıdır. Bu ne anlama gelir? Hepimiz hayata naif ve başkalarına bağımlı olarak başlarız, kendi ihtiyaçlarımızı karşılamak ve hatta bazen hayatta kalmak için çevrenin dayattığı koşullara (aile, sosyoekonomik şartlar, kültürel zorunluluklar vb.) uyum sağlamak zorundayızdır. Her bir adaptasyon, içgüdüsel hakikatlerin, kişisel ihtiyaçların, tercihlerin ve ruhun arzularının feda edilmesini gerektirir. Gerekli adaptasyonların tekrarı, yetkenin kendi dışımızda yerleşmesine yol açar. 


Bununla birlikte, zamanla bu dış otoriteler yer değiştirir ve kompleks olarak içselleştirilerek bizi içeriden yönetmeye başlar. En güçlülerimiz bile, bu içsel tiranlara tabidir. Bilinçli varlıklar olduğumuza inanırız, aslında çoğu zaman, hatta her zaman, kişisel geçmişimizden kaynaklanan otoritelere ve günümüzün hüküm süren çeşitli değerlerine tabiyizdir.

Ruhumuz kişisel otoritemizi geri kazanmamızı ister ve bu günlük olarak bizi bekleyen bir görevdir. Genellikle, en azından acı, kendimiz ya da çevremizdekiler için tahammül edilemez hale gelinceye kadar, ruhun gündemini mümkün olduğu kadar bastırarak, ruhumuzun bu taleplerinden kaçmaya çalışırız, ta ki bu taleplere kulak vermek mecburiyetinde kalıncaya dek. Hepimiz dış otoriteyi benimsemeye koşullandığımız ve bu tür öğütleri, gündemleri ve tepkileri kendi komplekslerimiz olarak içselleştirdiğimiz için kişisel otoritemizi tekrar geri kazanmak zor, hatta korkutucu bir görevdir. Balık suda yüzdüğünün farkında mıdır? Dış otoritelere değil, tümü geçmişimize bağlı olan algılar ve tepkiler denizinde yüzdüğümüzü kavrayabilir miyiz? Beklentiler ve sonuçlar arasındaki tutarsızlık artık inkâr edilemez hale gelinceye kadar bu örtük otoriteleri ve etki alanlarını sorgulamamız çok düşük bir ihtimaldir. 

"Kişisel otorite" nelerden oluşur? En basit ifadeyle, kişinin kendisi için doğru olanı bulması ve bu dünyada onu yaşamasıdır. Eğer yaşanmazsa, bizim için henüz gerçek değildir ve Sartre'ın "kötü inanç", teoloğun "günah", terapistin "nevroz" ve varoluşsal filozofun "otantik olmayan varlık" olarak adlandırdığı duruma katlanmak zorunda kalırız. Başkalarının haklarına ve bakış açılarına saygılı olan kişisel otorite, narsisist veya yayılımcı değildir. Var etmek istediklerimizin akçakgönüllü bir kabulüdür. Eğer ego içimizden çıkıp yaşamak isteyen bu enerjinin önünden çekilmezse, bu enerji patolojik patlamalara dönüşerek bizi çiğner ya da bedenlerimiz senelerce varolmaya devam etse de, içimizdeki çok hayati bir şey ölür. 

Hepimiz, bundan kaçsak bile, esasında bu çağrının bize her gün yapıldığını biliriz: Sizin için doğru olanı bulun ve onu yaşama cesareti gösterin, başta başkalarını şaşırtabilir ve korkutabilirsiniz, ancak zamanla dünya size saygı gösterecektir.

7 Eylül 2022 Çarşamba

Hastadan Öğrenmek, Bir Psikanalistin Danışma Odası

Yorumlama Seçimi: Bazı Örnekler

Bu malzemeye elbette çok sayıda olası yanıt bulunur. İç denetim çalışmalarının bir kısmı, hastanın ve iyileşme sürecinin çıkarlarına neyin en iyi şekilde hizmet edebileceğini değerlendirmektir. Müdahale etmeden önce kendime bir "tereddüt dönemi" (Winnicott, 1958: Bölüm 4) tanımış olsam aklımdan geçebilecek seçenekleri genişleterek farklı olasılıklar sunacağım.

Terapistlerin düşünmek için zamana ihtiyacı vardır ancak terapistin kendisi bir hastanın söylediği şeyin miktarı (veya etkisi) yüzünden boğulmuş hissetmediği sürece, insan zihni, aynı boğulan bir kişininki gibi, çok hızlı çalışabilir. Kendini bunalmış hissederse, ayrıntılı içeriğinde kaybolma riskine girmeden önce iletişimin biçimine (tüm ağırlığı veya hacmine) dikkat kesilmesi daha yararlı olacaktır.


Ayrıntıları Terapi ile İlişkilendirmek

Bunu terapiyle ilişkilendirerek hastanın sözlerindeki detayları ona tekrarlamak, terapist tarafından epey yaygın yapılan bir yorumdur lakin bu, çok yoğun biçimde uygulandığında, bir yorum değil bir ders haline gelir. Örneğin bir hastaya şöyle yanıtlar verildiğini duydum:

"Bence siz, gelecekteki işlerin sizin için nasıl olacağını  öngörerek kaygınızı azaltabilmem için benim bir kahin olmamı isterdiniz. Ayrıca, daha yeni okumaya başladığınız kitapta olduğu gibi, terapinizi erken bırakarak neyin 'okunmamış' kaldığını merak ediyor olabilirsiniz. Artık geçmiş yaşamınızı ya da geleceğinizi daha derinlemesine inceleyecek vaktimiz yok; öyleyse, rüyanızda boğulan kişi siz olabilirsiniz, bu da benim sizi kurtarmak için dalmaya tereddüt eden kişi olarak temsil edildiğimi gösterir. Daha fazla terapi almak yerine, Proust'u kendi kendinize okumayı planlıyorsunuz, bu kendi kendinizin terapisti olmak, geçmiş yaşamınızdan kurtarabileceğiniz kadarını kurtarmak ve bunu kendi başınıza yapmak için bir girişim olabilir."

Bu, hastanın söylediklerinin çoğunu kapsar ve terapi etrafında epey düzgün bir şekilde bir araya getirir. Hatta hepsi doğru da olabilir. Oysa iç denetim, buradaki odak noksanlığının farkına varmamıza yardımcı olur. Deneme özdeşleşimini kullanırsak bu daha da netleşir. Bir hastanın buna tepkisi ne olurdu? Farz edin ki bu uzun yoruma "Evet" diye karşılık verdi, neye "Evet" demiş olacak?

Ayrıca, bu kuşatıcı yorumla hastanın bombardımana tutulduğu hissine de kapılabiliriz. Hasta ya terapistin her şeyi (eğer uyuyorsa) bu şekilde bir araya getirme becerisinden etkilenir ya da sanki öyle olmak zorundaymış gibi her şeyin terapistle ilişkili olduğu temel varsayımından rahatsız olabilir. 

Bu tarz yorumlamanın tedavi sürecini geliştirmesi olası değildir. Hastaya, seansın bu noktasında, aktardıklarının hangi kısmının en acil olduğunu ayırt etmeye yönelik yol göstermesi için izin verilmez. 

- Patrick J. Casement, Hastadan Öğrenmek 

7 Temmuz 2022 Perşembe

Divanımdaki Erkekler

Cinsel davranışların bir anlamı olduğuna inanıyorum. Bu anlam, bizimle konuşur. Seks, insanların üzerine kendi psikolojik dünyalarını resmettiği boş bir tualdir. Ya da geçmişte yaşanmış sarsıntılardan, sinir bozukluklarından veya takıntılardan oluşan bilinçaltı çöpleri için büyük bir atık sahası olabilir. Takıntılar yüceltme süreciyle gerçeğe dönüşür; çözümlenmemiş duygular cinsel olarak yön değiştirir ve cinsel arzu olarak kendini gösterir. Bu, erkeklerde sık görülür çünkü onların duygularıyla doğrudan başa çıkabilecekleri sosyal ortamlar ve fırsatlar sınırlıdır.


Cinsel kuruntunun varlığına ilişkin iyi bir örnek, Charles gibi kişilerin tekrar eden bir döngüde tutsak kalmasıdır; aldatma fikri, Charles'ın kurtulabileceği tek yoldu. Bu tek, kısıtlı eyleme kafasını takmıştı. Bu durum ona zararsız gelse de, Kelly'nin belirttiği gibi, bu rol yapmalar aslında kendini kötü hissettiriyordu. Başka bir deyişle, Charles'ın bilinçaltının atık sahasındaki sızıntılar cinsel ilişkilerinin güzelliğini kirletmiş, onlarda tümden iğrençlik algısı yaratmıştı. Charles neyin mücadelesini veriyor ya da neden kaçıyordu? Acaba bu, Charles'ın yardım çağrısı mıydı? Bir sonraki görüşmeye yalnız gelmesini istedim.

Geldiğinde, oturup rahatlamasına bile fırsat vermeden, "Kim seni aldattı?" diye sordum.

Bana ölümcül bir bakış fırlattı; şaşkınlığını gizlemekte zorlanıyordu. En hassas noktasına dokunmuştum. 

"Kendimi berbat hissetmeme neden olan bir konu hakkında konuşma amacımız ne?"

"Yani gerçekten böyle bir şey oldu..."

"Evet ama geçmişi önüme koymanın ne faydası var? Uzun zaman önce olmuş bir şey bu."

"Çünkü geçmişte kalmamış" diye açıkladım. "Geçmişte her ne olmuşsa sen onu hâlâ yaşıyorsun." 

Charles'ın direnmesine karşın, bu konuyu kapatmaya niyetli değildim ve buna hakkım olduğunu düşünüyordum. "Kabul ediyorum, kendini kötü hissedeceksin" dedim içtenlikle, "ama hadi bununla yüzleşelim artık."

Önce isteksizce, sonra artan bir enerjiyle, Charles bana yirmi yaşındayken nişanlandığını anlattı. Kız, hayatının aşkıymış ve onun "bir melek" olduğunu düşünüyormuş.

"Ona olan hislerim çok güçlüydü" dedi boğuk bir sesle. "Şu an Kelly'ye karşı bile öyle yoğun duygular beslediğimi söyleyemem. Onunla evleneceğim için çok heyecanlıydım. Her zaman tekeşli bir erkek oldum. Her zaman öyleydim, gençlik dönemimde bile. Tek istediğim bir aile kurmaktı." Charles kıpırdanmaya başladı; bakışları odanın içinde, etrafa ok fırlatırcasına geziniyordu.

"Ama düğünümüzden bir gün önce, en yakın arkadaşımla yattığını öğrendim. Dostum dediğim adamla. Erkek kardeşim onları birlikte yakalamıştı. Bana anlattığı günü hiç unutmuyorum; düğün günü sabahıydı, yataktan yeni kalkmıştım ve içim hayatımın en duru mutluluğuyla doluydu. Sonra kardeşim odama geldi ve yatağa oturup her şeyi anlattı. Yıkılmıştım. Olduğum yerde donakalmıştım. Öylece duruyordum. Kollarım, bacaklarım uyuşmuştu, zor nefes alıyordum. Aile üyelerinin evin içindeki uğultularını duyabiliyor, pencereden içeri süzülen parlak güneşin sıcaklığını hissedebiliyordum ama o an sanki ruhum bedenimden kopup gitmişti. Kardeşim olanları herkese benim yerime anlatmıştı ve hiç kimse beni yoklamak için odaya girmedi. Herkes gitti ve ev sessizliğe gömüldü. Uyuşmuş halde yatağa uzanıp öylece kalakaldım. Sekiz yıl önceydi."

Çok acı çektiği ortadaydı. O konuştukça bedenim, onun acısının sızıntılarını içine çekiyordu. (...) Birkaç mantıksal çözümleme yaparak bu durumdan kaçabilirdim; ama Charles o kadar uzun süredir bu yarayla yaşamaya mahkûm olmuştu ki, acısından kaçmak için ne kadar uğraşırsak uğraşalım, duvarlar yıkılmıştı artık ve bu acıya katlanıp yarasını temizlemesi gerekiyordu.


- Brandy Engler ve David Rensin, Divanımdaki Erkekler, Gerçek Seks, Aşk ve Psikoterapi Hikâyeleri

29 Haziran 2022 Çarşamba

Tekeşlilik, Adam Phillips

1

Herkes tekeşliliğe inanmaz, ama herkes inanıyormuş gibi yaşar. Herkes bağlılık ya da sadakat tehlikeye girdiğinde yalan söylediğinin ya da gerçeği söylemek istediğinin farkındadır. Herkes kendini ihanet ediyormuş ya da ihanete uğruyormuş gibi hisseder. Herkes kıskanır ya da kendini suçlu hisseder ve sonunda tercihinin acısını çeker. Cinsel kıskançlığı hiç yaşamıyormuş gibi görünen mutlu azınlık ise ya bundan ötürü hayrete düşer ya da böbürlenir. Hiç kimse dışarıda bırakılmışlık duygusunun dışında bırakılmamıştır. Herkes kendinden esirgenen şey konusunda saplantılıdır. Başka bir deyişle, tekeşliliğe inanmak, tanrıya inanmaktan pek farklı değildir.


5

Çift olmak bir gösteri sanatıdır. Ama insanlar birlikte ne yapacaklarını nasıl öğrenirler? Nasıl, bir kez daha, umumun içinde sürekli bir arada, birbirlerinin utancının bekçisi olarak rollerini oynarlar? Adımları nereden öğrenirler?

Güzel görünen çiftlerin güven, hatta ilham verici olabilecekleri yer burasıdır işte. Kendilerinin başına da sık sık geldiği gibi, biz de onların güzellikleri tarafından pusuya düşürülürüz, kısacık bir süre için de olsa, onlarla suç ortaklığı yapar, onlar gibi utanmaz oluruz. Saklayacak hiçbir şeyimiz olmaz. Güzel görünüş, depresyona karşı en iyi kültürel ilacımızdır. Gösterinin devam etmesini sağlar.

55

Birbirinden tatmin olan ve birbirine güvenen güvenli çift, iyi hayat kavramımızı oluşturan resimlerden biridir; tıpkı mutsuz çiftin mutluluğun imkânsızlığı duygumuzu temsil etmesi gibi. Çocukken hepimiz ana-babalarımızın dramını gözledik, ne çok şeyin buna bağlı olduğunu gördük.

Çifte -iyi çiftleşmelere- olan inancımız, umut duygumuzun ölçüsüdür. Sonuç olarak, en azından hayata başlamamız tekeşli bir andı; ilk aşk maceramız "evli" biriyle olsa bile. 

58

Güvenin sorunu, sağlanmasının imkânsız olmasındadır. Güven, vaat kılığına girmiş bir risktir. Mesele eşinize güvenip güvenmediğiniz değildir. Mesele eşinizin güveni ne sandığını bilip bilmediğinizdir. Bunu nasıl keşfedeceksiniz? Sizi ona ne inandıracak? İnancınıza güvenmenizi ne sağlayacak?

Güven haddinden fazla güvenmek zorunda olduğumuz bir kelime. 

67

En iyi, en sıcak saklanma yeri, neden saklanmakta olduğunuzu, ya da saklanıyor olduğunuzu unutabildiğiniz yerdir. Çiftin -çoğunlukla birbirlerinden- saklamak zorunda olduğu sır, neden saklanmakta oldukları ve aslında saklanmakta olduklarıdır. Korumak zorunda oldukları inanç ise, aslında aynı korkulara sahip olduklarıdır.

Tek başına saklanmak imkânsız olduğu için vardır çiftler. 

17 Haziran 2022 Cuma

Hissedilen Zaman

İçsel Saatler: Zamana neden "ihtiyaç" duyarız?

Zamanı ne zaman "hissederiz"? Hangi durumlarda zamanın geçişinin farkına varırız? Biz zamana dair belirgin bir değerlendirmede bulunamadan saatler geçebilir. Zamanın bilinçli düşüncelerimize girdiği tipik bir durum beklemektir, özellikle arzulanan bir olay için. Örneğin: Okul zamanı, hava güzel, güneş parlıyor, baharın kokusu açık bir pencereden içeri süzülüyor ve öğrenciler matematik dersinde oturuyor. Saate atılan bir bakış, dersin ve okul gününün on beş dakika sonra biteceğini gösteriyor. Az sonra herkes eve gidip yemek yiyecek (açlık, yemek beklentisi); öğle sonrası öğrencileri çağırıyor: arkadaşlarla oynama özgürlüğü. 



Öğle sonrasını düşünmek kısa bir süreliğine öğrencilerin dikkatini dağıtıyor, ardından dikkatleri yine derse yöneliyor; bir kız tahtaya kalkmış, bir denklemi çözmeye çalışıyor. Saate yöneltilen tedirgin bir bakış, dersin sonuna hâlâ on dört dakika olduğunu gösteriyor. Zaman genişliyor: Saate son bakıştan bu yana geçen o bir dakika sonsuz uzunluktaymış gibi görünüyor. Zaman salyangoz hızıyla geçiyor. Öğrenciler geçen zamanı fiziksel olarak hissetmeye başlıyor: Açlık artıyor, değişkenler ve sayılar ilginçlikten giderek daha da uzaklaşıyor; saate yöneltilen bir başka bakış kurtuluşun hâlâ on üç dakika uzakta olduğunu gösteriyor.

Bir diğer örnek: ABD'deki Fransız turistler ve Fransa'daki Amerikalı turistler. Burada başka şeylerin yanı sıra zaman kültürleri de birbirine ters düşer. Los Angeles'taki şık bir restoranda Fransız çift siparişlerini verir ve romantik bir akşam geçirmeyi umar. Ama onlar samimi bir sohbete daha yeni dalmışken garson gelip başlangıç tabaklarını getirir. Fransızların zaman duygusuna göre haddinden hızlıdır bu. Diğer taraftaysa Bordeaux'da Amerikalı bir çift yemek için bir restorana oturur. Siparişlerini vereli çok olmuştur, konuşacak bir şey kalmamıştır ve ekmeklerini yemişlerdir; açlıkları giderek artarken şu duygu da güçlenir: "Bizi unuttular!" Aslında yemek gelecektir, ama Amerikalıların alışık olduğundan epey farklı bir süre sonra. Her iki durumda da restorandaki misafirler zamanın farkına varır. Bu şekilde, zaman algısı bir şeylerin yanlış olduğunu söyleyen bir hata sinyali işlevi görür. 

Asansör beklerken veya kırmızı ışıkta dururken iki dakika çok uzun sürüyormuş gibi görünebilir. Bazen saniyeler bile insanı sinir eder, mesela önümüzdeki araba park yerine girerken fazla aheste davrandığında -bula bula şimdiyi mi buldu?- ve ilerlemenizi engellediğinde. Zaman duygusu hata sinyali verdiğinde hem işlevseldir hem de insanı harekete geçmeye sevk eder. Eğer öğle arasında çok fazla kişi asansör kullanıyorsa ve üstelik asansör sizin katınızda durmuyorsa, merdivenleri kullanmanın vakti gelmiş olabilir. Yine de insanın zamanın içinde kapana kısılmış gibi hissettiği durumlar da vardır: Trafik durduğunda öylece beklemekten kaçmanın yolu yoktur mesela. İçinizde nahoş duygular uyanabilir. Bazı insanlar saldırganlaşmaya başladıklarını hissedebilirler, bu ise bir ölçüde itkisellikle birleştiğinde şiddet eylemlerine yol açabilir. 

Zaman algısının dramatik tepkilere yol açabilen güçlü duygularla ne kadar yakından bağlantılı olduğunu gösteriyor. Bu tür olayların kültürel boyutunun da tartışılabileceğini söylemeye gerek bile yok. Kaliforniyalıların tepkileri Japonlara tuhaf görünecektir. Aslına bakılırsa, kültürlerarası karşılaştırmalar ABD'deki öğrencilerin daha sonraya ertelenen ödüllere Japonya'daki akranlarına göre daha az değer verdiklerine işaret ediyor. Başka bir deyişle, Japonlar genel olarak ABD'deki insanlara kıyasla daha sabırlı bir şekilde bekleyebiliyorlar. 

- Marc Wittmann, Hissedilen Zaman, Zamanı Nasıl Deneyimleriz?